Doç. Dr. Selim ÖZTÜRK

Doç. Dr. Selim ÖZTÜRK

[email protected]

3 Mayıs 1944 Olaylarının Perde Arkası

06 Mayıs 2021 - 10:01 - Güncelleme: 23 Haziran 2021 - 12:03

3 Mayıs 1944’te ideolojik veya kişisel bir kavganın şahsileşmesi üzerine açılan davanın uluslararası gelişmelerin de etkisiyle yurt çapında bir tasfiye operasyonuna dönüşmesi olayını görürüz.

Sabahattin Ali ile Nihal Atsız arasındaki suçlamaların birbirlerine hakarete vardırmaları sonucunda davalık olmaları durumudur. Bu iki eski dost ideolojik nedenlerle birbirlerine düşman olmuş; hatta Nihal Atsız’ın Türkçü düşüncesiyle Sabahattin Ali’nin komünist fikirleri birbirlerini Alman ve Sovyet ajanlığıyla suçlayacak ölçüde ileri gidince davalık olmuşlardır.

Sabahattin Ali’nin harcırahla Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel tarafından Almanya’ya eğitime yollanması ve dönüşünde yüksek görevlere getirilmesi de sanırım ideolojik saiklerin yanında kişisel memur kıskançlığının da devreye girmesine sebep olmuş olabilir. Zaten bu tür meselelerde ideoloji ve siyasi görüşten daha çok kişisel kıskançlıklar, yükselememe, harcırah kavgası gibi mevzuların olduğunu az buçuk devlet memurluğunda bulunmuş çoğu kişi bilir.

Atsız ve arkadaşları devlete komünist kadroların doldurulduğu ve bunun da sorumlusunun milli eğitim bakanı olduğu suçlamalarını yapacaktır. Tabi ki bu olayın bir de uluslararası gelişmeler ayağı vardı ki bu aslında her şeyi ortaya koymaktadır: Almanlar 1943 yılında Stalingrad’da Sovyet Rusya’ya yenilmişler ve geri çekilmeye başlamışlardı. Bu süreçten sonra hükümet ve bürokrasi içerisindeki Alman yanlısı siyasetçi ve bürokratlar görevlerinden yavaş yavaş edilirken yerlerine komünizme sempatiyle bakanlar getirilmekte hatta Turancıların iddialarına göre komünistler devlet içerisinde gittikçe artmaktaydı. İddia Nihal Atsız’a aitti ve Şükrü Saraçoğlu’na mektup yazarak şikâyetini dile getirmişti. Farkında değildi ki Alman yanlısı Saraçoğlu da yakında gidecekti.

Bir 2 kişi ve yazı görseli olabilir

3 Mayıs 1944’te Atsız ve Sabahattin Ali davası sırasında Atsız lehine yapılan gösteriler bahane edilerek Cumhurbaşkanı ve birkaç sene öncesinin Milli Şefi İsmet İnönü’nün talimatıyla Türkçü/Turancı kadroların tasfiyesi ve tutuklanması süreci başlamıştır.

Aslında bu vaka sadece Türkiye’deki devlet kadrolarının şekil değiştirmesiyle ilgili bir husus değildi. İnönü bir şekilde bu süreci ucuz atlatarak Türkiye’nin olası bir Sovyet tehdidine karşı önlem almak amacıyla dış politikada SSCB’ye yakınlık mesajı verme amaçlı yürütmekteydi. Bölgede uzun yıllar İngiliz sömürgeciliğine karşı Mihver Devletler tarafında yer alan bölgesel aktörler İngiltere ve Sovyetlerin ortak operasyonlarıyla birer birer yerlerinden olmaya Stalingrad bozgunundan daha da önce, 1941’den itibaren başlayacaktır.

İran Şahı Rıza Pehlevi Aryancılık siyaseti üzerinden sempati beslediği Almanlardan yeterli desteği göremeyecek ve 1941’de Müttefikler arasında iki ayrı nüfuz bölgesine bölünecek ve Güney Afrika’ya sürgüne gitmek zorunda bırakılacaktır. Irak’ta Almanya yanlısı darbeyle iktidara gelen Reşid Ali Geylani İngilizlerin müdahalesi sonucu (1941) Almanlardan beklediği yeterli desteği bulamadığı için Türkiye üzerinden Almanya’ya kaçmak ve orada sürgünde hükümet kurmak zorunda kalacaktı.

Diğer yandan Mısır’da Kral Faruk’un yakın arkadaşı olan Başbakan Ali Mahir de Alman/Mihver yanlısı bir isimdi. Genelkurmay Başkanı da Aziz el Masri de Almancıydı. Daha da ilginç bir bilgi; Cemal Abdünnasır ve Enver Sedat daha genç birer subaylarken el Masri’nin ekibindeydiler. Yani Almancı/Mihverciydiler. İngilizler buraya da müdahalede bulunarak Almancıları tasfiye etmişler ve Mısır Kralını İngiliz yanlısı kadrolarla çalışmaya zorlamışlardır. Diğer bir Alman hayranı Filistinli Kudüs Müftüsü Emin el Hüseyni de Almanların mağlup olmasıyla tasfiye olanlardandır. İsviçre’ye oradan da Kahire’ye kaçan el Hüseyni yargılanmaktan zor kurtulacaktır.

Hatta o dönem Hindistan Özgürlük hareketi lideri Netaji (Hintçede führer) Subhas Chandra Bose bile Özgür Hindistan geçici hükümetini o yıllarda Berlin’de kuracaktır. Irkçılık/Turancılık davası adı verilen soruşturmalarda da aslında amaç Almancı olarak nitelendirilen grupların tasfiyesi ve Sovyetlere bu şekilde göz kırpılmasıydı.

Bu süreç 1947 yılına doğru beraatlarla sonuçlanmaya başlayacaktır. Çünkü artık Türkiye Truman Doktrini ve Marshall Paktı yardımlarıyla ABD ve Batılı müttefiklerin etki sahasına girerek Stalin tehdidine karşı önemli bir dayanak buluyordu. Yavaş yavaş Alparslan Türkeş, Nihal Atsız ve arkadaşları beraat ettirilip hemen hiçbir şey olmamış gibi devlet görevlerine ve kıta hizmetlerine döndürülürken; olan bu kez de solcu kadrolara olacak ve komünistler aleyhine oluşan cadı avı atmosferinde Sabahattin Ali 1948’de faili meçhul bir cinayete kurban gidecektir. Sovyet taraftarı komünistlere yapılan 1947 sonrası tasfiye operasyonlarında da önceden sanık olan Turancı/Türkçüler bu sefer tanık olarak yer alacaklardır. Bu durum uluslararası sistemdeki değişimin veya küresel başat aktörler arasındaki herhangi bir çatışmanın nasıl diğer ülkelerdeki müttefik grupları da etkilediğini, ya tasfiyelerine ya da yükselişlerine yol açtığını göstermesi açısından önemlidir. Aslında bir anlamda bu devir devran olayları hale devam etmektedir.

Devlet kademelerinde çoğunlukla siyaset kaynaklı gibi görünen meseleler kişisel problemlerden kaynaklı çekişmeler ideolojik gerekçelerle de beslenip dış müdahale için kullanışlı bir hale gelmektedir. Tabi ki doğal olarak uluslararası aktörler de bu durumu kullanmaktan kaçınmamaktadırlar.

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum