Erkan AKBALIK

Erkan AKBALIK

[email protected]

Harabeden Müzeye Manisa Tıp Tarihi Müzesi ve Onun Gizli Kahramanı Ord. Prof. Dr. Süheyl Ünver

06 Şubat 2025 - 16:07 - Güncelleme: 06 Şubat 2025 - 16:16

Harabeden Müzeye

Manisa Tıp Tarihi Müzesi

ve

Onun Gizli Kahramanı

Ord. Prof. Dr. Süheyl Ünver


 

Kanuni Sultan Süleyman’ın Şehzadeliği döneminde, annesi Hafsa Sultan tarafından yaptırılan külliye 1522 yılında açılır. Açıldığı dönemde, camii, hankah, imaret, medrese ve sıbyan mektebinden oluşuyordu. Şehzade Süleyman babasının ölümünü takiben 1520 yılında Manisa’dan ailesi ile birlikte ayrılır, kısa bir süre sonra da annesini İstanbul’a yanına getirtir. Hafsa Sultan 1534 yılında vefat ettikten sonra, Kanuni’nin annesi adına yaptırdığı hamam 1538, Bimarhane ise 1539 yılında tamamlanır.

Bina, 1922 Manisa’nın kurtuluşuna kadar –işlevi yıllar içinde değişse de- hastane olarak kullanılır. İşgalcilerin Manisa’dan kaçarken çıkardıkları yangında zarar gören bina kurtuluştan sonra artık aynı amaca hizmet edecek durumda değildir. Uzun yıllar harabe haliyle odun deposu olarak ayakta kalmaya çalışır.

Ordinaryüs Prof. Dr. Süheyl Ünver’in Manisa Bimarhanesi’ni ilk görmesi ve ilgi duyması 1939 senesinde olur. O dönemde bina hakkında ifade ettiği düşünceleri, Manisa için bu günlere kadar gelecek güzel bir müze kazanılmasına ve çok önemli bir tarihi binanın tekrar hayat bulmasına sebep olur.

Süheyl Bey’in müthiş bir arşivciliği vardır, 1946 yılında Manisa aşığı Nuri Yörükoğlu’nun oğlu Dr. Nihat Yörükoğlu ile tanışırlar. Nihat Bey de babası gibi bir Manisa aşığıdır. Süheyl Bey ile tanışmasından sonra arşivcilik tutkusu ona da bulaşır. (İkili arasındaki mektuplaşmalar, Nihat Yörükoğlu arşivinden istifade ile Manisa’nın değerli akademisyenlerinden Dr. Gürol Pehlivan tarafından Manisa Dergisi’nde Aralık 2004 yılından makale olarak yayınlanmıştır.)

Nihat Yörükoğlu, 1948 yılında basılan “Manisa Bimarhanesi” adlı kitabının 46. sayfasında, Süheyl Ünver tarafından kendisine yazılan ve Bimarhane hakkındaki görüşlerinin yer aldığı 17 Nisan 1946 tarihli mektubundan şu alıntıyı yapar.

Manisa’da 1939 senesi Halkevi konferansı vesilesiyle bulunduğumda buradaki Hafsa Sultan hastahanesinin dört yüzüncü senesi tamam oldu. Büyük bir tören yapın ve neşriyatta bulunun dedim. Belki ben önemini layıkıyla duyuramadığından yapmadılar, bir şey de yazmadılar.”

Aynı sayfada yer verdiği ve o gün için yayınlanmamış bir makalesinden yaptığı alıntı da çok önemlidir.

Mutlaka Manisa şehri bu dört asırlık sağlık yurdunu kutlamalıdır. Denecek ki aradan 7 sene geçmiştir. 450’nci senesini kutlayalım. Bunu asla oraya reva görmemelidir. Zira son harp yılları dolayısıyla Avrupa’da ve İngiltere’de birçok yüz yıl dönümleri kutlanmamıştır. Onları 4-5 sene farkla bile yine kutlayacaklardır.

Manisa Darüşşifası binası sanki Türk medeniyetinin bir abidesi değilmiş gibi pek perişan bir haldedir. Arkadaşım Dr. Nihat Yörükoğlu'nun hükûmet tabibi bulunduğu Demirci'den 13.4.1946 da yazdığına göre Manisa Darüşşifası binası hâlen odun deposu olarak kullanılmakta ve yürekler acısı bir durumda bulunmaktadır. Korkarım ki 450’nci seneye kadar bunu ayakta tutamayız. O zamanki nesil yıkık bir tek duvarının etrafına bir park yaparak ve kenarına bir kitabe koyadursun şu bina henüz ayakta iken şu 400 senelik müspet ilim tarihimizin halk sağlığına yarayan fennî bir abidesini kutlayalım. Belki odunluktan kurtulur ve tamir edilir de bir ahşap dükkânın arkasında duran çok kıymetli Manisa arşivine bir mahzen ve Bölge Tıp Tarihi Enstitüsü ve hatta eski Devlet vesikalarının bir müzesi olur. Bugün bunu yapabiliriz. Çünkü 400 senenin değil son senelerin ihmali yüzünden bile yıkılmayan binası ayakta durmaktadır. 400 üncü yıl dönümü törenini Manisa’nın kalkınmasına ve kazanmasına da bir vesile tu tarak bu suretle milli tıp kongrelerimizin birisini de, ziyanı yok bir iki sene sonra olsun Manisa’da yaptırmak çarelerini aramalıyız.”

Bu tespit ve öneriler adeta bir kıvılcımı ateşler. Nihat Yörükoğlu, 1946’da Süheyl Bey’in Bimarhane hakkında yaptığı çalışmaları alır. Çağatay Uluçay da elindeki bir miktar belge ile destek olur. Nihat Bey elde ettiği bilgi, belge ve fotoğrafları 1948’de “Manisa Bimarhanesi” adı ile kitaplaştırır.

Aynı yıl Milli Eğitim Bakanlığı’nın talebi ile Cumhurbaşkanlığı 22.3.1948 tarihinde bir karar alır ve yayınlar. Karar şöyledir:

Manisa’daki Bimarhanenin, bakım ve onarma giderleri Devlet bütçesinden ödenmek şartıyla, Tıp Tarihi müzesi haline konulmak üzere milli Eğitim Bakanlığı’na tahsisi; adı geçen Bakanlığın isteği üzerine, Bakanlar Kurulunca 22/3/1948 tarihinde kararlaştırılmıştır.”

Şu ana kadar bir belgesini bulamadık fakat kanaatimiz bu kararın çıkartılmasında Süheyl Ünver hocanın rolü olduğu yönündedir.

Nihat Yörükoğlu’nun yoğun uğraşlarıyla Bimarhane’nin restorasyonuna 1960 başlarında başlanır. Çalışmalar 1969 yılında tamamlanır.

17 Mart 1969 yılında Nihat Bey Süheyl Bey’e bir mektup yazarak, gayet güzel neticelenen Bimarhane restorasyonun Süheyl Bey’in eseri olduğu gibi kendisinin de 23 yıl boyunca adeta ırgat gibi çalışmasına sebep olan motivasyonun da Süheyl Bey kaynaklı olduğunu ifade eder. Yine bu çalışmalarda Prof. Dr. Feridun Nafiz Uzluk’un da çok büyük desteklerini zikrettikten sonra -gayriresmi olarak- 27 Nisan’da yapılacak Mesir ve Tıp Tarihi Müzesinin açılış törenine katılmalarını, birer konuşma yapmalarını ve bu kadar emeği geçen iki insanın fotoğraflarının Darüşşifa’ya (Bimarhane’ye) asılması için gelirken yanlarında fotoğraf getirmelerini ister.

Daveti kabul eden Süheyl Ünver, Üniversitesine konuyu bildiren bir yazı yazarak 25-30 Nisan 1969 tarihleri arasında bir izin talep eder. Gün geldiğinde kendisini İzmir Havalimanından dönemin Belediye Başkanı Mustafa Çapra’nın şahsi arabası alır ve Manisa’ya getirir.

Bimarhane’nin ayağa kaldırılmasındaki bütün safahatı bilen Süheyl hoca, 26 Nisan’da açılış töreninde yapacağı konuşma için bir metin hazırlar.

Ord. Prof. Dr. Süheyl Ünver’in gelişi Manisa’nın her tabakasında geniş bir heyecan dalgasına sebep verir. Medyada geniş yer alır. Konu ve konuk ile yakından ilgilenen bir diğer kurumda Manisa Yüksek Tahsil Öğrenci Yurdu Vakfıdır. Vakıf adına misafirlere telgraf çeken isim, bir diğer Manisa sevdalısı Nusret Köklü’dür. Konferansın hazırlanmasında, organizasyonun yapılmasında aktif olarak görev almışlardır. Bastırdıkları broşürleri şehrin her yanına dağıtarak Manisalıları azami derecede haberdar etmeye çalışmışlardır.

Süheyl Ünver’in Manisa’da kaldığı beş gün içinde yaptıklarına hayran olmamak mümkün değildir. Yazdıklarımızın neredeyse tamamı -yazı içinde ifade edilen kaynaklar hariç- kendisinin tuttuğu arşivden alınmıştır. Bu arşivine Manisa İzmir arasında işleyen minibüs biletlerine kadar koymuştur. Gelelim Manisa’da 5 gün içinde yaptıklarına. Programı ne olursa olsun mutlaka her gün kütüphaneye gidip el yazması eserleri incelemiştir. Fatih Sultan Mehmet’e ait olan defterleri bu çalışmalar esnasında bulmuş, yine Fatih’e ait olan tuğraları ilk defa gün yüzüne bu çalışmalarda çıkarmıştır. İncelediği kitaplar hakkında bilgileri de yine bu defterlere işlemiştir.

26 Nisan 1969 tarihinde saat 15.00’da, genç Türkiye Cumhuriyeti’nin ilklerinden olan Tıp Tarihi Müzesi, Ord. Prof. Dr. Süheyl Ünver’in yaptığı konuşma ile açılır. Halk büyük ilgi gösterir.

Konuşma Nihat Yörükoğlu tarafından kaydedilir. İlerleyen günlerde bizzat kendisi tarafından daktiloda temize geçilir. Kayıtta anlayamadığı bazı yerleri tashih etmesi için Süheyl Bey’e gönderir. Süheyl Bey’in açılışta yaptığı konuşması şu şekildedir.

Muhterem Valimiz ve İdare Amirlerimiz, değerli Belediye Reisimiz, Sevgili Hekim, Eczacı ve Veteriner meslektaşlarım ve Manisa Tıp Sitemizin bugünkü hale gelmesi için feragatle çalışan Doçent Dr. Nihat dostum, sayın misafirlerimiz.

Manisa’nın güzel bir mazhariyeti, mesir an’anesi, cümlemiz bunun için toplanmış bulunuyoruz.

Öyle bir gün ki, dünyamız, güneş kumandası ile koç burcuna girince bahar başlar. Dünyanın yaratıldığı gün de derler buna. Bektaşiler bile, Hazreti Ali’nin bu gün doğduğuna kani'dirler. Zaiflerin, nekahetlilerin, herkesin gönlünde bahar açar. Marifet tabiatın bu güzel geleneğini ruhlarımızda açtırmaktır. Nevruz tabiatı ve ruhlarımızı en güzel hisler ile uyandırır. Çünkü bizler de tabiatın birer meyvesiyiz.

Ne efsaneler yazılmış, neler söylenmiştir.

İşte dünya yüzünde yalnız Manisalılar bunu şimdi yapıyor ve anıyorlar.

Bunun kahramanları var. Hepsi aramızda. Hafsa Sultan bunların elebaşısı. Ne iyi olmuşta bir gün hastalanmış. Hastalıktan üzülürüz. Ama bazen bunun çok hayırlı tarafları olur. İnsan hasta oldu mu, bir anda haleti ruhiyesini ortaya koyar. İşte böyle bir hastalığın akisleri, bizleri burada toplamış olup, bu hastaneyi ve aynı zamanda mesiri, yadigâr bırakmıştır.

Hafsa Sultan bir zamanlar ruhi tedavilerde zamanının yegâne üstadı Merkez Efendi’den yardım istemiştir. Müsaadenizle huzurunuzda bu konuya temas edelim.

Hafsa Sultan, Yavuz Sultan Selim'in eşi ve Kanuni Sultan Süleyman’ın annesidir. Haşmetli oğlunu 470 sene önce Trabzon'da Yavuz Vali iken doğurmuştur. Bu ne anne imiş.

Hafsa Sultan aynı zamanda Kırım Hanı Mengili Giray'ın da kızıdır. Güzelliği ve rabıtalılığı ile de meşhurdur. İsminin Ayşe Hatun olduğu da söylenir,

Mükemmel bir insan olduğuna misal, ölümünden sonra saray entrikalarının başta gelişidir. Sağlığında bunlara asla müsaade etmemiştir.

Vefatında İstanbul’daki Sultan Selim Camii haziresinde kocası Yavuz’un yanında müstakil bir türbeye gömülmüştür. Kabri nur olsun. Vefatı 19 Mart 1533, yani bundan 436 sene öncedir. Çok sabırlı ve olgun bir hanımdır. Pul ve resmi ile isminin tanınması için 4,5 asır beklemiştir. Hakkında ne söylense azdır. O artık yeniden doğmuş ve dünyada layık olduğu yerini almıştır.

Pula esas olan resmi son derece güzeldir. Hafsa Sultan pulu da şimdiye kadar basılan pulların en güzellerinden birisini teşkil eder. Resminin yaptırılması ve pulunun bastırılması için, geçen gayrette, başta Doçent Dr. Nihad Yörükoğlu'nun, Ankara Yüksek Tahsil Talebe Cemiyeti mümessilliğinin, Manisa Turizm Derneğinin hizmetleri asla unutulmaz. Bunlara, rahatsızlığı dolayısıyla Manisa’ya gelemeyen Türkiye’nin sayılı âlimlerinden Prof. Dr. Feridun Nafiz Uzluk, daima başkanlık etmiş ve güzel uyarmalarda bulunmuştur.

Şimdi Hafsa Sultanı mesire bağlayalım.

Hafsa Sultan hastalanır, kimse derdine derman bulamaz. Merkez Efendiye başvurur. Verdiği macunu ile iyi olunca Sultan, bu macunun halka dağıtılmasını emreder. An'ane böyle gelir.

Manisa’nın 19 uncu asır kadın şairlerinden Tevhide Hanım bakınız manzumesinde ne diyor: -

Nevruz gününde mesir saçarlar

Cemi cümle halk avuç açarlar.

Demek ki, mesir 4 asır boyunca yaşatılmıştı Bu çok büyük bir anlayıştır. Bu an'anenin birinci kahramanı Hafsa Sultan, ikincisi Merkez Efendi, cümlesinin ruhları şad olsun.

Gelelim Merkez Efendiye:

Merkez Musa Muslihiddin Efendi, 509 sene önce Denizli'nin Sarımahmutlu köyünde doğar. İlköğrenimini Bursa'da Veliyyüddinzade Ahmet Paşa Medresesi’nde yapar. İstanbul'un ilk kadısı Hızır Bey’in oğlu Ahmet Paşa’dan ders görür. Orada bir âlim olarak yetişir. İstanbul'a gelir. Sünbül Efendi’nin sohbetlerine iştirak eder. Ondan da ruhî derslerini alır. Aynı zamanda bir taraftan da güzel şiirler yazar ve her vesile ile ilmini artırmağa gayret eder.

Manisa'da Sultan Camii yanındaki imaret ve dergâha tayin edilir. Hastaların ruhi tedavileri ile meşgul olur ve tarihçe meşhur mesiri burada ihya eder. 4-5 sene burada kalır ve ondan sonra İstanbul’a döner. Sünbül Efendi’nin yerine irşada memur edilir. Bundan 418 sene önce ölmüştür. Türbesi hâlâ ziyaretgâhtır. Tekkesi bu güne kadar bir ruh sağlığı dispanseri gibi vazife görmüştür. Müslüman ve Hristiyan herkes kendine iyi telkinleri için ziyaret eder, ruhunu ona bağlar. Hakkında güzel menkıbeler söylenir.

Sünbül Efendi’ye genç yaşında intisap etmiştir Yaşlıca arkadaşları onu çekemezler. Çünkü şeyhin teveccühüne mazhar olmuştur. Sünbül Efendi bir gün şunları bir imtihan edeyim, der. İşte bahar geldi, kırlara dağılın, bana görebildiğiniz çiçeklerden derleyin, getirin, der. Herkes bir tarafa dağılır. Bulabildikleri çiçeklerden getirirler. Merkez Efendi, bir türlü ortada yoktur. Bu mürid, mürşidinin emrini yerine getirememiştir. Nihayet elinde sararmış, solmuş, kurumuş bir çiçekle gelir. Herkes kucak kucak çiçek getirmiş. Mürşid sorar, nedir getirdiğin. Hazreti Merkez, cevap verir. Kusura bakmayın, ben galiba size layık bir talebe olamayacağım. Çiçek koparmak istedim, baktım ki hepsi Allah'a tesbih ile ibadetle meşgul, kıyamadım onları koparmağa. Beni artık affedin, ben sayenizde yetişeceğimi ümit ediyordum ama bakınız emrinizi dahi yerine getiremedim diyerek elindeki kuru çiçeği verir..

Şu düşünce Müslümanlığını ne kadar rabıtalı bir din olduğunu gösterir. Lakin bizim bunları öğrenmeğe heves etmediğimizi ve laubali davrandığımızı üzüntü ile söylemek isterim.

İslami terbiyeye bakınız. Yerlere döşenen taşlar da bir varlıktır, o da bir canlılıktır, o da Hakkın bir bir tezahürüdür, diye kabul edilir. Üzerine basar geçersin, fakat hiçbir zaman ayağınla o taşı itmek olmaz, alıp elinle bir köşeye koyarsın, çünkü o da bir varlıktır, demişlerdir.

İslâmiyet ahlâk güzelliğidir. En hakiki Müslüman ahlakın derinliğine en çok varmış ve ilerlemiş insanı demektir.

Peygamberimiz bir gün sahabelerinden birkaç kişi ile giderken yanında bulunanlar kendisine şurada medfun bir tanıdığımız için şefaatçi olur musun, derler. Peygamberimiz “o adamı ben tanımıyorum, siz nasıl bilirsiniz?" diye sorar. Çok kusurları varmış diyerek kusurlarını sayarlar ve Allah'ın mahlûklarına ve çocuklara karşı asla iyi niyet göstermiş bir insan değildi, derler. Peygamberimiz yine sorar. Hiç iyi bir şey yapmadı mı? Bir çiçek ve bir ot dahi yetiştirmedi mi? O suale de tanıyanlar, hayır cevabını verirler. Bunun üzerine, Allah’ın yaratıklarına hiç kıymet vermeyen birine ben nasıl şefaat ederim, der ve yürür geçer.

Efendim,

Memleketimize eski an'anelerimizle çok şeyler sokmuşuz. Fakat zamanla bunlardan ve Adaletten uzaklaşmışız. O zamanlar dünyanın büyük bir parçasına sahip olan milletimiz bu güzel huylardan vazgeçtiği için ancak beşiğimiz olan Anadolu'da güç barınabilmişiz.

Bugün başka memleketlere giderken çiçek zamanı bütün yolları çiçeklerle dolu görürüz. Hiçbir kimse onları koparmaz. Neden biz böyle geçtiğimiz yollarda gözlerimizi güzelleştirecek bu çeklerden kendimizi mahrum etmişiz. Niçin, çünkü bizde çiçek koparmak usulü yoktur.

Bunlar garbe hep şarktan girmiştir. Biz bunları şimdi garpten medeniyet diye alıyoruz. Ve onlardan almak zorundayız. Bir adamı öldürmek nasıl birtakım takibatı gerektirirse, çiçek için de böyle olmalı. Çiçek de bir canlıdır. İnsan gibi bir varlıktır. Onu insan nasıl kıymadan koparır? Çiçeği kopardığımız anda ölür. Biz onu zorla suda, şurada burada birkaç gün yaşatmağa çalışırız. Hâlbuki her şey yerinde güzeldir.

Bu kadar güzel eserlere sahip olan Manisalılar, ne bileyim çiçek koparmanın zararlarını ve fenalığını da herkese telkin edecek olurlarsa, her sene her ay zamanlarının çiçekleri ile burası bir cennete döner. Hollanda gibi, dünya, Manisa'yı bu noktadan de anar. Çünkü memleketimizi tanıtacak mefahir pek çok. İşte Merkez Efendi buna örnek olanlardan biridir.

Merkez Efendiyi methetmeğe lüzum yok. Manisa’ya onun bu dersi kâfi. Onlar devirlerini ikmal etmişlerdir. Maziye dönülmez ama mâziden hız alınır. Mazimizin en güzel şeylerini farz ediniz ki, kaçırmışız. Onları yeniden ihya etmek hepimize düşen, vatan borcudur.

Merkez Efendi İstanbul'da bir ziyaretgâhtır. Her milletten müracaat edenlerin ruhlarının sükûn bulduğu bir yerdir. Bir gün bir ermeni madam, Merkez Efendinin İstanbul'daki tekkesine bir kurban götürür. Aynı zamanda bu camiye bir arazi lazımsa, alayım, der. Kendisine "Sen neden bunu kiliseye vermiyorsun?" diye sorulduğunda, ben buradan gördüğüm iyiliği, kiliseden görmedim, der. Bir büyük yangın oldu, geldi benim evimi kurtardı, cevabını verir. Siz şu inanışa bakın.

Hatta yeri değil ama bilmem söyleyeyim mi, söylemeyeyim mi? İlim malzemesini bazen söylemek de yerinde olur. Uygunsuzluktan kendilerini men edemeyen kadınların gebe kalmayayım diye huzurunda dua ettikleri bile olurmuş. Yani o dereceye kadar Merkez Efendi bulunduğu muhitin manevi bir sahibidir ki, onun mevcudiyeti daima bazı sıkıntıların ortadan kalkmasına bir vesile teşkil etmiştir. Bu ne güzel bir an'anedir. Birazdan da bazı misallerle anlatacağım veçhile bunun hiçbir zaman batıl tarafı yoktur. Merkez Efendi’yi vesile teşkil ederek insanın kendisine, kendi ruhunun ruhaniyetine, teveccühtür, başka bir şey değildir.

Merkez Efendi aynı zamanda örnek bir insan ve zamanının ruhi tababetine vakıf bir hekimdir. O kadar ki, en rabıtalı ve âlimleri en ileri olan Müslümanlık taifesinin daima başında yer almış olan Ebussuud Efendi de bu zatın hayranıdır.

Gelelim mesire:

Bu bahsi aziz dostum Sadık Karaöz'e ithaf ederim. 400 senedir devam eden bu mesir an'anesinin tarihi çok eski zamanlara kadar gider. Sümerlerde, Mezopotamya’da, Nippur şehrinde İsin denilen mabette senenin belli bir gününde (Bu günde yeni çalışmalarla meydana çıkmıştır) gecenin gündüze müsavi olduğu bir günde mabette altın bir kapta mevcut olan macun halinde bir ilacı müracaat eden halka dağıtırlar.

Anadolu’nun bütün an'ane ve efsaneleri tarihi çok eski zamanlara kadar gider ve bunlar çok çeşitlidir. Üstad Uzluk der ki, bu adet Merkez Efendinin doğmuş olduğu Denizli'de de olmalıdır. Çünkü burası çok eskidir. Bundan şunu anlıyoruz ki, bu an'ane olarak 5-6 bin sene devam etmiştir. Belki Denizli'de vardı da, Merkez Efendi onu Manisa'da tamim etmiştir. Çünkü Merkez Efendi mesirin mucidi değildir. Onu ihyaya vesile olmuştur, bu an'ane asla batıl değildir. Çok güzeldir. Zira kim 41 maddeden mürekkep bu ilacı nevruz günü yani bir telkindir. Şu güzelliğe bakın, kendisine ne güzel bir telkin yapmıştır. İnsanlar daima hayatlarında bu güzel telkinlerle yaşar, ayakta durur ve muvaffak olur. Onun için bundan alacağınız ders şudur:

Hayatta kendinize daima iyi telkinler yapacaksınız. Yoksa herhangi bir talihsizlikten teessüre kapıldığınız gün bedbahtlığınız başlamış demektir. Ayağınız bir çukura girmiştir. Ben bahtiyar olamam, ben şu işi yapamam, istediğime nail olamam. Biraz üşüse ben galiba hasta oluyorum, hasta olsa ben fena bir illete tutuldum, benim sonum gelmez.

İnsanın kendi aleyhine böyle savunması ne Müslümanlığa sığar, ne de ahlâka sığar. Bizler kendi içimizdeki canlılığa inanarak iyi telkinlerle hayatta her türlü sıkıntılardan, mahrumiyetlerden kurtulacağımızı unutmamalıyız. Şu telkinlerin güzelliğine bakın. İnsanlar inanınız ki bu güzel inançlarıyla hayatlarını güzelleştirirler.

84 yıl önce Aydın vilayeti salnamesinde İbrahim Cavid halktan işittiği bu güzel an’anelerin misallerini vermiştir.

Üstad Uzluk yeni bir hakikati ortaya çıkarmıştır. Der ki: Bu mesir kelimesi Rumca Mithirdates’dir. Ve yine 1900 sene evvel Milâdın ilk asrında yaşamıştır. Bu adam da diğer hükümdarlar gibi zehirlenerek öldürülmekten korkardı. Onun için zehirlenmeğe karşı 56 maddeden ibaret bir antidot yani zehir karşılığı bir ilaç hazırlamıştır. Bu antidotta en kuvvetli zehirlere karşı gelen ilaçlar vardır. Böylece zehirlenmelere karşı şerbetli olmuştur. Ve bu ilacı ile daima kendisini kurtarmış ve bununla bahtiyar olmuştur. Rumca Mithir kelimesi misir gibi okunur. Mesir kelimesi işte bu misir kelimesinden bozmadır. Bu itibarla mesir kelimesi bu kralın isminden gelmektedir. Bununla beraber ben hiçbirinize mesire, misire çevirin diye konuşmuyorum. Tarihi vaziyeti bildiriyorum. Ama yine mesir diyelim. Sadece bilelim ki, eski adı misirdir.

Bu 56 madde birçok şehirlerde böylece kullanılmıştır. Eski tıpta da böyle polifarmasi dediğimiz birçok maddelerle ilaç hazırlanmıştır. Nitekim Teriyak da bunlardan birisidir. Andromak lansiyen tarafından yapılmıştır. Bunlar, hep bu an'anenin muhtelif şekillerini gösterir.

Mesir aynı zamanda bir nevruziyedir. İstanbul sarayında 41 maddeden hazırlanır. Bulunmayan maddeler hazfedilebilir. Bazen 27 maddeden de olmuştur. Lakin esası 41 maddedir. Ve bunların çok ta formülleri vardır. Lakin bunlar kaydedilmemiştir. Eğer birçok hususlar varsa şifahi olduğundan ben size onlardan bahsedemiyorum, Hep bunlar işittiklerimizi kaydetmeme hastalığından ileri gelmektedir.

Aziz dinleyicilerim,

Benim bir hastalığım var. Bu mutlu bir hastalıktır, bizim hasletlerimizi bizim eski bilgilerimizi tarihe aktarma hastalığıdır. İşittiğiniz her şeyi kaydetmek için yanınızda daima bir kalem ve bir kâğıdınız bulunacaktır. Buraya işittiğiniz güzel şeylere kaydedeceksiniz. Herkesin bir defteri olacaktır. Oraya tarihi bir anı kaydettiği gibi, işittiklerini yazacak, nenelerden, yaşlı zatlardan duyduklarını tespit edecek, zira an'anelerin pek çoğu kayıtlı değildir.

Bunları toplamakla, ona buna söylemekle ilim yapılabileceğine inanmak lazımdır. Bu memlekette ilim yapmak muayyen bir zümreye mahsus değildir, Herkes ilim yapabilir. İlim yapmak işittiklerinizi sıralayıp neşretmekle olur. Neme lazım, bu bizi alakadar etmez, biz âlimlerin işine karışmayalım, demeyeceksiniz. Netice çıkarmak bizim vazifemiz değil onunla meşgul olanlara biz malzeme vereceğiz. An’ane daima şifahidir. Halktan duyacağınız herhangi bir hususa inanın ki, kökü bundan altı bin sene önceye kadar gidebilir. Çünkü tespit edilmemiştir. Nine torununa söylemiştir torundan toruna devam etmiş gitmiştir.

Efendim, bunu bir vatan borcu telakki etmeliyiz. Böyle çalışacağız, yoksa bunlar hep böyle teşvik edilmediğinden birçok hususlar kaydedilmemiştir. Eğer başka bir memlekette olsa idi, bunları toplamak için böyle bir kaç kelime değil, ciltler dolusu kitaplar yazılabilirdi. Hep bunlar zamanında işitilmiştir. Lakin çok defa güzel sözler işitilip asırlardan beri devam ettiği halde, sadece işitilmekle iktifa edilmiştir. Bunları ister üç yüz, ister beş yüz, ister bin sene önceye ait olsun kaydetmeyenlere ben devamlı küskün ve dargınım. Çünkü bizim hasletlerimizi tarihe mal etmeğe vasıta olmamışlardır.

Şimdi gelelim, nevruz bayramına:

Nevruz bayramı da Türk bayramıdır. Şimdi bunu İranlılar benimsemişlerdir.

Osmanlı sarayında padişah, sadrazam, vezirler ilim adamları, tarikat adamları için nevruziye hazırlanır. Müneccim başı bu ilacın tadılacağı dakika ve saniyeyi bildirerek bunlara vermişlerdir. Ve bunları tarihimizde yaşatmışlardır. Bu en güzel telkinlerden biridir. Onlar kendilerine düşeni yapmışlardır. Bize başka hususlar düşer ki, herkes mesir macununu alamaz. Ve onun dakikasını bulup yiyemez. Bize, düşen, yeni seneye girdiğimiz zaman benim bu senem daha kârlı, daha kazançlı, daha verimli olacak bana geçen seneyi aratmayacak diye telkin hususundaki dersimizi bu gibi an'anelere bağlamalı ve kendimize iyi telkinler yaparak memleketimizi ruhi, maddi hastalıklardan, sıkıntılardan, geriliklerden, mahrumiyetlerden bu suretle korumalıyız.

Efendim,

Görüyorsunuz ki, bu bahis çok eski ve derin, dallı budaklıdır. Biz kısaca temas ettik. Şimdi müsaade buyurursanız bir neticeye varalım.

Hadiseler görüyorsunuz ki, birbirine ne kadar bağlıdır. Biz bunlara tesadüf deriz. Hâlbuki tesadüf yoktur. Bu kâinat bir tek varlıktır. Tek canlılıktır. Ve bunun sinema gibi muayyen bir şeridi vardır. Hatta o kadar söylemişlerdir ki, insan daha, büyük annesi doğmadan kâmil olurmuş. Eğer bizler hepimiz bu hüviyette bulunuyorsak bilin ki, sinema şeridinde bu hüviyetlerimiz vardır, şahsen bugünkü hüviyetlerimizle birbirimizin karşısına çıkmış bulunuyoruz.

Merkez Efendi Denizli’de doğacak, sonra yetişecek ve buraya gelecek, Hafsa Sultanının oğlu gençtir, burada valilikle devlet idaresi öğreniyor, annesi de yanında buraya gelmiştir. Hastalanacak, buranın ihtiyaçlarını görecek. Hamamı yoktur, yaptıracak, medresesi yoktur yaptıracak, camii yoktur yaptıracak, Muradiye Camii ve medresesi var diyeceksiniz ama bunlar 100 sene sonra olanlardır. Hafsa Sultan ihtiyaçlarımızı düşündüğü gibi bu hastahaneyi bahşetmiş, ne kadar yerindedir. Dedelerimiz ve ninelerimizden intikal etmiş, bu hastahanenin, ne kadar efsaneleri vardır.

Hepsi zaman zaman söylenecek ve zamanla duyurulacaktır. Bunları kaydetmek bizim için çok kârlı olacaktır. İşittiklerimizin, topladıklarımızın, inanın ki ruhlarımızdaki bahtiyarlık hisleri, hayatımızı tatlandıracaktır. Bunları bâtıl sayanlar varlıklarının sakat taraflarını ortaya koyarak kendilerini küçültmüşlerdir. Zira bunlar bâtıl değil, bir telkindir. Efsaneler, hep rivayetlerdir. Hiç bir kimseye ve hatta dinlerine bile zararı olmayan ve hayata bağlayan kendi ruhlarını olgunlaştıran düşüncelerini, iyi niyetlerini olduğu gibi kanaatleriyle ilim zihniyetleri içine alan adil mütefekkirler bunu daima ilim ve medeniyetin menşei saymışlardır. Bir memlekete an'anelerinin devamı ile yaşar. Ve sakinleri de böyle mes'ud olur. Ruhun olgunlaşmasında ye varlığımızı sayamayacağımız derecede eskilere götürmesinde en iyi kuvvetlerden biri de budur. Hatta ihmal bilginler bile bu kanaatleri içine almayı asla etmemişlerdir. Bunları toplamalıdır. Bu kuvvet hepimizde vardır. Bunları yaşatmada devam eden Manisa'yı ve Manisalıları ve buna önayak olan büyükleri tebrik etmelidir. İnsanlar şifayı daima iyi telkinlerden almalıdır. Biz kendi kendimizi güzel düşüncelerimizle kıymetli bir insan olma yolunda yürütmeliyiz, Milletler böyle payidar olur. Türkiye bu ruh kuvveti ile bu suretle yeniden dirilmiştir. Milletimiz asil düşüncelerle ruhundan, ruhundaki iman ile yeniden dirilmede tesiri olan bu güzel an'aneleri muhakkak ki unutmayacaktır. Manisa’daki bu ruh her yere ve hatta dünyaya misal olmalıdır. Telkinim bunlardır. Cümleniz bahtiyar olunuz.”

Konuşma metninde yer alan bilgilerin tamamının doğru olduğunu günümüzde ifade edemiyoruz. Yazının ana teması bu bilgiler olmadığı için konuyu daha önce yazılan diğer yazılara havale ediyoruz.

Bimarhane’nin aynı külliyede yer alan hankah gibi yok olmasını engelledikleri, restorasyonunun yapılmasına vesile oldukları, Tıp Tarihi Müzesi gibi çok müstesna bir eseri Manisa’ya kazandırdıkları için adı geçen ve geçmeyen bütün büyüklerimize müteşekkiriz. Ruhları şad olsun.

Erkan Akbalık

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum