Bir Milletin Vicdanında Başlayan Direniş: 19 Mayıs’ın Anlamı, Tarihi ve Geleceği
Tarihte öyle anlar vardır ki, bir milletin ruhunda uyanan hisle başlar; zamanın akışı değişir, coğrafyalar başka türlü şekillenir ve geçmişin yükü, geleceğin sorumluluğuyla omuz omuza vererek yeni bir istikamet çizer kendine. İşte 19 Mayıs 1919 sabahı, Bandırma Vapurunun sisli dalgalar arasında Samsun kıyılarına yaklaşmasıyla birlikte, milyonlarca insanın zihninde de bambaşka bir uyanış başlamıştır; çünkü o sabah, bir varoluşun, bir kimliğin, bir halkın ‘‘ben hâlâ buradayım’’ deyişinin başlangıcıdır.
Osmanlı Devleti, Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda ağır bir yenilgiye uğramış, Mondros Mütarekesi ile silahlı kuvvetleri dağıtılmış, limanları, karakolları ve ulaşım yolları düşman güçlerinin denetimine bırakılmış, padişahın iradesi ise fiilen İstanbul’daki İngiliz baskısı altında şekilsiz bir gölgeye dönüşmüştür. Yabancı işgal birlikleri Anadolu’nun dört bir yanını kuşatmış, özellikle 15 Mayıs 1919'da Yunan askerlerinin İzmir’e çıkışı halkta derin bir hüzün yaratmıştır. Halkta içten içe kaynayan bir öfkenin ve özgürlük özleminin kıvılcımını besleyen bir sessizlik olmuştur. İşte tam bu sırada, İstanbul’da pasif bir kabullenişin hüküm sürdüğü günlerde, Mustafa Kemal Paşa, vatanı kurtaracak iradenin sarayda olmadığını anlamış, halkın kalbinde yeşereceğini bilerek yola çıkmış; 16 Mayıs 1919’da Bandırma Vapuru ile Karadeniz’in sularına açılmış, 19 Mayıs sabahı Samsun’a ayak basarak, yeni bir çağın da kapısını aralamıştır.
19 Mayıs’ın önemi bir kurtuluş hareketinin başlangıcı olması ve aynı zamanda halk iradesine dayanan bir cumhuriyet fikrinin ilk filizlerini taşımasından kaynaklanır. Samsun, bir semboldür; çünkü o gün Mustafa Kemal bu şehre adım attığında aslında bir inanca ayak basmıştır: Milletin kendi kaderine sahip çıkabileceği, kul zihniyetinden yurttaş bilincine geçebileceği, egemenliğin saraylardan alınıp halka verilebileceği bir geleceğin inancıdır bu. Samsun’dan sonra sırasıyla Havza’da genelgeler yayımlanmış, Amasya’da milletin kaderini milletin kendisinin tayin edeceği açıkça ilan edilmiş, Erzurum ve Sivas kongreleriyle ise halkın temsilcileri bir araya gelerek ulusal mücadele iradesini örgütlemiştir. Bu kongrelerde alınan kararlar, Misak-ı Millînin ruhunu oluşturmuş, TBMM’nin temellerini hazırlamış ve nihayetinde bağımsız bir Türkiye Cumhuriyeti’nin doğumuna giden yolun taşları tek tek döşenmiştir.
Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkışıyla başlayan bu süreç, dış işgalcilere karşı bir savaş, içerideki teslimiyetçi zihniyete, boyun eğen akla ve halkı edilgen bir nesneye dönüştürmek isteyen anlayışa karşı verilen bir mücadeledir. 19 Mayıs, halkın topraklarını, onurunu, iradesini, kendi geleceğini tayin etme hakkını savunduğu bir milattır. Bu nedenle, askerî, politik, sosyal ve kültürel bir dönüşümün de kıvılcımıdır; çünkü bu topraklar fikre, iradeye ve özgürlük bilincine sahip olanların evi olacaktır artık.
Peki neden Atatürk, bugünü gençliğe armağan etmiştir? Çünkü o, gençliği düşünen, sorgulayan, üreten ve gerektiğinde her türlü baskıya karşı durabilecek cesareti taşıyan bir bilinç olarak görmüştür. Gençlik, onun gözünde zihinsel dirilik, ahlaki duruş, geleceği taşıyabilecek inanç demektir. ‘‘Ey Türk gençliği!’’ diyerek başladığı hitabesinde, yalnızca bir çağrıda bulunmamış, aynı zamanda bir emanet bırakmıştır; bu emanet, vatanın bağımsızlığı ve cumhuriyetin değerleridir ve o değerler, her dönemin içinde yeniden korunmalı, yeniden anlamlandırılmalı ve gerektiğinde yeniden savunulmalıdır.
19 Mayıs’ın bugün hâlâ kutlanıyor olması, geçmişin bize yüklediği sorumluluğu unutmamak içindir. 19 Mayıs’ı hatırlamak, bu ülkenin kolay kazanılmadığını, özgürlüğün ancak bedel ödeyenlerin kararlılığıyla mümkün kılındığını, ve en önemlisi de hiçbir şeyin ebedi olmadığını; korunmayan bir cumhuriyetin yeniden tehdit altına girebileceğini görmektir.
Bugün bizlere düşen görev, 19 Mayıs’ı, o ruhu günlük yaşamımızın her alanına taşıyabilmektir. Çünkü 19 Mayıs, her gün yeniden hatırlanması gereken bir sorudur: ‘‘Bugün yeniden Samsun’a ayak basacak olsam, bu kez neyi kurtarmak zorunda kalırdım?’’
İşte bu soruya vereceğimiz her samimi cevap, bizi biraz daha o ilk adımın ruhuna yaklaştıracaktır. Ve belki de o zaman anlayacağız: Bir milletin kurtuluşu, zihnin ve vicdanın da özgürleşmesiyle mümkündür. 19 Mayıs, bu özgürlüğün yeniden doğması için açılan bir kapıdır.
Bir milletin kurtuluşu, yalnızca toprakların düşmandan arındırılmasıyla olmaz, aynı zamanda zihnin korkudan, kalbin umutsuzluktan, dilin suskunluktan arındırılmasıyla mümkündür. 19 Mayıs, bir milleti ayağa kaldıran cesaretin tarihi olduğu kadar, o cesareti her kuşakta yeniden kuşanma mecburiyetimizin de hatırlatıcısıdır. Çünkü tarih, yalnızca kitaplarda kalmaz. O, bizimle birlikte yürür, bizimle birlikte susar ya da konuşur. 19 Mayıs, bugünün vicdanında bir sorumluluktur. O sorumluluk, yalnızca Mustafa Kemal Atatürk’ün omuzlarında bırakılmayacak kadar büyük, tüm bir insanlığa ait olacak kadar evrensel bir çağrıdır.
Osmanlı Devleti, Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda ağır bir yenilgiye uğramış, Mondros Mütarekesi ile silahlı kuvvetleri dağıtılmış, limanları, karakolları ve ulaşım yolları düşman güçlerinin denetimine bırakılmış, padişahın iradesi ise fiilen İstanbul’daki İngiliz baskısı altında şekilsiz bir gölgeye dönüşmüştür. Yabancı işgal birlikleri Anadolu’nun dört bir yanını kuşatmış, özellikle 15 Mayıs 1919'da Yunan askerlerinin İzmir’e çıkışı halkta derin bir hüzün yaratmıştır. Halkta içten içe kaynayan bir öfkenin ve özgürlük özleminin kıvılcımını besleyen bir sessizlik olmuştur. İşte tam bu sırada, İstanbul’da pasif bir kabullenişin hüküm sürdüğü günlerde, Mustafa Kemal Paşa, vatanı kurtaracak iradenin sarayda olmadığını anlamış, halkın kalbinde yeşereceğini bilerek yola çıkmış; 16 Mayıs 1919’da Bandırma Vapuru ile Karadeniz’in sularına açılmış, 19 Mayıs sabahı Samsun’a ayak basarak, yeni bir çağın da kapısını aralamıştır.
19 Mayıs’ın önemi bir kurtuluş hareketinin başlangıcı olması ve aynı zamanda halk iradesine dayanan bir cumhuriyet fikrinin ilk filizlerini taşımasından kaynaklanır. Samsun, bir semboldür; çünkü o gün Mustafa Kemal bu şehre adım attığında aslında bir inanca ayak basmıştır: Milletin kendi kaderine sahip çıkabileceği, kul zihniyetinden yurttaş bilincine geçebileceği, egemenliğin saraylardan alınıp halka verilebileceği bir geleceğin inancıdır bu. Samsun’dan sonra sırasıyla Havza’da genelgeler yayımlanmış, Amasya’da milletin kaderini milletin kendisinin tayin edeceği açıkça ilan edilmiş, Erzurum ve Sivas kongreleriyle ise halkın temsilcileri bir araya gelerek ulusal mücadele iradesini örgütlemiştir. Bu kongrelerde alınan kararlar, Misak-ı Millînin ruhunu oluşturmuş, TBMM’nin temellerini hazırlamış ve nihayetinde bağımsız bir Türkiye Cumhuriyeti’nin doğumuna giden yolun taşları tek tek döşenmiştir.
Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkışıyla başlayan bu süreç, dış işgalcilere karşı bir savaş, içerideki teslimiyetçi zihniyete, boyun eğen akla ve halkı edilgen bir nesneye dönüştürmek isteyen anlayışa karşı verilen bir mücadeledir. 19 Mayıs, halkın topraklarını, onurunu, iradesini, kendi geleceğini tayin etme hakkını savunduğu bir milattır. Bu nedenle, askerî, politik, sosyal ve kültürel bir dönüşümün de kıvılcımıdır; çünkü bu topraklar fikre, iradeye ve özgürlük bilincine sahip olanların evi olacaktır artık.
Peki neden Atatürk, bugünü gençliğe armağan etmiştir? Çünkü o, gençliği düşünen, sorgulayan, üreten ve gerektiğinde her türlü baskıya karşı durabilecek cesareti taşıyan bir bilinç olarak görmüştür. Gençlik, onun gözünde zihinsel dirilik, ahlaki duruş, geleceği taşıyabilecek inanç demektir. ‘‘Ey Türk gençliği!’’ diyerek başladığı hitabesinde, yalnızca bir çağrıda bulunmamış, aynı zamanda bir emanet bırakmıştır; bu emanet, vatanın bağımsızlığı ve cumhuriyetin değerleridir ve o değerler, her dönemin içinde yeniden korunmalı, yeniden anlamlandırılmalı ve gerektiğinde yeniden savunulmalıdır.
19 Mayıs’ın bugün hâlâ kutlanıyor olması, geçmişin bize yüklediği sorumluluğu unutmamak içindir. 19 Mayıs’ı hatırlamak, bu ülkenin kolay kazanılmadığını, özgürlüğün ancak bedel ödeyenlerin kararlılığıyla mümkün kılındığını, ve en önemlisi de hiçbir şeyin ebedi olmadığını; korunmayan bir cumhuriyetin yeniden tehdit altına girebileceğini görmektir.
Bugün bizlere düşen görev, 19 Mayıs’ı, o ruhu günlük yaşamımızın her alanına taşıyabilmektir. Çünkü 19 Mayıs, her gün yeniden hatırlanması gereken bir sorudur: ‘‘Bugün yeniden Samsun’a ayak basacak olsam, bu kez neyi kurtarmak zorunda kalırdım?’’
İşte bu soruya vereceğimiz her samimi cevap, bizi biraz daha o ilk adımın ruhuna yaklaştıracaktır. Ve belki de o zaman anlayacağız: Bir milletin kurtuluşu, zihnin ve vicdanın da özgürleşmesiyle mümkündür. 19 Mayıs, bu özgürlüğün yeniden doğması için açılan bir kapıdır.
Bir milletin kurtuluşu, yalnızca toprakların düşmandan arındırılmasıyla olmaz, aynı zamanda zihnin korkudan, kalbin umutsuzluktan, dilin suskunluktan arındırılmasıyla mümkündür. 19 Mayıs, bir milleti ayağa kaldıran cesaretin tarihi olduğu kadar, o cesareti her kuşakta yeniden kuşanma mecburiyetimizin de hatırlatıcısıdır. Çünkü tarih, yalnızca kitaplarda kalmaz. O, bizimle birlikte yürür, bizimle birlikte susar ya da konuşur. 19 Mayıs, bugünün vicdanında bir sorumluluktur. O sorumluluk, yalnızca Mustafa Kemal Atatürk’ün omuzlarında bırakılmayacak kadar büyük, tüm bir insanlığa ait olacak kadar evrensel bir çağrıdır.
O Sabah Başlayan Yürüyüş
Bir sabah,
tarihin susmaya meylettiği,
kelimelerin boğazda düğümlendiği,
halkın, yalnızlığını ve kaybolmuşluğunu toprağın hafızasında sakladığı,
ufkun karanlığa gömülü olduğu o sabah,
bir adam, bir milletin son umudunu taşıyarak çıktı yola
ve gövdesiyle, zihniyle, sesiyle, bakışıyla konuştu Samsun kıyısında.
Bu yürüyüş, bir halkın kendine dönmesi,
susturulmuş bir tarihin yeniden yazılmaya başlaması,
başkalarının dayattığı kaderi elinin tersiyle iten bir vicdanın
toprağa adım adım yeniden yazdığı bir varoluş metnidir.
O sabah, Bandırma Vapuru yorgun dalgaları yaran gövdesiyle
boğulmuş cümlelerin içinden geçerek
bir halkın sönmüş sandığı ateşini yeniden kıvılcıma çeviren
bir suskunluk taşıyıcısıydı belki de.
Ve Samsun,
bir limandan ibaret değildi o gün,
çünkü orada karaya çıkan ruh
zamanın bütün yorgunluğunu sırtına almış,
geleceğe doğru yürümeye yemin etmiş
bir milletin adanmışlığıydı.
O ilk adımın izi hâlâ durur toprakta,
her gün üzerinden milyonlarca ayak geçse de
o iz silinmez,
çünkü o iz, karanlığa meydan okuyan bir zihnin ilk işaretidir;
ve o iz, her unutuluşta yeniden parlar
ve her sessizlikte yeniden yankılanır.
Bugün, bu adımı hatırlamak, bu adımı anlamak,
geleceği başkasının ellerine teslim etmeyen,
kendi yolunu, kendi aklıyla çizen bir millet olmanın
ne demek olduğunu yeniden düşünmektir.
Bir sabah,
tarihin susmaya meylettiği,
kelimelerin boğazda düğümlendiği,
halkın, yalnızlığını ve kaybolmuşluğunu toprağın hafızasında sakladığı,
ufkun karanlığa gömülü olduğu o sabah,
bir adam, bir milletin son umudunu taşıyarak çıktı yola
ve gövdesiyle, zihniyle, sesiyle, bakışıyla konuştu Samsun kıyısında.
Bu yürüyüş, bir halkın kendine dönmesi,
susturulmuş bir tarihin yeniden yazılmaya başlaması,
başkalarının dayattığı kaderi elinin tersiyle iten bir vicdanın
toprağa adım adım yeniden yazdığı bir varoluş metnidir.
O sabah, Bandırma Vapuru yorgun dalgaları yaran gövdesiyle
boğulmuş cümlelerin içinden geçerek
bir halkın sönmüş sandığı ateşini yeniden kıvılcıma çeviren
bir suskunluk taşıyıcısıydı belki de.
Ve Samsun,
bir limandan ibaret değildi o gün,
çünkü orada karaya çıkan ruh
zamanın bütün yorgunluğunu sırtına almış,
geleceğe doğru yürümeye yemin etmiş
bir milletin adanmışlığıydı.
O ilk adımın izi hâlâ durur toprakta,
her gün üzerinden milyonlarca ayak geçse de
o iz silinmez,
çünkü o iz, karanlığa meydan okuyan bir zihnin ilk işaretidir;
ve o iz, her unutuluşta yeniden parlar
ve her sessizlikte yeniden yankılanır.
Bugün, bu adımı hatırlamak, bu adımı anlamak,
geleceği başkasının ellerine teslim etmeyen,
kendi yolunu, kendi aklıyla çizen bir millet olmanın
ne demek olduğunu yeniden düşünmektir.