Burcu BOLAKAN

Burcu BOLAKAN

[email protected]

Komiser Ekber ve Ekibi

06 Nisan 2023 - 18:31


Resim yazarın çalışmasıdır.
 

Komiser Ekber ve Ekibi
Kitabı okumayı bıraktı, kaldığı sayfaya kurşun kalemle küçük bir nokta bırakarak çantasına yerleştirdi. Otobüs gara girmek üzereydi. Önce davranıp kalabalığa karışmadan inmek istiyordu. Öyle de yaptı, ilk inen kişi Gül olmuştu. Seri bir şekilde çantasını sırtına geçirdi, koşarak garın içinden çıktı.  Az ileride bekleyen taksiye bindi, yirmi dakika içinde İl Emniyet Müdürlüğüne varmıştı. Görev alacağı bölüme doğru yürüdü, onu karşılayan Haluk Komiser’di. Evvelden tanıştıklarından hoşu beşi bir kenara bırakıp direkt konuya girdiler.
- Vaktinden önce geldin. Ama iyi oldu böyle. Çalışacağın bölüme gider, oradaki ekip arkadaşlarınla tanışırsın.
- Ben bu bölümde görev almayacak mıydım Amirim?
- Görevinde değişiklik oldu. Seni Cinayet Büro Amirliği Bölümü’ne aldılar.
- Amirim, nasıl? Ben yıllardır Narkotik Suçlarla Mücadele Şube Müdürlüğü’nde çalıştım. Sizin yanınızda görev alacağım diye biliyordum.
- Görev görevdir Gül!
Konuşma bitmişti. Bu söz üzerine Gül’ün tek kelime etmesi mümkün değildi. Ayağa kalktı, Emredersiniz Amirim, diyerek Haluk Komiser’in yanından ayrıldı. Cinayet Büro Amirliği, dedi kendi kendine hafif gülümsedi. Görev görevdi yapılacak olan tek anlamlı ve uygun hamle bir ân evvel Cinayet Büroya gidip görevine başlamak olacaktı. Kendini biraz gerilmiş ve sıkıntılı hissetse de profesyonel olmanın gerektirdiği soğuk tavrı üzerine giyip duygusuz imajını takındı. Cinayet Büronun bulunduğu kata çıktı, gerekli sorgulamadan geçtikten sonra Komiser Ekber’in ekibinin çalıştığı kısımda buldu kendini. Kapıdan girdiğinde sağ taraftaki masada oturan kızı gördü. Kız, Gül’ü görünce ayağa kalktı, elini uzattı.
- Gül Komiser mi?
- Evet.
- Benim adım da Emel. Oturun.
- Otur! diye tekrarladı Gül.
- Efendim anlayamadım.
Aslında anlaşılmayacak bir durum yoktu. Gül, sert mizaçlı ve biraz dik kafalı bir polisti. Zaten bu tayin onu cezalandırmak için çıkarılmış olan bir karardı. Şimdi de yapılan bu değişiklikle anlıyordu ki birilerinin canını fena hâlde sıkıyordu. Oturun, kalkın gibi komutları hiç sevmezdi, özellikle kendinden küçük gördüğü memure arkadaşlarından bu sözü duymak onu çıldırtabilecek boyuta varabilirdi ki, bugün öyle olmamış, sinirlerine hâkim olmayı başarabilmişti, sadece denileni tekrar etmişti. Emel söyleneni duymuyormuş gibi davranan bu sert görünümlü kadına sadece başını sallamakla yetindi. Bilgisayardaki işine döndü. Sonra yine iyi niyetinden…
- Çay içmek ister misiniz? dedi.
- Hayır.
- Kahve?
- Olur.
Emel ahizeyi kaldırdı. İki tane sade kahve istedi. Kendisi sade kahve içtiğine göre bu nemrut yüzlü kadın şekerli kahve içecek değildi. Sormaya bile gerek yoktu. Zaten kemik torbası gibi bir şeydi. Hiç yemek yemiyor herhalde diye düşündü, gözlüklerinin üstünden Gül’e doğru bir müddet baktı. İçinden ‘‘Nasıl olsa Ekber Komiserim sana haddini bildirir.’’ diyordu. Kahveler gelince Emel, Gül’e:
- Hiçbir şey sormuyorsunuz Amirim? dedi.
- Ne sormamı bekliyorsunuz? On beş yıllık tecrübeli bir polisim ben.
- Millet nerede diye sorabilirsiniz.
- Niçin sorayım? Göreve çıkmışlardır.
- Genelde sessizdir burası. Dediğiniz gibi Amirim sabahları toplantı olur ve herkes sonra dağılır.
- Tahmin edebiliyorum, anlatmanıza gerek yok.
- Ekber Komiserim bugün gelmeyebilir, belki yarın sabaha kalır görüşmeniz. İsterseniz karşıdaki masalardan birine oturabilirsiniz. Şuraya oturun mesela, dedi işaret parmağıyla göstererek, İpsiz’in masasıdır. Gül bu sözü duyunca işaret edilen masaya değil de onun sol tarafındaki masaya geçip oturmayı tercih etti. Emel yine başını sallamakla yetindi. Kahveler gelmişti, Çaycı Osman kahvenin birini Emel’e uzatırken gülümseyerek elindeki diğer kahveyle Gül’ün yanına geldi.
- Hoş gelmişsin Amirim. Sen gelmeden namın geldi buralara. Yalnız Çenesiz’in masasına oturmakla pek iyi etmemişsin.
- Sana soracak değilim. Masa masadır. Ne fark eder?
- Tamam Amirim, kızma hemen. Doğru diyorsun da o masa bildiğin masalardan değildir, o masa Çenesiz’in masasıdır.
- Tamam anladık. Bırak kahveyi, işin gücün yok mu senin?
Kahveyi bırakan Osman kapıdan çıkmadan Emel’e doğru göz kırparak Gül’ü işaret etti. Birbirlerinin ne demek istediklerini anlayan iki çocuk misali başladılar kıkırdamaya. Osman gitmiş, Emel bilgisayarındaki işlere gömülmüştü. Gül de kahvesini yudumlarken oturduğu masanın yani Çenesiz’e ait olan masanın üzerinde bakışlarını gezdirdi. Hiç fotoğraf yoktu. Sadece şu stres topu denen saçma küçük toplardan bir tane bırakılmıştı. Bilgisayarın alt kısmında ise bir tespih vardı. Başka; iki dosya, bir telefon ahizesi, bir iki tane kalem, notluk o kadar. Bu masanın gözlemi bitmişti, şimdi diğer masalardaydı sıra. Yan tarafındaki İpsiz’in masasına göz gezdirdi, karmakarışık bir hâlde dosyalar üst üste yığılıydı. Sanki aylardır masaya hiç dokunulmamış gibiydi. Gül dayanamayıp sordu.
- Bu masadaki dosyaların bu şekilde açıkta durması hiç doğru değil. Nedir bunlar böyle? Açıkta dosya bırakılır mı?
Emel sorgulayıcı bakışlarla kendisine doğru bakan Gül Komiser’e cevap verdi.
- Onların resmî belge değeri yok Komiserim. İpsiz’in her olay ile ilgili biriktirdiği ve dosyaladığı belgeler.
- Özel dosyalarsa niye evine götürmüyor da burada tutuyor?
- Bilmiyorum Gül Komiserim gelince kendisine sorarsınız. Bizim ekip biraz enteresan tiplerle oluşturulmuştur.
- Nasıl enteresan?
- Yakında anlarsınız.
Gül kendi kendine söyleniyordu, ‘‘enteresanmış, kırık desene sen şuna,’’ diğer masalara bakmaya bile gerek yoktu. Gül de elindeki telefonu açıp kızının fotoğraflarına bakmayı tercih etti. Saat 11.00 suları Memoli büroya gelmiş Gül’le tanışmıştı. Gayet düzgün, modern giyimli, zeki bir gençti. Memoli’nin sohbeti Gül’ü sarmıştı, ekip hakkında çok fazla bilgi edinemese de Memoli’nin söylediklerinden anladığı kadarıyla diğerleri biraz antika tiplerdi. Ekber Komiser ise galiba tam bir kaçıktı. Her neyse görev görevdi. Gül de bir profesyonel. Gün çok sıkıcı geçmişti; sokaklarda koşuşturan, her gün kötülerin peşinde ve hiç durmadan daima sahada çalışan Gül’e büro içinde takılmak o kadar zor gelmişti ki, neredeyse patlamak üzereydi. Memoli de ‘‘Ben gidiyorum millet,’’ diyerek çekip gitmişti. Anlaşılan o ki burada bir disiplin söz konusu değildi. Herkes istediği zaman gelip gidiyordu, peki ama diğerleri neredeydi? Şu anda üzerinde çalıştıkları bir dosya var mıydı? Gül, bilgisayarın ekranına gömülmüş olan Emel’e merak ettiklerini sorabilirdi. Elbette ki bu ekibin bir parçası olduğuna göre biliyordur diye düşünüyordu. Nasıl olsa yakında öğreneceğim diye sormaktan vazgeçti.
- Bir kahve daha alır mısınız?
- Hayır.
Emel’in telefonu çalmaya başladı. Emel atik bir şekilde hazır ol vaziyetine geçip telefonu açtı.
- Buyrun Amirim.
- Arayan soran oldu mu?
- Size mesaj olarak gönderdiklerim dışında yok amirim. Yalnız.
- He.
- Gül Komiser burada.
- He şu sürgüne gelen. Biliyorum haberim var. Söyle gitsin evine. Bugün gelmeyeceğim ben. Sabah görüşürüz.
- Emredersiniz Amirim.
Telefonu kapatan Emel, Gül Komisere doğru bakarak ‘‘Ekber Komiserim sizden için gidebilir dedi, sanırım yarın Ekber Komiserim ile tanışacaksınız. Bugün artık buraya gelen olmaz.’’
Gül hiçbir şey söylemeden eline aldığı deri ceketi ve sırt çantası ile bürodan ayrıldı. Emel arkasından ‘‘Bu kadın bizimkilerden de enteresan bir tip!’’ diye söylendi. Bilgisayarında düzenlediği yazıların çıktısını almak için Ctrl+p tuşuna bastı.
Gül hızlı adımlarla Emniyet Müdürlüğünün koridorlarını geçti. Henüz kimseyi tanımadığı için karşılaştığı insanlara selam vermeyi bilerek yapmadı. Bahçeye çıktığında derin bir soluk aldı, arkasına dönüp baktı, burada, bu binada her gün hiç tanımadığı insanlarla ekibin bir parçası olarak çalışacaktı, bunu düşündü. Bir ân oldukça garipsedi. Kızı uzaktaydı, kendisiyle gelmeyi reddetmiş babasının yanına gitmişti. Kızını anlayabiliyordu, annesinin işi için yaşadığı şehirden ayrılmak, alışkın olduğu düzeni değiştirmek istemiyordu. Hem belki babasının yanında daha iyi olur ve rahat ederdi. Gül yemek yapmayı bile bilmezdi. Bu tip işlere hiç ilgi duymamıştı, çocuğuyla birlikte çoğunlukla dışarıdan yemek sipariş ederler ve yerlerdi. Ev işlerine gelince bir şekilde halloluyordu, zordu, anne olmak zordu. Yalnız Eda’yı şimdiden özlemişti. İyi bir anne değildi ama evladına karşı çok güçlü duyguları vardı. Beceremiyordu, iyi bir anne olmayı ve iyi bir eş olmayı becerememişti. Serkan’ı yıllar önce boşamıştı, o hiç önemli değildi; sanki Serkan’la hiçbir şey yaşamamış gibi hissediyordu ama Eda… İyi bir anne olamıyordu, varsa yoksa sadece işi. Daima işi. İşle meşgul olmadığı zamanlarda da içine düştüğü duygusal girdap onu sürekli derinlere çekiyordu. Polis Evine gidip kendisi için ayrılmış olan odasına geçti, daha önceden eşyalarını göndermişti, baktı, eşyalar dolaba yerleştirilmişti. Bu durumun geçici olduğunu düşünüyor, yakında yeniden eski görev yerine döneceğini, evladına en kısa zamanda kavuşabileceğini umut ediyordu. Hatta umuttan öteye bundan emindi.
Ertesi Gün
Gül saat 5.00’te ayaktaydı. Hızlıca duşunu aldı, kotunu sırtına geçirdikten sonra, saçını kurutup at kuyruğu yaptı. Yüzüne hafif bir makyaj serpiştirdi, kozmetik malzemelerine dokunmak midesini bulandırmıştı, fakat sabah kalktığında aynada karşılaştığı sararmış suratını insanlardan gizlemek için krem sürmek zorunda kalıyordu. Oldu işte, dedi. Maske tamamdı. Deri ceketini üzerine giydi. Sırt çantasını omuzlarına takıp odasından dışarıya çıktı. Polis Evinin bahçesine indi. Kendisi gibi erkenci biri daha vardı, o da yıllardır Polis Evinde çalışan emektar Sabahat’tı.
- Günaydın güzel kızım seni daha önce görmedim.
- Dün geldim. Adım Gül.
- Benim adım da Sabahat, burada çalışıyorum, yemekhane, kafe bölümü benden sorulur. Henüz servis açmıyorum ama sana istersen hemen servis açabilirim.
- Gerek yok. Genelde sabahları kahvaltı etmem.
Gül cebinden çıkardığı sigarasını yaktı.
- Anladım, o hâlde ben sana sede bir neskafe getireyim.
- Bak ona hayır diyemem.
- Hemen geliyor.
Sabahat’ın arkasından bakan Gül bu saatte kadın buraları temizlediğine göre kesin burada kalıyor olmalı diye düşündü. Yılların tecrübesi bu olsa gerekti. İnsanların bulunduğu yer ve zamandan çok çabuk bazı konularda fikir yürütmek; çoğunlukla tahminlerinde yanılmazdı. Kahveyi Sabahat’tan alırken sordu:
- Kaç yıldır burada yaşıyorsun?
- On üç yıl oluyor.
- Kimin kimsen?
- Var ama, arayanım soranım yok. Zemin katta 103 numaralı odada kalıyorum, ne zaman istersen gel, gerçi ben gece saat 10.00’a kadar buralardayım. Ama gece bir şeye ihtiyacın olur, gel tamam mı. Genelde pek uyuyamam. Rahatsız filan da olmam. Peki ya sen?
- Sürgün.
Gülüştüler. Gül kahvesini yudumlayarak bahçede turlamaya başladı. Bir yandan da sigarasını içiyordu, aklı Eda’daydı arasam mı acaba diye düşünüyordu. Sonra Eda’nın bildik tavırlarıyla, yani genelde annesiyle konuşurken takındığı ses tonunu; hoşnutsuz konuşmaları hatırlayıp aramaktan vazgeçti. Bugün kendisine bir araç tahsis edilmesi gerekiyordu ama sabahtan yine otobüse binmesi gerekecekti, o da yarısına kadar içtiği kahvesini masanın üzerine bıraktı ve Polis Evinden çıktı.
Ekiple Tanışma ve Geçirilen Bir gün
Gül çok erken bir saat olduğu için kimsenin gelmemiş olabileceğini düşünüyordu, özellikle dünden sonra, bomboş olan ofisi görünce bu düşüncesinde emin bir şekilde yürüyordu. Mesai saat 9.00 suları başladığına göre bir buçuk saat sonra gelirlerdi. Cinayet Büroya girdiğinde eli otomatik olarak lamba anahtarını aradı, içerisi oldukça karanlıktı, temizlik yapanlar da henüz işbaşı yapmadığından ışık açılmamıştı. Uzattığı eliyle anahtarı arayan, ortamı aydınlatmak isteyen Gül bir ses duydu.
- Açma!
Belli ki büroda yalnız değildi. Gözlerini kısıp karanlığın içine doğru baktığında karşı masalardan birinin üstüne uzanmış ayaklar gördü.
- Kim var orada?
- Kim varmış? Kimse kim! dedi ses.
Gül hiç sevmezdi bu şekilde konuşmaları, yüzünü bile görmediği birinden de direktif alacak değildi. Işığı pat diye açtı. Uzanan ayaklar öfkeyle masadan indi, doğruldu. Kızgın gözler Gül’ün üzerinde gezindi.
- Sen de kimsin kızım? Işığı açmamanı söylemiştim.
- Biraz sonra mesai başlayacak. Karanlıkta oturmayı sevmem ben. Adım Gül. Siz de burada bulunduğunuza ve masalardan birinde oturduğunuza göre görevlisiniz.
- Görevli hahaha.
- Polisim bayan ben.
- Ben bayan değilim yalnız.
- Pardon Gül Komiserim. Geleceğinizden haberimiz vardı ama bu kadar erken sizi beklemiyordum. Adım Çenesiz.
- Gerçek adınız nedir?
- Bilmem. Zaten gerekmez.
- Dün benim masama oturmuşsunuz.
- Evet. Niçin?
- Oraya, masa kuruldu sizin için. Bir daha benim masama oturmazsanız sevinirim.
- Niçin sizin masanıza oturacağım. Dün de öyle mecburiyetten oturdum.
Gül hiç umursamadı. Yıllardır neler görmüştü, nelere şahit olmuştu. Değişik ve farklı pek çok insanla karşılaşmıştı. İnsanları çözmeye filan çalışmıyordu artık, ruhsuz ve soğuk bir kadın olup çıkmıştı, sadece görevi vardı, bir de çok sevdiği Eda’sı o kadar. Gösterilen masaya geçip oturdu. Çenesiz’in kendisine doğru baktığını gördü ve hiç aldırmadı. Masanın üzerine kurulmuş olan bilgisayarını açtı, kurcalamaya başladı. Gül bilgisayarında takılırken ve Çenesiz onu gözetlerken içeriye iki kişi daha girdi. Bunlardan biri Gül’ün dün gördüğü Memoli’ydi. Gülüşerek ellerindeki poğaçaları gösterip toplanın millet, dediler. Ortaya doğru çekilen masanın üzerine poğaçaları koydular, arkadan bir ses yükseldi ve içeri daldı.
- Ulan oğlum bensiz mi yiyecektiniz? Bunu söyleyen ve hızlıca giriş yapan kara kuru adam İpsiz’di.
- Yok sensiz olur mu hiç. Emel daha gelmediğine göre çayları ben söylerim diyerek Memoli Emel’in masasına yöneldi, telefonu eline aldı, bize beş çay, dedi Gül’e doğru bakarak.
- Bana söylemeseydiniz, ben sabahları çay içmem.
- Burada huyun değişir, biz her sabah bu şekilde ortaya masayı çeker, çay içer, poğaça yeriz. Herkes katılmak zorundadır. Burada kural budur. Hadi sen de gel bakalım, hem seninle tanışalım değil mi ya komiserim!
 Gül ayağa kalktı, masadakilerin yanına gitti. Kendisini çağıran iri cüsseli adama doğru baktı.
- Adım Gül. Bir müddet sizinleyim anlayacağınız.
- Benim adım Kocayak. Şu yakışıklı Memoli, kara kuru çirkin olan İpsiz, meymenetsiz suratlı ise Çenesiz. Emel’i zaten dün görmüşsün. O da büro içinde çalışır. Bir de tabii başkomiserimiz vardır yalnız saat 10.00’dan önce gelmez.
- Ben gerçekten sabah kahvaltı edemem.
- Yok öyle kahvaltı edemem diyen Kocayak, Gül’ün eline poğaçayı sıkıştırdı. Çaylar da gelmişti.
- Nerdesin be Osman’ım çay olmadan gitmiyor bu meretler.
- Buradayım Amirim. Geldim işte. Buyrun çaylar diyerek çay bardaklarını hepsini masaya bıraktı. Osman gelirken kendisine de bir bardak çay getirmişti. Bir yandan çay içiyor bir yandan da kaptığı poğaçadan ısırıklar alıyordu.
Gül de eline verilen poğaçayı ısırdı, ağzında geveleyip duruyordu. Poğaçanın yağları dilinin üstünde birikmiş gibi hissediyor, dişlerinin arasındaki lokmayı diliyle çevirdikçe tiksintisi artıyordu. İpsiz konuştu.
- Hadi bakalım sen şimdi ikile, dedi Osman’a. Osman yüzünde kocaman gülümse ayrıldı ortamdan.
- Çenesiz ne diyorsun bu işe?
- Hangi işe abi?
- Hangi işe olacak oğlum biz neyin peşindeyiz?
- Ha şu mesele.
- Bence kadının sevgilisi abi. O yaptı. Bunu söyleyen İpsiz’di.
- Evet kesin o. Yalnız kocası da şüpheli hareketler yapıyor. Bunu söyleyen Memoli’ydi.
- Ne gibi? dedi Kocayak.
- Amirim bu adam yurtdışına çıkma planı yapıyormuş ve bunu şimdilik gizli tutuyormuş. Bir de Ayten'in öldürüldüğü gece başka bir kadınla beraber olduğunu söylüyor ama o durum da şüpheli. Yani pekâlâ bir kadına para vermiş olabilir ve istediği şekilde ifade verdirtiyordur. Sonuçta para her kapıyı açıyor.
- Bunu biz de biliyoruz. Şu yurtdışı işi nereden çıktı? Adama yurtdışına çıkma yasağı getirttik nasıl çıkacakmış? dedi Çenesiz.
-  Abi ben Nuray’ın yanındaydım. Ondan aldım bilgileri.
Hep birlikte gülüştüler. ‘‘Ulan!’’ dedi Kocayak. ‘‘Senin gibi yakışıklı olsaydım keşke.’’ Nuray, Âdem Bey’in sekreteriydi. Âdem Bey de öldürülen Ayten’in eski kocası. Şiddetli geçimsizlik yüzünden ayrılmışlardı, bir çocukları vardı o da maktul Ayten’le birlikte yaşıyordu. Âdem ve Ayten zaman zaman para meseleleri yüzünden karşı karşıya geliyordu ve kavga ediyorlardı. Ayten’in boşandığı hâlde bitmek tükenmek bilmeyen isteklerini Âdem karşılıyordu. Son kez buluştuklarında şiddetli bir tartışma geçmişti aralarında, Âdem senin ölümün benim elimden olacak, demişti ve bir çek kesip masaya bıraktıktan sonra çok sinirli bir şekilde mekânı terk etmişti. Buluştukları akşam konuşmaları duyan garsonlardan biri duyduklarını adamın arkasından Ayten’in mekânda yarım saat kaldıktan sonra ayrıldığını Çenesiz’e anlatmıştı. Aynı gece Ayten saat üç suları başı gövdesinden ayrılmış vaziyette bir çuvalın içinde sokak ortasında bırakılmış vaziyette bulunmuştu. Yalnız ne bir kamera kaydı vardı ne de cesedi oraya kadar getireni gören bir şahit vardı. O yüzden Ayten’in sevgilisi ve eski kocası arasında gidip geliyorlar ve aynı oranda ikisinin de suçlu olabileceklerini düşünüyorlardı. Kapıdan en son içeriye giren Başkomiser Ekber ve Emel oldu. Emel masasına geçerken Ekber Komiser ‘‘Herkes odama!’’ diye ünledi.
- Geçin la şöyle karşıma benim. Ben size ne dedim oğlum?
- Yine n’aptık Amirim. Bütün gün dışarlarda iz peşindeyiz, dedi Kocayak.
- Sus la sus bi de konuşuyo. Adamın mekânını izinsiz basmışınız. Duymayacağımı mı sandınız? Dün sadece yoktum la, bir gün kızımın peşinde dolanmam gerekti, hemen bu haltı ettiniz. Şevki aradı sabah sabah.
- Eee Amirim ne diyor? dedi İpsiz.
Hâlâ güneş gözlükleri gözünde olan Ekber Komiser, dudaklarını büzerek konuştu?
- Sana ne la. Sen onu bunu boş ver de adam öttü mü onu de.
- Öttü Amirim. Hem de bülbül gibi.
- He!
- Amirim bence bu herif, Ercan kesmiş Ayten’i.
- He! Kesin bilgi var mı oğlum?
- Yok Amirim adamın evine gitmiş Ayten. Kocasından aldığı çeki Ercan’a bırakmış bir gün sonra havaalanında buluşmak üzere ayrılmış sonra da evden. Kadına taksi çağırdığını söylüyor. Ve kadının çağırdığı taksiye binmek için aşağı indiğini. Bir daha görmedim diyor, sonra haberlerde görmüş olayı. Bildiği ettiği bu kadarmış.
- E adam itiraf etmemiş ki la. Nerden çıkardın onun öldürdüğünü?
- Şüpheli konuşuyor Amirim. Kadın en son onunla buluşmuş.
O sırada Memoli’nin telefonu çaldı. Memoli utanarak telefonu Ekber Komiser’e gösterip dışarı çıkmak için izin istedi. Ekber devam etti:
- İpsiz, Kocayak! Dilder Hoteli’nde ölü bir kız bulunmuş, siz hemen oraya gitmek için yola çıkın. Haber edin la bana. İpsiz, Memoli de benimle gelecek.
- Başkomiserim ben.
- He sen, Gül Komiser sen! E takıl madem sen de bize.
- Takıl mı dediniz?
- Gel diyoruz kızım işte.
Başkomiser Ekber, Gül’e nereden geldiğini bile sormadan ve hatta tanışmadan kendisini çok eskiden tanıyormuş gibi davrandı. Onun yapısı bu şekildeydi. Gereksiz konuşmaları hiç sevmezdi. Burada olduğuna göre ve ekibe birileri tarafından dâhil edildiğine göre kendileriyle sahaya da çıkabilirdi. Kocayak ve Çenesiz dışarıya çıkarken Memoli heyecanlı içeriye girdi.
- Başkomiserim arayan Nuray’dı. Âdem kaçıyormuş. Dağ evi varmış bunun Akçayan’da. Oraya özel uçağı gelecekmiş, herif tüyüyor başkomiserim. Nuray’ın dediğine göre sabah bütün banka hesaplarını boşaltıp Avrupa’nın bir şehrindeki bankaya aktarmış, Nuray kapalı kapının ardından konuşulanları duymuş. Adamın birini bürosuna kapatıp banka işlemlerini çok gizli bir şekilde yapmasını söylemiş. O gittikten sonra da pek çok kişi girip çıkmış odasına. Bundan iki gün önce de kız kardeşiyle çocuğunu Avrupa’ya göndermiş.
- E bizim niye haberimiz yok la bundan? Yürüyün çıkıyoruz.
- Nuray da bilmiyormuş komiserim. Kaçak göndermiş.
- Allah kahretsin. Çabuk la çabuk adam kaçacak.
Hep birlikte koşarak asansörün yanına gittiler ve zemin katına indiler. Dakikalar içinde arabaya gitmişler ve yerleşmişlerdi. Arabayı süren Memoli’ydi.
- Çabuk oğlum çabuk, tak sireni. Bas gaza.
Sireni takan Memoli arabayı adeta uçuruyordu.
- Yavaş la yavaş öldüreceksin bizi.
- Hızlı sür dediniz Başkomiserim.
- Tamam la bas gaza.
Yarım saat içinde Akçayan’a varmışlardı. Köy meydanına geldiklerinde kahvenin önünde oturan bir adama Âdem Karaca’nın dağ evini sordular. Adamın tarif ettiğine göre önlerindeki yolu takip etmeleri yeterliydi. İki kilometre kadar sonra önlerine çıkacak olan büyük bir arazi üstündeki taş evdi.
- Memoli bas gaz. Şimdi beni iyi dinleyin. Kaç kişi olduklarını bilmiyoruz. Gerekirse destek çağıracağız. Benden emir almadan harekete geçmek yok, dedi Ekber.
Herkesten emredersiniz Amirim diye ses yükselirken, Gül hiçbir şey söylememişti. Ekber bunu fark etti ancak şimdi Gül’le uğraşacak vakti yoktu, nasıl olsa onunla uğraşmak için bolca zamanı olacaktı. Dağ evine vardıklarında saat 14.00 civarıydı. Evin her tarafı yüksek duvarlarla çevrilmişti. Ne yapacaklarını konuşurlarken bir helikopter sesi duydular. Helikopter dağ evinin bahçesine inmek için alçalmıştı. O sırada ağacın tepesinde dürbünle evi gözetleyen İpsiz aceleyle aşağı atladı.
- Amirim herif kaçıyor. Villanın kapısına çıktı, elinde çanta var.
- Yürüyün la bodoslama dalıyoruz plan yapmaya vakit yok. Binin arabaya. Memoli yapman gerekeni biliyorsun oğlum.
- Emredersiniz Amirim.
Memoli sürücü koltuğuna geçerken Ekber onun yanına oturup emniyet kemerini bağladı. İpsiz ve Gül de aceleyle arka koltuğa geçtiler. Memoli son sürat gaza bastı. Hiç durmadan patlat, dedi Ekber. Memoli denileni yaptı son süratle geldiği dağ evinin kapısına bir kez çarpmasıyla kapıyı açtı. Arabanın bahçeye girdiğini gören Âdem’in adamları hemen silâhlarına davranıp ateş açtılar.
- Teslim olun! Âdem hiçbir yere kaçamazsın! Teslim ol!
Verilen yanıt ise teslim olmaktan ziyade savaşa davetti. Atılan mermilere karşı onlar da karşılık veriyorlardı. Gül, açılmış olan ön kapının arkasında duran Ekber’in yanına geldi. Ekber’in yanında durarak ateş ediyordu.
- Arkaya geçsene Gül. Burada ben varım görmüyor musun?
- Görüyorum Amirim.
Gül, Ekber’in uyarılarını duymuyordu adamlardan birini hakladı. Diğerini de indiren İpsiz’di. Ekber’de diğer iki adamın ayaklarından yaralamıştı. Koşarak helikopterin yanına gittiler. Enselediği pilotu aşağı indiren Memoli adamı yere çaldı. Helikopterin içinde oturan havalanmayı bekleyen Âdem de Ekber tarafından yakalanıp aşağı indirildi. Ellerine kelepçe vurulan adamlar destek ekibi gelene kadar bekletildi.
- Aferin iyiydiniz, dedi Ekber.
İl Emniyet Müdürlüğüne geldiklerinde sorguya alınan Âdem her şeyi itiraf etmişti. Karısını o öldürmemişti ama azmettirici olan kendisiydi. Tutuklanarak cezaevine gönderildi.

Başkomiser Ekber konuşmak için odasına Gül Komiseri çağırdı.

SON