Hüseyin ALPASLAN

Hüseyin ALPASLAN

[email protected]

TÜRKLERDE İSTİHBARATIN KISA TARİHİ

06 Kasım 2020 - 15:06 - Güncelleme: 06 Kasım 2020 - 15:09

TÜRKLERDE İSTİHBARATIN KISA TARİHİ

Giriş
Türklerde İstihbaratın tarihi Orta Asya’nın derinliklerine kadar gitmektedir. Türklerin sürekli mücadele içinde bulundukları Çin tarafından İstihbarat; devleti yöneten hanedanlar için her dönemde çok mühim bir faaliyet olarak görülmüştür. Çin İstihbaratı, Çaşıt veya Çaşut dedikleri casuslularını Şamanlar ve Budist rahiplerden seçmişledir[1]. Casuslarının, Türklerden elde ettikleri bilgileri kullanan Çinliler zamanla Türklere zarar vermeye başlamışlardır. İstihbaratın ve casusluk faaliyetlerinin önemini fark eden Türkler de düşmanı kendi silahı ile vurmaya karar vererek istihbarat örgütlerini kurmuşlardır. Türkler, ilk zamanlarda Çin’e ticaret için giden tüccarları ve kervanları kullanarak İstihbarat yapmaya başlamışlardır. Türklerin Çin’e gönderdiği casusların Kağan’a tam teslimiyet içinde işini sanata dönüştürerek görev yapması bir müddet sonra Türk istihbaratının Çin istihbaratına karşı üstünlük kurmasını sağlamıştır.
Hunlar, Kök (Gök) Türkler, Uygurlar, Karahanlılar, Selçuklular ve Osmanlılarda İstihbaratçılık; az bilinenlerin aksine devletlerin kuruluşlarında, iktidarların el değiştirmesinde, yabancı ülkelerin yöneticilerinin izlenmesinde ve savaşların kazanılmasında çok önemli işlevler görmüştür[2]. Örneğin; Osmanlı Devleti’nin yeni filizlenmeye başladığı dönemde 1302 yılında meydana gelen Bafeus (Koyunhisar) savaşı sırasında bir Bizans birliğinin Bizans idarecilerine yardım etmek maksadıyla Yalova tarafına geçtiklerinde beklemedikleri anda karşılarında Osman Bey ve askerlerini görmelerinden[3] ve yine Sultan II. Mehmet ile II. Bayezid döneminde Osmanlı Devleti’nin İstihbaratının başında bulunan gerçek ismini bilmediğimiz kod adı  ile bilinen Kıvami Bey’in Cem Sultan’ı Avrupa’da takip etmesi için gönderdiği casuslardan Burak Reis’e  “Bu gece Monaco Prensi’nin vücudunun bir yerinde sivilce çıksa yarın sabah haberim olur”[4] şeklinde yaptığı konuşmasından da anlaşılacağı gibi ortada ciddi ve güçlü bir  istihbarat olduğunu iddia etmemiz yanlış olmaz.
Türklerin dışarıya karşı sürdürülen istihbarat faaliyetleri Karahanlılar ve Gazneliler’in İslamiyet’e geçişi ile beraber içeriye de yönelmiştir. Türklerin İslam’a geçmeden önceki iç istihbaratı sadece kağan ve ailesinin erkek bireylerini takip etmekle kalmışken, İslam’a mensubiyetle beraber mezhep savaşlarının bir parçası durumuna düşen Türkler; Şia ve Sünniliğin kesintisiz iç savaşları sırasında mezhep olarak bölünmeyi önlemek maksadıyla ağırlığı iç istihbarata vermiştir.

Selçuklularda İstihbarat
İslam dünyasında yaşanan çatışmaların etkilediği Türk Devletleri, Büyük Selçuklu Devleti ile birlikte batıya doğru ilerleyerek dikkatini dış istihbarata yöneltmiştir. Anadolu’nun kapılarını Türklere açan Selçuklular düşmanla savaşmadan önce istihbarat yaparak Anadolu’yu ele geçirmiştir. Büyük Türk denizcisi Çaka Bey, Ege Denizi’ne ulaşana kadar Anadolu’da bulunan Bizans askerleri ve yerel yöneticilerden aldığı haberleri Selçuklu Sultanı’na bildirmiştir. Çaka Bey, Ege Denizi’ne açıldığında; adaların, deniz ulaşımının, ticaretin ve limanların durumunu Selçuklu Devleti’ne ayrıntılı şekilde rapor etmiştir[5].
Selçuklular, aldıkları istihbaratlar doğrultusunda kuvvet merkezi ortadan olmak üzere Bizans’ı güneyden de sıkıştırarak Ege Denizi’ne doğru sahalarını genişletmiş ve Anadolu’da hakimiyet kurmuşlardır. Büyük Selçuklu Devleti’nin İstihbarat anlayışını Anadolu Selçuklu Devleti’nin de devam ettirdiğini görmekteyiz. Selçukluların hızlı yükselişinden rahatsız olan İran ile Bizans ortaklıklar kurmaya yönelmişlerdir. Ancak, Anadolu’da kurulan tekke ve dergahlarda Türkmen ajanlar önemli faaliyetler göstererek İran-Bizans ortaklığına karşı büyük bir istihbarat üstünlük sağlamışlardır.
1239’da İran ajanı Baba İshak’ın başlattığı isyan Selçukluları bir yıl kadar uğraştırmış ve büyük kayıplar verilmesine yol açmıştır. 1240’ta Amasya Kalesi’ne sığınan Baba İshak yakalanarak öldürülmüştür. Baba İshak isyanının ardından başlayan Moğol istilasında Anadolu’da ajan olarak bulunan çok sayıda eren ve dervişin göç etmesiyle istihbaratın yapısı ve etkisi derinden sarsılmıştır. Moğollara karşı duramayan Selçukluların Anadolu’da hem istihbarat hem de asker açısından zayıf duruma düşmesinden sonra devlet dağılmıştır. Söğüt civarında Selçukluya bağlı bir uç beyliği olan ve Selçuklu Devleti’nin dağılmasıyla 1299 tarihinde devlet olduğunu ilan eden Osmanlı Beyliği’nin Anadolu’da bulunan diğer Türk Boylarının çoğunu içine almasıyla beraber yeni bir Türk Devleti doğmuştur.

Osmanlılarda İstihbarat               
 Osmanlı Devleti’nin kuruluş döneminde Osman Bey’in çevrede bulunan tekfurları takip ve kontrol için casus kullanmasıyla başlayan İstihbarat faaliyetleri, ilerleyen dönemlerde; Martolos (Osmanlı askerî teşkilâtında çeşitli hizmetler gören özel bir sınıf) ve Voynuk (Hıristiyanlardan, özellikle Bulgarlardan oluşturulan, savaş zamanı ordunun ve yüksek komutanların atlarına bakan, barışta sarayın ahır hizmetlerinde çalıştırılan bir sınıf) asker teşkilatlarını kurarak modern anlamda istihbaratçılığa dönüşmüş olup, içeride ve dışarıda sıkı bir şekilde faaliyetlerine devam etmiştir[6]. Bu teşkilatlarda ajan olarak çoğunlukla gayri Müslimler kullanılmışlardır.
Osmanlı casusluk faaliyetlilerine vakanüvis ve şehnamecilerin çok değinmediklerini görmekteyiz. Topkapı Müzesi’nde yapılan çalışmalarda; Fatih Sultan Mehmet ve Yavuz Sultan Selim dönemindeki casusluk faaliyetlerinin bugünün Birleşik Krallık haber alma servisi Intelligence Service’yi aratmayacak düzeyde olduğunu kanıtlayan belgelere ulaşılmıştır. Belgelere göre; çok özverili çalışan Osmanlı casusluk teşkilatı düşmana ait bütün bilgileri ayrıntısıyla öğrenmeden Devlet savaş ilan etmezdi[7]. Yazar M. Raif Ogan’a göre; “Türklerin; Selçuklular dönemi ile Osmanlı Devleti’nin Orhan Gazi ve I. Bayezid dönemlerinden beri İstanbul ve Doğu Roma’nın şehirlerinde İngiliz Intelligence Servis teşkilatının aynısının bulunduğu kesindir. Fatih mevcut durumu devam ettirmiştir” [8].
 Fatih Sultan Mehmet döneminde tutulan mühimme defterleri istihbaratın kurumsallığı konusunda bize ışık tutmaktadır. Doğu ve batıdan gelen binlerce istihbaratın Divanda toplanıp değerlendirildiğini, İstihbarattaki kurumsallığın IV. Murad ve Köprülü Mehmet Paşa dönemi de dahil olmak üzere başarı ile sürdürüldüğünü görmekteyiz. Hatta IV. Murad döneminde Osmanlı ekonomisi bozulmasına rağmen başarılı istihbarat ile yeni fetihler yapılmıştır. Osmanlı Devleti’nde batılı anlamda istihbaratçılık III.Selim döneminde ortaya çıkmıştır. Fransız ihtilali ile başlayan ulus devlet oluşumları Avrupa İstihbarat sistemine yenilikler getirmiştir. III.Selim ’in Sultan Ahmet Camii’nde bir Cuma namazı sonrası esir edilmesi ve isyancıların isteklerine boyun eğmesinden sonra, istihbarat teşkilatı yeniden değerlendirilerek; Avrupa tarzı olan devlette resmi kadro ve yetkilerle donatılmış çekirdek bir istihbarat örgütü kurulmuştur.
III.Selim, oluşturduğu istihbarat örgütünü kontrol altında tutacak ve alacağı kararlarla ülkenin sorunlarına çözüm olacak nitelikte devrin MGK’sı sayılacak bir komite oluşturmuştur. Bu komite iç ve dış meselelerde devreye giriyor ve istihbaratı yönlendiriyordu. Fransa’dan gelen subaylar “Nizam-ı Cedit” ordusunu eğitirken aynı zamanda istihbarat yaparak devletin çekirdek kadrosu olan komiteyi de kontrolleri altına almışlardır. Bu tarihten sonra Osmanlı Devleti istihbaratı faaliyetlerini içe yönelterek ülke içinde yönetimden hoşnut olmayanları tespit ve susturmak görevini yerine getirmiştir.
 Yaptığı yenilik hareketlerinden ve Nizam-i Cedit ordusunu kurmasından rahatsız olan Yeniçerilerin çıkardıkları isyan sonucunda III.Selim boğularak öldürülmüş yerine 1808 tarihinde II. Mahmut geçmiştir. II.Mahmut dönemi; 1826 yılına kadar, yönetime, idarecilerin kokuşmuş uygulamalarına ve vergilere isyan edenlerin çıkardıkları ayaklanmalar ve kaos içinde geçmiştir. Yeniçeriler bu karışık durumdan en iyi yararlanan, durumu her zaman kendi lehlerine çeviren kesim olup, güç kullanarak, tehdit ederek Padişah’a istediklerini yaptırmışlardır.
II. Mahmut, en güvendiği kişi olan danışmanı ve kethüdası Halet Efendi’nin tavsiyeleri doğrultusunda Osmanlı İstihbarat örgütünün çekirdek kadrosunu kendine bağlı kişilerden yeniden oluşturarak etrafında güçlü bir ağ meydana getirmiş ve Yeniçeriler hakkında istihbarat toplamaya başlamıştır. Gelen istihbaratlar ile Yeniçerilerin en zayıf olduğu anı belirleyen II. Mahmut, iyi hazırlanmış başarılı bir plan ve operasyonla 1826 yılında Yeniçeri Ocağı’nı tamamen ortadan kaldırmıştır.
Sultan Abdülmecit döneminden başlayarak II. Abdülhamit dönemine kadar iç istihbarat II. Mahmut’tan sonra kurulan “Gizli Polis Teşkilatı” ile yürütülmüştür. Özellikle 1860’lardan sonra gazetelerin çoğalmasıyla beraber basının ve muhalefetin Hükûmete yaptığı eleştirilerden rahatsız olan Sadrazam ve Nazırların Gizli Polis Teşkilatı’nı devreye soktuğunu görmekteyiz. Sultan Abdülmecit ve Abdülaziz dönemlerinin devlet aklı olarak görebileceğimiz eylemleri gerçekleştiren Gizli Polis Teşkilatı; 1860’lardan sonra kontra örgütler kurarak Monarşiye karşı olan kesimi operasyonlarla etkisizleştirme faaliyetlerini yürütmüştür[9]. Anayasayı ve Parlamenter sistemi getirerek ülkedeki tüm sorunları ve yabancı müdahalelerini çözebileceklerine inanan Jön Türklerin (Genç Osmanlılar) Sultan Abdülaziz’i tahttan indirmeleri ve Anayasayı getirme sözü alarak II. Abdülhamit’i Padişah ilan etmeleri sonrasında Osmanlı Devleti’nin istihbarat yapılanması yeni bir şekle bürünmüştür.
II. Abdülhamit’in kendi döneminde istihbarat teşkilatını geliştirilerek kurduğu Hafiye ağı, Monarşinin ve devlet mekanizmasının güçlenmesinde en önemli faktör olmuştur. II.Abdülhamit döneminde çalışan ve mensup sayısı 4000 civarında olan “Yıldız Hafiye Teşkilatı”; devletin merkezinde kurumsallaşmış, kayıtsız şartsız ve kesintisiz varlığını devam ettirmiştir. Alman İmparatoru Wilhelm’in İstanbul’u ziyareti sırasında Alman polis şefinin tavsiyesi üzerine yeniden şekillenen Yıldız Hafiye Teşkilatı’nın başına İmparator Wilhelm’in teklifi ile Alman Polis Şefi getirilerek, teşkilat uzun yıllar Alman uzmanlara emanet edilmiştir[10].
Yıldız Hafiye Teşkilatı jurnalciliği İstanbul’da adeta terör estirmiştir. Toplumun her kesiminde “aramızda jurnalci var” korkusu ve iftiraya uğrama endişesi had safhaya ulaşmıştır ki; jurnallerden dolayı İstanbul hapishaneleri neyle suçlandığını, neden tutuklandığını bilmeyen insanlarla dolmuştur. II. Abdülhamit’in hafiye teşkilatından en büyük beklentisi; tahtına yönelik darbe ve komplo girişimlerini önlemesi olmuştur. Bu amaca yönelik yapılan faaliyet ve operasyonlar sadece ülke içinde değil Avrupa’ya kaçan Jön Türklerin bulunduğu şehirlerde de yapılmıştır. 1908 yılında Balkanlar’da çıkan ayaklanmaları önleyemeyen II. Abdülhamit, İttihatçıların baskısı ile II. Meşrutiyet’i ilan etmek zorunda kalmıştır. Yıldız Hafiye Teşkilatı’nın etkisinin ve gücünün asgariye düşmesiyle beraber, 13 Nisan 1909’da meydana gelen ve “31 Mart Vakası” olarak bilinen, meşrutiyetin ilanına karşı çıkan ayaklanmaya sessiz kalarak önlemek için girişimde bulunmayan II. Abdülhamit; Harekât Ordusu’nun isyanı bastırmasından sonra 27 Nisan 1909’da hal edilerek Selanik’e gönderilmiştir. Bu tarihten sonra Yıldız jurnalleri ve hafiye teşkilatının dağıtılarak, İttihat ve Terakki’nin çekirdek yapıyı bozmadan kendi üyeleri ile oluşturduğu yeni bir istihbarat teşkilatlanmasının meydana geldiğini görmekteyiz.

İttihat ve Terakki Döneminde İstihbarat
İttihat ve Terakki liderleri istihbarat kadrolarına kendi üyelerini getirmekle kalmamışlar, “kutsal devlet” geleneğinden hareketle istihbarat faaliyetlerini kendilerine özgü bir şekilde uygulamaya dönüştürmüşlerdir. İttihat ve Terakki Cemiyetinin güçlenmesi ve devlet yönetiminde etkin hale gelmesi ile beraber istihbarat faaliyetleri ilk zamanlar da fedai ve gönüllüler vasıtasıyla yürütülmüştür. 1911-1913 yılları arasına gelen tarihlerde, İttihat ve Terakki Cemiyetine bağlı gönüllü ve fedailerin bulunduğu gizli örgütlenmenin adına, gayri resmî olarak “Teşkilat-ı Mahsusa” adı verilmeye başlanmıştır [11]. 1912-1913 tarihlerinden sonra ayrı bir grup halinde faaliyetlerde bulunan Teşkilat-ı Mahsusa; Enver Paşa’nın 4 Ocak 1914’te Harbiye Nazırı olmasıyla beraber, giderleri Harbiye Nezareti’nden karşılanan bir istihbarat örgütü olarak çalışmıştır [12]. Enver Paşa, teşkilatın bütün çalışanlarını yeni bir nizamname ve yeni bir örgütlenme ile bir çatı altında toplamış ve Teşkilat-ı Mahsusa ’ya 5 Ağustos 1914 tarihinde yayınladığı gizli bir emirle resmi bir kimlik kazandırmıştır.
Enver Paşa, ilk önce teşkilatın başına Kıdemli Yüzbaşı Süleyman Askeri Bey’i getirmiştir. Birinci Dünya Savaşı’ndan önce Balkan Savaşı’nda bulunmuş olan Süleyman Askeri Bey sonraları Yarbaylığa kadar yükselmiştir[13]. Teşkilat-ı Mahsusa resmi olarak faaliyetlerini Harbiye Nezareti’ne bağlı olarak yürütürken, siyasi alanda gayrinizami savaşın gereklerini daha işler ve verimli hale getirebilmesi maksadıyla isim değişikliğine gidilmiştir. 1915 yılının başlarında Süleyman Askeri’nin Basra Körfezi’ne gönderilmesinin ardından, Teşkilat-ı Mahsusa’nın ismi Umur-ı Şarkıyye Dairesi (Doğu İşleri Dairesi) olmuş ve teşkilatın başına Şura-yı Devlet üyesi olan Ali Başhampa getirilmiştir. Ali Başhampa’nın 5 Nisan 1915 tarihli göreve başlama yazısında “Doğu İşleri Dairesi Başkanı” olarak göreve başladığı anlaşılmaktadır[14].
Teşkilat-ı Mahsusa’nın ülküsü; İslam birliği ve Pantürkizm fikirlerine uygun politika ve faaliyetler yürütmektir. Gayesine ulaşmak için bütün İslamları bir bayrak altında toplamak, Türk ırkını siyasi bir birlik içerisinde bulundurmaktır. Bu ülkü ve gaye doğrultusunda ülke içinde ve dışında Osmanlı Devleti’ne zarar verecek yıkıcı bölücü unsurlarla mücadele etmeyi görev edinmiştir. Teşkilat-ı Mahsusa, Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı İmparatorluğu’nun savaştığı tüm cephelerde yeraltı yapılanması ile gayri nizami harp usullerini uygulayarak nizamı orduya destek olmuştur.  Savaşta kullandığı yöntemleri ise şöyledir: Gayrinizami harp kurallarına uygun düşmana saldırı yapmak, yeraltı unsurları ile halkı kendi ülküsüne ikna ederek yanına çekmek, casusluk ve sabotaj eylemleri ile propaganda ve karşı propaganda, şaşırtma, istihbarat toplama, araziyi lehine kullanma gibi faaliyetleri yürütmektir. Birinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinin ardından İttihat ve Terakki liderlerinin ülkeden ayrılması ile teşkilat yeraltına çekilecek ve Millî Mücadele süresince birçok yararlı işe imza atacaktır.

Millî Mücadelede ve Cumhuriyet’in İlk Dönemlerinde İstihbarat
Osmanlı Devleti’nin içeride ve dışarıda gayri resmi ve resmi olarak son on yılına damga vurmuş olan Teşkilat-ı Mahsusa; Enver, Cemal ve Talat Paşaların 2 Kasım 1918 tarihinde yurt dışına kaçmalarından sonra resmi olarak son bulmuştur. Ancak Teşkilat-ı Mahsusa ajanlarının hepsi ülkede ve halen dimdik ayakta görev beklemekteydiler…
İstanbul’un işgalinden sonra İngilizler ve Damat Ferit Hükumeti İttihatçı ajan avına çıkmışlardır. Komitacı ve direnişçi bir örgüt olan Teşkilatı Mahsusa’nın “vatan kutsaldır” düşüncesini yüreklerine kazımış olan mensupları için ülkenin işgaline ve arkadaşlarının imhasına karşı sessiz kalmaları beklenemezdi. İstanbul’da bir araya gelen Teşkilat-ı Mahsusa ajanları son başkanları olan Hüsamettin Ertürk ve önemli İttihatçı üyelerin içinde olduğu yeni bir teşkilat kurdular. Teşkilatın adı Kara Kemal ve Kara Vasıf’ın isimlerinden esinlenerek “Karakol Cemiyeti” olmuştur. Cemiyet ajanlarını Anadolu’nun her yerine göndererek; tekkeleri, aşiretleri ve tüccarları yerlerinde örgütlemiştir.
Teşkilatlanma şöyledir;

  • Karakol Cemiyeti’nin kurucusu ve Başkanı: Kara Vasıf Bey,

  • Üsküdar grubu Başkanı: Yenibahçeli Şükrü (Oğuz), üye: Yarbay Mustafa (Muğlalı),

  • Topkapı Grubu Başkanı: Süvari Yarbay Hüsamettin (Ertürk), üye Topkapılı Cambaz Mehmet,

  • İslam Kadınlar Birliği Başkanı: Naciye Faham Hanım,

  • Yahya Kaptan müfrezesi başta olmak üzere yurdun birçok bölgesinde teşkil edilmiş ve cemiyete bağlı faaliyet gösteren müfrezeler.

İzmir’in işgali üzerine aylardır halkı örgütleyen cemiyet; devletin çekirdek kadrolarının içinde bulunan Fevzi Paşa gibi vatanseverlerin de yardımıyla İstanbul’dan Anadolu’ya silah sevkiyatı yapmış ve İşgal kuvvetlerinin cephaneliklerine baskınlar düzenleyerek, ele geçirilen silahları Anadolu’da oluşturulan çetelere ulaştırmıştır. Karadeniz’de Rumların Müslümanlara yaptığı tedhiş ve yıldırma faaliyetlerine karşı Trabzon’da Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’ni kurarak bölgede bulunan halkı örgütlemiştir. İngilizlerin tutuklamak ve sürgüne göndermek için aradığı birçok mebus ve aydın, oluşturulan menzil hattından Anadolu’ya kaçırılmıştır. Mustafa Kemal, Anadolu’ya geçtikten sonra cemiyetin Topkapı grubu ile irtibat halinde olmuş ve aldığı bilgiler doğrultusunda çalışmalarına yön vermiştir.
Erzurum ve Sivas Kongrelerinde, Karakol Cemiyeti Başkanı Vasıf Bey’in Amerikan mandasını savunması ve 1920 yılının nisan ayında Karakol Cemiyeti üyelerinin Mustafa Kemal ve Milliyetçi liderlerden habersiz ve bağımsız bir şekilde Bolşeviklerle irtibat kurmaları üzerine; Mustafa Kemal ve arkadaşları ile Karakol Cemiyeti arasında anlaşmazlıklar çıkmıştır[15]. Karakol Cemiyeti’nin bir süre sonra deşifre olması üzerine Milliyetçi liderler tarafından Karakol Cemiyeti dağıtılarak yerine Mim Mim grubu kurulmuştur.
3 Mayıs 1921 tarihinde TBMM tarafından resmen tanınan “Mim Mim (Müsellahı Müdafaa-i Milliye) grubu”; İstanbul’da Hüsamettin Bey ve Topkapılı Mehmet tarafından toparlanarak yeniden teşkilatlanmıştır. Mim Mim grubu başta İzmir olmak üzere Anadolu’da üyelerinin çoğunu askerlerin oluşturduğu teşkilatlanmasını tamamlayarak, Karakol Cemiyeti’nin kaldığı yerden faaliyetlere devam etmiştir. Mustafa Kemal önderliğinde kahraman Türk Milleti’nin Anadolu’yu işgalden kurtarmak ve bağımsızlığa kavuşmak için mücadele verdiği tarihlerde; Mim Mim grubu örgütlenme, haber toplama, silah, cephane, insan kaçırma ve propaganda gibi çok değerli faaliyetlerde bulunmuş ve İstiklal Savaşı’nın kazanılmasında inkâr edilemez faydalar sağlamıştır.
Büyük Taarruz ve zaferden sonra 1922 yılında Ankara Hükûmeti, işgal altındaki şartlarda farklı çalışma ve hareket etme yeteneği kazanan istihbarat gruplarının dağınıklığı ve koordinasyonsuzluğu yüzünden aksamalar meydana geldiğini tespit etmiştir. İstihbaratı bir merkezde toplamak isteyen Mustafa Kemal, Fevzi Paşa ile durumu değerlendirerek kısa adı “P” olarak bilinen Askeri Polis Teşkilatı’nın kurulmasını sağlamıştır.
Cumhuriyetin ilanından sonra Fevzi Paşa’ya bağlı Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Riyaseti (EHUR) adlı teşkilat, İstihbarat dairesine bağlı olarak kısa bir süre faaliyet yürütmüştür. 1926 yılında Mustafa Kemal’e karşı İzmir’de düzenlenen suikast girişiminin ardından Teşkilat-ı Mahsusa’nın küllerinden doğan, İlk reisi Şükrü Âli Ögel olan Millî Emniyet Hizmeti Riyaseti (MEH, ya da bilinen adı ile MAH) kurulmuştur. 1926 ve 1965 yılları arasında Türkiye'nin istihbarat teşkilatı olan MAH’ın yerini 22 Temmuz 1965 tarihinde kurulan “Millî İstihbarat Teşkilâtı” (MİT) almıştır.

Sonuç                                                                          
İstihbaratın tarihi M.Ö. 5000’lere kadar gitmektedir. Yazılı kayıtlardan, Mısır Kralı III. Tutmosis tarafından hazırlanan Yafa’nın işgal planının okunması ile tarihte ilk kez istihbarat yapıldığına dair bilgiler karşımıza çıkmıştır. Dünyanın ilk organize istihbarat örgütünü ise Çinliler tarafından Göktürk’lere karşı uygulanan İstihbarat faaliyetlerinden bilmekteyiz. Çinlilerden sonra İstihbarat örgütlenmesine giden Türkler organize bir şekilde geliştirdiği istihbarat faaliyetleri ile Çinlilere karşı üstünlük kurmuşlardır. Orta Asya’dan göç eden Türkler için zamanla istihbarat daha da önemli hale gelmiştir. Selçuklunun istihbaratta üstünlüğü Anadolu’nun kapılarını Türklere açmış, Osmanlı Devleti’nin modern anlamda istihbarat örgütlerini kıskandıracak tarzdaki organizasyonu ise Avrupa’ya üstünlük sağlamasında en önemli faktörlerden birisi olmuştur.
19’uncu ve 20’nci yüzyıllarda Osmanlı Devleti’nin gerileme ve dağılma evresine girdiği bir dönemde bile Türk istihbaratı Avrupa’ya ders verir şekilde çalışmıştır. Türklerin köklü ve geleneksel bir istihbarat geçmişine sahip olması, modern anlamda Türk istihbaratçılığının geçmişten aldığı mirasla ne kadar güçlü bir yapılanmaya ulaşabileceği olgusunu göstermektedir. Günümüz dünyasında ülkelerin içeride ve dışarıda izledikleri strateji ve siyasetleri ile dış ilişkilerinin arkasında; onlara güven veren, organize ve yaptığı işi sanat haline getiren güçlü bir İstihbarat örgütünün varlığı çok önemli bir hale gelmiştir.
Keyifli okumalar, Sağlıklı günler diliyorum…
_________________:
Hüseyin ALPASLAN; Tarihçi- Yazar. [email protected]
[1] Ergun HİÇYILMAZ; “Teşkilatı Mahsusa”, s.230, Kaynak Yayınları, 2016, İstanbul.     
[2] Erdal ŞİMŞEK;” Türkiye’de İstihbaratçılık ve MİT”, s.16, Kum Saati Yayınları, 2004, İstanbul.
[3] Emrah Safa GÜRKAN; “Sultanın Casusları”, s.14, Kronik Kitap, 2019, İstanbul.
[4] Roderick Conway MORRİS; “Cem Sultan Sürgündeki Veliaht”, (Çev. Hakan TÜKKUŞU), Epsilon Yayıncılık Hizmetleri, 2006, İstanbul.
[5] Erdal ŞİMŞEK;” Türkiye’de İstihbaratçılık ve MİT”, s.17.
[6] Erdal ŞİMŞEK;” Türkiye’de İstihbaratçılık ve MİT”, s.20.
[7] “Yedigün Mecmuası”, C.8, sayı:194 Şubat 1938.
[8] M. Raif OGAN; “Fatih sultan Mehmed’in Bizans’taki Intelligence Service’i”, Alkaya Matbaası, 1957, İstanbul.
[9] Erdal ŞİMŞEK;” Türkiye’de İstihbaratçılık ve MİT”, s.33-34.
[10] Erdal ŞİMŞEK;” Türkiye’de İstihbaratçılık ve MİT”, s.35.
[11] Erdal ŞİMŞEK;” Türkiye’de İstihbaratçılık ve MİT”, s.78.
[12] Erik Jan ZÜRCHER; “Millî Mücadelede İttihatçılık”, (Çev. Nüzhet SALİHOĞLU), s. 97, İletişim Yayınları, 2018, İstanbul.
[13] Samih Nafiz TANSU; “İki Devrin Perde Arkası”, s.130, İlgi Kültür Sanat ve Yayıncılık, 2016, İstanbul.
[14] BOA: D. 2376.G.33:1-3.
[15] Erik Jan ZÜRCHER; “Millî Mücadelede İttihatçılık”, s. 133.

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum