Doç.Dr. Faiq ELEKBERLİ

Doç.Dr. Faiq ELEKBERLİ

[email protected]

Ali Bey Hüseyinzade'nin Turancı Felsefesi

25 Şubat 2025 - 12:17

Bu makale, Türk dünyasının büyük âlim ve düşünürü Ali Bey Hüseynzade'nin  doğumunun 160. yılına ithaf edilmiştir .

Azerbaycan Türk düşünürü Ali Bey Hüseynzade (1864-1940) Salyan'da doğmuş ve küçük yaştan itibaren ana dili Türkçe'nin yanı sıra Arapça, Farsça ve daha sonra Yunanca, Rusça, Almanca ve Latince'yi mükemmel bir şekilde öğrenmiştir. Anne tarafından Kafkas Şeyhülislamı Şeyh Ahmed Salyan'ın torunu olan Hüseynzade, ilk öğrenimini 1875-1885 yılları arasında Tiflis'teki Ruhani Medresesi ve Rus Lisesi'nde aldı. 1885 yılında St. Petersburg Üniversitesi Fizik-Matematik Fakültesi'ne girdi ve mezun olduktan sonra (1889) İstanbul'a gitti. İstanbul'daki Askeri Tıbbiye'de eğitim gördü (1890) ve "Jön Türkler"e katılarak "İttihat ve Terakki"nin kurucuları arasında yer aldı (Ali bey Hüseynzade, "İttihat ve Terakki" nasıl kuruldu?", s. 13). 1895 yılında Askeri Tıbbiye'den mezun olduktan sonra hekim yardımcısı olarak çalışmaya başladı, 1897-1900 yılları arasında Türk-Yunan Savaşı'na katıldı ve İstanbul'a döndükten sonra tıbbi eserler yazdı.
1903 yılında İstanbul'dan Bakü'ye gelmek zorunda kalan Hüseynzade, Birinci Rus Devrimi (1905) sonucunda sömürge halklarına tanınan söz, basın, kültür ve vicdan özgürlüklerinden yararlandı. "Hayat" gazetesini (1905-1906), "Füyuzat" dergisini (1906-1907) çıkardı ve diğer gazetelerde ("Kaspi", "İrshad", "Teraqqi" vb.) bilimsel ve gazetecilik makaleleri yayınladı (Azer Turan "Ali bey Hüseynzade (hayatı, mücadelesi, yaratıcılığı ve şeceresi", s. 57-61) . 1908-1910 yılları arasında "Saadat" okulunda öğretmenlik yapan Hüseynzade, 1910 yılının ortalarında İstanbul'a dönerek Haydarpaşa Askeri Hastanesi Tıp Fakültesi'nde çalıştı (1910-1931).
1911 yılında tekrar İttihat ve Terakki'nin merkez örgütüne üye seçilen, aynı zamanda "Türk Yurdu" merkez ve dergisinin kuruluş ve gelişmesinde yakından görev alan Hüseyinzade, 1915-1917 yıllarında "Turan" adını verdiği bir heyetle Avrupa ülkelerine giderek, Türk halklarının, özellikle de Rusya Türklerinin durumunu onlara aktarmaya çalıştı. Bu amaçla Berlin'de düzenlenen "Türk Halkları Kongresi" (1916) ve Stokholm Kongresi (1917) daha fazla ilgi gördü. 1918 yılında A. Ağaoğlu ve Nuri Paşa komutasındaki Kafkas İslam Ordusu ile Gence'ye gelen A. Hüseyinzade, kısa bir süre sonra İstanbul'a döndü. Ancak I. Dünya Savaşı sonucunda Osmanlı Devleti'nin mağlup devlet olarak tanınması (Mondros Antlaşması, 20 Ekim 1918) ve İtilaf blokunun başındaki İngilizler tarafından Malta'ya sürülmesi bir tesadüf değildi.
1925 (1926) yılında Bakü'de toplanan I. Türkoloji Kongresi'nden döndükten kısa bir süre sonra, Mustafa Kemal Atatürk'e suikast düzenlemekle suçlanan İttihatçılarla birlikte tutuklandı. Ancak mahkemece beraat ettirilen A. Hüseyinzade, bu olaydan sonra siyasi ve ideolojik konulardan uzak durmuş ve 17 Mart 1940'ta İstanbul'da vefat etmiştir.
Başlıca siyasal-ideolojik, bilimsel-felsefi eserleri "Türkler Kimdir ve Nelerden Oluşur?", "Siyaset-Furusat", "Abdi-Glaf Mahfez", "Batı'nın İki Destanında Türk" vb.'dir.
Ahmed Bey Ağaoğlu, "İslam milliyetçiliği" siyasal-ideolojik düşüncesi doğrultusunda, ağırlıklı olarak İslam tarihi, felsefesi, kısacası İslam kültürü üzerine çalışırken, 20. yüzyılın başlarında Ali Bey Hüseyinzade, İslamcılıktan ziyade Türkçülük tarihi ve felsefesine daha fazla önem vermiş ve siyasal Türkçülüğe doğru bir eğilim göstermiştir. Aslında bu düşünürlerin temel hedefleri açıktır: İslam-Türk dünyasının kurtuluşu. Kurtuluş yolunda biraz farklı taktikler seçmek, farklı görüşler dile getirmek doğaldır. Hüseynzade'nin ifadesiyle, aynı fikir uğruna mücadele eden insanlar arasında görüş ayrılıklarının ve çelişkilerin varlığı, milli birliğin bozulduğu anlamına gelemez. Bilakis görüş ayrılıkları sonucu hakikat ortaya çıkar ve millet gerçek hakikatin peşinden gider. Şöyle yazıyordu: “Özellikle bu büyük devrim günlerinde, her halde birden fazla göze sahip olmak lâzımdır! "İrşad" ile "Hayat"ın görüşlerinde pek çok ayrılık olacağı şüphesizdir. Cemaatimiz bu görüş ayrılıklarının ayrışmaya ve bölünmeye yol açmasına izin vermesin! HAYIR! Ancak herkes için açıktır ki, farklılıklara rağmen hakikat ortaya çıkabilir ve tezahür edebilir, hakikat yanılsama ve düşünce perdesinin ardından parlar. "İlim ve hakikatin en büyük ve en şerefli dostları arasında bile daima ihtilaflar ve ayrılıklar olmuştur" (Ali bey Hüseynzade "İrşad" // Azerbaycan Matbaa Tarihi Antolojisi, iki cilt, cilt 1, s. 83). Öte yandan, Müslüman Türkler de dahil olmak üzere bütün Türkler için din ve millet kavramları hemen her zaman büyük önem taşımıştır. Bu anlamda o dönemde milli-demokratik cepheyi temsil eden aydınlarımızın bir kısmının Türk dünyasının kurtuluşu için İslam'la karışık siyasal Türkçülüğü (Yusif Akçura, Ali bey Hüseynzade, M.A. Resulzade vb.), bir kısmının ise Türkçülükle karışık siyasal İslamcılığı (Ahmed bey Ağaoğlu, Gara Garabeyli, S.M. Genizade vb.) tercih etmeleri doğaldır.
Onun sosyo-politik görüşlerinde Türkçülüğün İslam'la iç içe geçmiş iki yönü vardır: 1) İslamcılık ve Türkçülüğün birliği, yani "İslamlaşma, Türkleşme ve Avrupalılaşma" şeklinde ifade edilen "üçlü" formül; 2) ve "Osmanlı-İstanbul Merkezli Türkçülük" düşüncesi.
İslamcılık ve Türkçülük birliği meselesinin iki önemli boyutu vardı: 1) Çağdaş ruhu, onları muhafazakârlıktan (gerici İslamcılar) ve aşırılıktan (radikal Batılılar) uzak tutarak yansıtmak ve 2) İslamcılık ve Türkçülük birliğini koruyarak, bunların birbirine düşürülmesini önlemek.
Birincisi, aşırı muhafazakârlara da aşırı ilericilere de karşı çıkan, İslam ve Türklük birliği fikrini savunan Hüseynzade, İslam ve Türklük ruhunda daima yenilik ve çağdaşlık ruhunu rehber edinmiş ılımlı bir ilericiydi. İşte bu yüzden bugün Müslüman milletler diğer gelişmiş milletlerin gerisinde kalmış durumdadırlar. Öyle ki, Türk-İslam dünyasının oluşumu konusunda üç grup vardır: 1) Muhafazakârlar; 2) aşırı ilericiler; 3) Ilımlı ilericiler mevcuttur. İslamcılık ve Türkçülük önünde engel olarak gördüğü aşırı muhafazakârları ve solcuları sert bir dille eleştirerek, muhafazakârların her türlü yeni ve orijinal şeyden, faaliyetten tedirgin olduklarını, insanları sürekli bir noktada tutmayı hayal ettiklerini yazdı. Bunlar halkın ilerlemesini sürekli olarak engellemektedir (Ali bey Hüseynzade. Seçme Eserler, 2007, s. 34).
Ona göre Avrupalılar 4-5 asırdır geleceğe bakarken, İslam-Türk dünyası hâlâ geçmişten kopamıyor. Oysa geçmişi görmek ve bilmek, geleceği ve ilerlemeyi belirlemek için gereklidir, orada takılıp kalmak için değil. Bu geçmişe duyulan sevginin ılımlı biçimi muhafazakârlık, aşırı biçimi ise gerici düşüncedir; İşte gericiler yüzünden Müslümanlar, 4-5 asır dünyada cereyan eden bid’atlerden, dünyevi ilimlerden habersiz, onların bereketinden mahrum kalmışlardır (Ali bey Hüseynzade. Seçme Eserler, II. cilt, 2. cilt, s. 141). " Bu geri kalmışlık, bu geri kalmışlık yüzünden biz Doğulular, biz Müslümanlar son dört-beş yüz yıldır dünyada olup bitenlerden habersiz ve mahrum kaldık. Dikkatsizliğimiz ve gafletimizden dolayı büyük zarar ve ziyanlara uğradık. Öyle bir darbe aldık ki, bütün İslam âlemi, bütün İslam devletleri, Fas'tan Cava'ya, Kazan'dan Zengibar'a kadar sanki felçli gibi, kocaman, hareketsiz bir vücuda döndük! (Ali bey Hüseynzade. “Türkler kimdir ve kimlerden oluşur?”, s. 129)
Geri kalmışlığın zararlarını çok iyi anlayan A. Hüseynzade, "Hayat" gazetesinde, laik ve dini ilimler konusunda "Hangi ilimlere ihtiyacımız var?" diye yazmıştır. Konuyla ilgili bir tartışma düzenlemesi tesadüf değildi. Muhafazakârlara hitaben, "bilimsel-abdan" (dünyevi bilimler) ile "bilimsel-adyan" (dinî bilimler) arasında ayrım yapılmasının ve dinî bilimlerle birlikte matematik ve fen bilimleri gibi dünyevi bilimlerin de incelenmesinin gerekli olduğunu yazmıştır: "Ekselansları, aynı miktarda bilgiye ihtiyacımız olduğuna inanıyoruz: hem dinî, şeriat ve manevi bilimler, hem de matematik ve fen bilimleri gibi soyut ve fizikî bilimler" (Ali bey Hüseynzadeh. Seçme Eserler, 2007, s. 124).
"Mecnun ve Leyla-İslam" adlı makalesinde, İslam dünyasında yaşayan Müslüman halkların, özellikle de kendi fikri çocuğu saydığı ve "Türk tahtı" dediği Osmanlı İmparatorluğu'nun ve İslam dini olmasa bile, kalbi saydığı "İran"ın "hastalıklarının" sebeplerini ve çarelerini göstermeye çalışmıştır. Ona göre, Sultan II. Abdülhamid'in, şu anda siyasal İslam'ın eseri olan "Türk tahtı" üzerindeki tüm çabalarına rağmen, İslam coğrafyasının sadece bedeni değil, ruhu da hastalık içindedir. Bunun sebebi, bir yandan İslam dünyasının kendi beyin-manevi sisteminin çöküşü ve Batı dünyasından gelen "zehirli rüzgarlar"ın bulaşması, diğer yandan Batılı misyonerlerin gayrimüslimler veya Türk olmayanlar arasında yürüttükleri propagandadır (Ali bey Hüseynzade. "Kırmızı Karanlıkta Yeşil Işıklar", s. 151–153). Özellikle "İngiliz mikroplarının" ("Kırmızı karanlıkta yeşil ışıklar", s. 156) izlediği İslam karşıtı politika sonucunda, İslam dünyasının ruhu sayılan Arabistan'da bile "tik" ve "tak" sesleri duyulmadığını yazan Hüseynzadeh şöyle yazıyordu: "Vadi ve ölüler vadisi istikametinden gelen hücumlar, birbiri ardına iç odalara girdiler ve Kabe'yi ve Rovzey-Mutaha-Riya-Dali'yi tavaf ettikten sonra yerlerine döndüler. Acaba buradan, ruh ve bedenin gıdası olan İslami bilgileri, Zemzem suyunun yardımıyla her tarafa mı yayıyorlardı?... Kahire, Necef ve Kerbela'da bulunan medreseler ve darülfüniler harap bir vaziyette oldukları halde, o sırada tabip-dilgah olan Murad Bey'in feryat ve şikâyetlerine rağmen, buralarda İslami ilimlere ait tek bir işaret, tek bir eser yoktu..." ("Kırmızı Karanlıkta Yeşil Işıklar", s. 156-157).

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum