YAŞAMI SANATLA FARKETTİM, FELSEFEYLE KAVRADIM - Dücane CÜNDİOĞLU

YAŞAMI SANATLA FARKETTİM, FELSEFEYLE KAVRADIM - Dücane CÜNDİOĞLU
08 Şubat 2020 - 16:56 - Güncelleme: 08 Şubat 2020 - 20:20
Başbakan Davutoğlu ile Cumhurbaşkanı Erdoğan arasındaki gerilimden sonra AK Parti kongre kararı aldı, Davutoğlu aday olmayacağını açıkladı. Siz de tartışmaya Twitter’dan katıldınız, “Siyasette hiç kimse vazgeçilmez değildir, bu yüzden ahde vefa daima zayıf olanın payına düşer” dediniz. Ne demek istediniz?
 
Siyasette ve ticarette  güçlü olan kazanır, haklı olan değil. Bu yüzden –Farabi’nin deyimiyle- taakkul akla galebe çalacaktır, yani siyasetin doğası gereği teorik bilgelik değil, pratik bilgelik üstün gelecektir. Nitekim öyle de oluyor.
 
O çevreyi yakından tanıyan biri olarak iktidar çevresindeki dönüşümü nasıl görüyorsunuz?
 
Kim galip gelirse haklı olan odur, çünkü Fatih’in kanunu, bu topraklarda geçerli siyasal ilkeyi en özlü biçimde anlatır: “Her kimesneye evladımdan saltanat müyesser ola, karındaşların nizam-ı âlem için katletmek münasiptir. Ekser-i ulema dahi tecviz etmiştir, ânınla amel edeler (Oğullarımdan iktidarı eline alan kişinin, düzenin devamı amacıyla kardeşlerini katletmesi uygundur, ki alimlerin çoğunluğu da bu çözümü onaylamıştır, o halde [hiç tereddütsüz] bu kanunu uygulasınlar.) Hamaset söylemi, hain edebiyatı, bu topraklarda siyasal adabı korumaya izin vermez ve tabiatıyla kullanım süresi biten herkes zamanı gelince bir kenara itilmek ve başına geleni usulca kabullenmek zorundadır.
 
Bu gelinen noktanın Türkiye toplumunun ilerleyişi ya da gerileyişi açısından nasıl bir anlamı var?
 
Toplumsal değişim ülke siyasetinin evrimi kadar uluslararası siyasetin istekleri doğrultusunda da belirlenir. Uluslararası sermaye özü gereği yerel siyasetlerin nazını çekmez. Bu nedenle kalkınma hamleleri sermayenin özsel devinimiyle ilgili. AK Parti’nin toplumsal ve entelektüel ufku, ne yazık ki aktörü olduğu bu ekonomi politiğin çok gerisinde kalıyor, çünkü kültür deyince bile en çok devasa kültür merkezleri inşa etmeyi anlıyorlar.
 
Kültür merkezi demişken, hükümetin geçen hafta açıkladığı kültür paketini nasıl buldunuz? Muhafazakârlar kültür ve sanatta sınıfta kalıyor eleştirisinin haklılık payı var mı?
 
Yıllardır düşünce ve sanat adına beklediğimiz o umut verici coşkudan en ufacık bir iz bile taşımayan bir bildirimdi: fevkalade yoksul ve cansız, adeta boşluğa seslenen, ülkenin entelektüel çeşitliliğine ilgisiz, tek yanlı, bir o kadar da ürkek ve yetersiz. Uzun vadede yüksek kültürü oluşturan, besleyen, zenginleştiren entelektüel kesim ve kurumları yanına çekmek, hiç değilse kendileriyle diyalog kurmak hadi bir yana, onların desteğini bile talep edecek özgüvenden yoksun bu siyaset biçimi, muhataplarını sahiciliğine inandırmak istiyorsa, düşünce ve sanat alanında önce inşaat sözcüğünü kullanmaktan vazgeçmelidir. Kimse inanmadığı bir masala başkalarını inandıramaz.
 
Şu sıralar çalışma masanızda ne var?
 
2011’den bu yana geniş kapsamlı bir proje üzerinde çalışıyorum, dört-beş yıl önce bir söyleşide, artık oltayla balık tutmak yerine ağ çevirmeye niyetliyim, demiştim, dediğimi de büyük ölçüde başardım sanırım, ne var ki hazırlık safhası çok uzun sürdü, o denli de yorucu ve yıpratıcı...
 
Ne tür bir çalışma olacak?
 
Felsefenin özsel çatışmalarını irdeleyen 4-5 ciltlik bir yapıt olacak. İlk cildi metafizik tartışmalarına ayırdım; Fizik ve Matematik arasındaki ezeli kavganın öyküsü. İkinci cilt Tıp ve Psikoloji, üçüncü cilt Hukuk ve Siyaset, yani en temelde şef-büyücü veya siyaset-din çelişkisinin çözümlemesi. Dördüncü cilt ise Sanat ve Estetik üzerine. Matematik ve Fizik arasındaki kavgayı, ki buna Platon ve Aristoteles arasındaki  çelişki de diyebiliriz, İslam felsefesindeki yansımalarıyla ele  alıyorum. Tıp ve Psikoloji cildinde tek yanlı olarak ruhu yücelten beden-karşıtı metafiziği, beden ve ruhun tarihini, Felsefe ile Tıp arasındaki gizli çekişmeyi  irdeliyorum. Son iki yıldır Hukuk Felsefesi, Anayasa ve Ceza Hukuku üzerine çalıştım. Doğu’da ve Batı’da Hukuk ve Siyasetin, toplum ve devletin temel ilkelerini inceliyorum. En büyük sorun, buyruk ve yargının başlangıcı sorunu. Estetik ve Sanat üzerine olan dördüncü cilde gelince, mimari, heykel, resim ve sinema gibi sanatın farklı açılımlarından çok onların özüne yöneliyorum. Sanırım bu, yaşamımın ilk ve son yapıtı olacak.
 
Neden ilk yapıtı diyorsunuz? Daha önce pek çok kitap kaleme almıştınız...
 
“İlk ve son yapıt” ifadesi aslında bir metafor, çünkü bundan önceki çalışmalarım bir tür hazırlık denemesiydi, tırmanış sırasında karaladığım mütevazı birer eskizdi...
 
Kendinize biraz haksızlık etmiyor musunuz?
 
Belki de ediyorum, ama ‘biraz’. Yıllarca hakikat dağının zirvesinde neler olduğunu merak ederek tırmandım. Tırmanış sırasında karaladığım notlar bilinçli ve kapsamlı bir kavrayışın ürünleri değildi, aksine hepsi de yeri ve fakat daha ziyade göğü, dolayısıyla bugününü değil, geçmişini anlamaya çalışan genç ve tutkulu bir adamın çırpınışlarıydı. Oysa bu bir veda çalışması. Yolun sonunda, ülkeme ve insanlığa üzerine düşünmeye değer bir başlangıç sunacak bir yapıt bırakmayı tasarlıyorum.
 
Ne kadarını yazdınız?
 
Malzemeleri hemen hemen hazır. Çoğu zihnimde bitti sayılır. Düşünmenin 2500 yıllık öyküsünü ele alacağım. Bütünü görmenin çok güçleştiği bir evrede felsefenin hakkını vermek, temel bilimleri hepsini kuşatacak şekilde ve sistematik bir biçimde kavramak uzun yıllarımı aldı, umarım ifade edilmeleri de bu denli uzun sürmez.
 
Bütün bu alanlarda Türkiye’deki bilim tarihine dair bir şeyler bulabildiniz mi?
 
İslam felsefinde 9. yüzyıldan itibaren Kindi, Farabi, İbn Sina, İbn Rüşd gibi çok güçlü isimler ve zengin bir literatür var. Osmanlı döneminde bu süreç yoksullaşarak devam ediyor. Tanzimat döneminde, malum, büyük bir sarsıntı yaşandı ve ancak Cumhuriyet döneminde çeviriler aracılığıyla yeni bir başlangıç yapılabildi. Ne var ki bu başlangıcın ürünlerini henüz 1990’lardan sonra görmeye başladık.
 
Son yıllarda Türkiye'deki çalışmaları beğeniyor musunuz yani?
 
Türkiye’de 12 Eylül etkisinin dışında yetişmiş, Batı dillerini bilen, belki Doğu hakkında yetersiz ama hiç değilse önyargısız, çalışkan, genç akademisyenler var. Bu yeni durum umutlandırıcı. Batı’da olan tartışmalar önce çeviriler üzerinden alımlanmaya çalışıldı ama henüz yeterince özümsenmedi, özümsenmediği için de yetkinleşme aşamasına henüz geçilemedi. Sosyoloji, Antropoloji, Dilbilim, Siyasetbilim ve Hukuk’ta en çok ders kitabı niteliğinde çalışmalar yapıldı, sentez bir yana, derinlikli çözümlemelerden hâlâ eser yok, çünkü sözümona Batı’yı bilenlerin Doğu’dan, Doğu’yu bilenlerinse Batı’dan haberleri yok. Birileri örneğin sadece Foucault, sadece Heidegger, sadece Descartes üzerine çalışıyor, o da ya bir kitabı ya da bir görüşü üzerine. Diğerleri de örneğin sadece Spinoza, Hume, Kant veya Hegel üzerine eğiliyor, ama ya bir kavram, ya bir sorun, ya yine bir tek kitap üzerine. 14. yüzyılda din-devlet ayrımını ilk dile getirenlerden Padavolı Marsilius’un İbn Rüşdçü olduğu yazılıyor ama İbn Rüşd’ün kim olduğu bilinmiyor, çünkü bu toprakların çocukları aslında kendi bilinçdışılarını oluşturan yerli ustaları ve bu dünyaya özgü sorunları bilmek konusunda isteksiz davranıyorlar. Biri filin kuyruğundan, biri hortumundan, diğeri ayağından tutuyor ve fakat filin tümü üzerinde yetkinleşmiş isim henüz yok. Bir akademisyen, sözgelimi iyi bir hukukçu olabiliyor ama felsefe veya siyaset biliminde  zayıf kalıyor. Teoloji ise neredeyse tamamen ilgi alanlarının dışında. Akılları sıra bu konuları olmuş bitmiş, tarihte kalmış ilkel sorunlar olarak görüyorlar. Felsefe, sanat, kültür alanlarında geniş bakış açıları oluşturamıyorlar. Sanat tarihçilerini söz konusu bile etmiyorum. Teologlar da zaten gökten yere inmemekte ısrar ediyorlar. Batı’daki bir entelektüel ya da akademisyen Shakespeare’e ya da Goethe’ye atıf yapmadan kolay kolay siyaset ve hukuk üzerine yazmaz, yazamaz. Edebiyat ve sanat felsefeyle yanyana yürür. Bizde sanatla ilgilenenlerin bilimle, bilimle ilgilenenlerin sanatla alakası çok zayıf, çünkü ikisini birleştirecek olan sadece felsefedir. Türkiye’de güçlü bir felsefi altyapı yok. Okul felsefesi felsefe değil, kuru edebiyat. Ümit verici gelişmelere karşın çeviri arşivimiz çok zayıf. Çevirilerin ise güvenilir olma konusunda ciddi sorunları var. Felsefe, Platon’un deyişiyle, kendi has evlatlarını yetiştirmediği, yetişmiş olanlar da yetkinleşmediği içindir ki bilim ve sanat bu ülkenin çocuklarının zihninde omuz omuza yürümeyi beceremiyor. Müzikte şiirle, sinemada öyküyle irtibat neredeyse hiç yok. Resim ve heykel zaten yetim bırakılmış durumda. Mimari, hele hele iç mekân -dekorasyon hileleri dışında- hâlâ sinemanın konusu olamadı. Oysa Batı’da yönetmen için görüntü demek, doğa veya sokak demek değildir, biraz da çatı, pencere, antre, merdiven, ışık demektir. Mekân kavrayışı ne denli güçlü olursa yönetmenin anlatım dili de o denli zenginleşir. Bütün bu ögeleri bir araya getirecek zemin felsefeden başkası değil. Bütünün bilgisi felsefede bulunur çünkü. Kısacası, katetmemiz gereken mesafe sanılandan çok daha büyük.
 
Bilim tarihine dair bu altı alanı bir bütünlük içinde ele alan bir çalışmanın daha önce dünyada örneği var mı?
 
Postmodern evre büyük anlatılardan vazgeçeli çok oldu. Sistem sözcüğü hemen hemen terkedildi. Artık minimalize olmuş kavrayışçıklar var. Bu da felsefeyi koflaştırıp edebiyat haline getiriyor, felsefeyi bilimin, bilimi sanatın karşısına koyuyor. Oysa felsefe yapmak, sözcüğün gerçek anlamıyla, metafizik yapmak demektir. Bu yoksulluk aslında evrensel bakış yoksunluğunun sonucu. Evrensel yerine tek yanlı varsayımlarla yetinmenin, başka deyişle kesin, tümel ve zorunlu olanı önemsemek yerine tam da aksine göreceli, tikel ve rastlantısal olanın etkisinde kalmanın bedeli. Oysa yaşamı, doğayı ve insanı bütün olarak ele almak için düşünmenin önce bütünselliği amaçlayan bir kaygıyla hareket etmesi gerekir.
 
Post-modernizmin yarattığı bu kayıp üzerine çeşitli eleştiriler var. Bilim dünyası makro bakışa doğru gidebilecek mi?
 
Kesinlikle. Nitekim benim yapmaya çalıştığım da yakın gelecekteki makro denemeler için bir başlangıç örneği sunmak. Geçiş döneminin elbette kusurları ve eksikleri olacaktır ama felsefede asıl olan daima bütünü görme ısrarıdır. Hegel’in dediği gibi, das Wahre ist das Ganze, “hakikat bütün demektir.”
 
Bunun dışında başka çalışmalarınız var mı?
 
Osman Hamdi Bey’in, Tevfik Fikret’in “Tarih-i Kadim” şiiriyle birlikte yorumladığım, “Mihrab” diye de bilinen “La Genèse” (Tekvin) tablosu üzerine bir çalışma tamamlanmayı bekliyor. Bu, Doğu-Batı çatışmasına ilişkin resim sanatında karşılık bulan asırlık bir manifestonun öyküsü. Raffaello’nun “Atina Okulu” ve Dante’nin “İlahi Komedya”sı üzerine yaptığım iki çalışma birkaç ay önce sona erdi. Öte yandan, ne cennette, ne de cehennemde bulunmalarına izin verilen, hatta A’raf’a girmelerine bile müsaade edilmeyen şairlerin ve filozofların öyküsünü yazıyorum: cehennemin ilk halkasında yaşayanların ızdırabı, Limbus. Tabii bir de mütevazı bir Lars kitabı, uzun bir süredir Antichrist’i (2009)  yeniden ve genişçe yazmayı, Melancholia (2011) ve Nymphomaniac (2013) filmleri hakkındaki yazılarımla birlikte hepsini bir üçleme halinde yayımlamayı düşünüyorum.
 
Nasıl bir çocuktu Dücane?
 
Bir bilardo tutkunu haline geleceği 15 yaşına kadar, sıradan, Üsküdar ve Beşiktaş arasında büyüyen kendi halinde bir çocuk. Bu sahillerin büyük bir bölümünde yüzdü, oynadı, midye çıkardı, akıntıların üzerine atladı. Malum, Boğaz çocukları yüzmekten çok denize yüksekten atlamayı severler, çünkü mecburdurlar. Ben de öyleydim.
 
Gençliğinizde koyu bir milliyetçi olduğunuz doğru mu?
 
14-15 yaşında bir çocuk bir şeyin ne kadar koyusu olabilirse o kadar. İlerici Gençlik Derneği vardı. Arkadaşlarım davet etmişlerdi,  tam oraya gidecektim ki  arkadaşım “Gitme sakın, onlar sosyal faşist” dedi. Kendisi Mao’cuydu. Gitmedim, ama bir hafta sonra Ülkü Ocaklarına gittim. Oradan aldığım kitapları okudum, etkilendim ve “Önce Vatan” dedim. Zor yıllardı. 12 gün işkence gördüm, 4 yıla yakın hapis yattım. 12 Eylül’den bir ay sonra çıktım. Bir süre sonra “Bilmediğim hiçbir şeyi kabul etmeyeceğim ve bilmediğim hiçbir şeyi reddetmeyeceğim” diye kendi kendime söz verdim, 35 sene boyunca da sözümü tuttum.
 
Nasıl bir aileydi sizinki?
 
Babaannem Zübeyde Hanım İstanbul 1915 doğumlu. Annesi Müberra Hanım öğretmenmiş. Dedem İbrahim Bey ise Kafkas cephesinden gelip Conk Bayırı’nda ilk şehit düşenlerden. Evleri Rumeli Hisarı’nın içindeymiş. Rumeli Hisarı açık müzeye çevrilince 1953’te istimlak edilmiş. Babaannem konsüllerine Rumeli Hisarı’nın kartpostallarını koyardı, nedenini hiç bilmezdim. Meğer evleri orada olduğu için görüntüleriyle hasret gideriyormuş. Babaannemin ailesi Kırım’dan gelip Köstence’ye  yerleşmişler, oradan da İstanbul’a göçmüşler. Babamın babası, dedem Yusuf ise İstanbul’da Kesedarlık (Muhasebecilik) yapıyormuş, babaannemle evlilikleri uzun sürmemiş, kendisi sonra Kağıthane’de bir silahtar ağasının kızıyla evlenmiş, sanırım genç yaşta da vefat ettiğinden babam yetim büyümüş, nüfus kaydında ‘Antakyalı Yusuf’ olarak geçiyor, nedenini biz de bilmiyoruz. Annem Kastamonu’nun Araç bölgesinden bir Türkmen kızı, babası küçükken vefat ettiği için çocuk yaşta İstanbul’a gelmiş.
 
Aileniz dindar mıydı?
 
Dindar diyemem ama muhafazakar bir aileydi bizimki. Sanırım ailenin ilk mollası ben oldum! Malum, eski İstanbul’da tekkeler olmadan kültür olmaz. Rahmetli Babam da epey eşik aşındırmış. Nitekim adımı açıklamalı bir Kuran çevirisinden almış, o çeviri hâlâ bende saklı duruyor. Kendisi melami-bektaşi meşreb bir zattı.
 
 
Dücane ne demek?
 
Arapça kökenli bir kelime. “Ebu Dücane” bir lakap, isim değil. Üstelik “Dücane”, muhtemelen bir kız ismi! (Gülüyor). Ama babam ismime Farsça mânâ vermekten hoşlanırdı: ‘dü” iki demek, “dücane” de “iki can”, hem madde hem mânâ, hem akıl hem kalp, hem dünya hem ahiret...
 
Üsküdar’da doğmuş milliyetçi bir gençken bugünkü noktaya nasıl geldiniz?
 
Dervişler “Hakikat yolculuğu şeriatla başlar, tarikatla devam eder, hakikat ve marifetle son bulur” derler. Benim öyküm de biraz bu sıralamaya uygun gelişti. Kişisel tarihim Türkiye’nin tarihine eş biçimde yaralı. Türkiye hangi sancıları ve acıları yaşadıysa benim öznel tarihim de birebir aynı süreçlerden geçti. 15-16 yaşlarında siyasal olaylara karıştım. İlk yazımı 1980 yılında, 18 yaşında  cezaevindeyken yayımladım. Çoğu 'Taşmedrese’den mektuplar' tadında toplam 12 tane gençlik yazısı.  Kırk senedir durduramadığım bir okuma/öğrenme açlığıyla boğuşuyorum. Her gün 10-15 saat okumak benim için nefes alıp vermek gibi sıradan bir işlem, düşünmekse bir yaşam tarzı.
İlk dönem okumalarım Kuran’a dairdi. En temelden başlamıştım. Bu bir anlamda Tanrı’yı merkeze alarak düşünmekti. 12 Eylül’den sonra ideolojik yükün altında ağır bedeller ödemiştim ve toplumla irtibat kurma yeteneğim büyük ölçüde hasar görmüştü. Yaralarımı sarmak için okuyordum. Yürümeye değil, uçmaya ihtiyacım vardı. Bu yüzden doğadan, toplumdan, insandan, neşeden uzak durmak ikinci doğam halini alıverdi.
Askerden geldikten sonra 10 yıl boyunca geçimimi redaksiyon yaparak, yani Arapça ve İngilizce’den yapılan çevirileri düzelterek temin ettim. Neredeyse hiç evden çıkmıyordum. 13-14 yıl Yeni Şafak’ta yazdım; gazeteye gidişim üçü beşi geçmez.Rahmetli Cemil Meriç’in “İnsanlar kıyıcıydılar kitaplara sığındım” diye bir sözü vardır, benim hikayem de  ona benzer. İnsanlar beni hâlâ ürkütür, ki doğrusu ben de biraz onları ürkütürüm. Huysuz ve yabanıl bir tarafım vardır. Ne kadar saklamaya çalışsam da kartal görünümünün ardından hep bir serçe ürkekliği kendini belli eder. Kısaca, benimkisi, toplum içinde köle olarak yaşamaktansa kitaplar arasında imparator gibi yaşamayı marifet bilen bir “yabancı”nın öyküsü!
 
İlk dönem yazılarınız ile son dönemkiler arasında farklar var sanki. Sekülerleştiniz desem kızar mısınız?
 
Ayaklarımın artık daha yere basar göründüğünü söylemek istiyorsanız, haklısınız, yeryüzüne çok geç indim. Kendimi bazen dünyaya düşen adam gibi hissediyorum. Çoğunlukla yabancı ve garip bir adam... Platon “Biz göğün bitkisiyiz” der. Tanrısal ışığın yayıldığı zeytin ağacının kökleri de yerde değil, göktedir, dalları aşağıya sarkar. Ne doğuya ne batıya aittir. Eric Hoffer’ın deyişiyle “kesin inançlı” bir adamdım, köklerimi yere değil, göğe salmıştım. O kadar haklıydım ki nerede olduğumu, kim olduğumu hiç sorgulamadım. Fizik’le değil, metafizik’le yola düştüm, içini doldurmak için 40 yılımı harcadığım bir metafizikle... İdeolojik haklılık insanı aptallaştırır.  Aptallık ise insana duygusal açıdan kendini güçlü hissettirir. Geriye dönüp baktığımda, benim de her genç gibi bilmekten çok güçlü olmaya, yani inanmaya ihtiyacım varmış diye düşünüyorum. Yetişkinlik düşünmekle olanaklı, düşünmek ise parçalanmakla.
 
Sizin dünyevileşmenizle Türkiye’deki İslamcıların dünyevileşmesi aynı döneme denk geliyor. Sonuçta farklı yerlere vardınız ama yine de dönemsel olarak paralellik kurmak mümkün mü?
 
Dünyevileşme sözcüğü olup biteni açıklamaktan çok saklıyor gibi görünüyor. Bu sözcük belki yapısal ve kurumsal süreçler için açıklayıcı olabilir ama birey için  kullanıldığında trajik dönüşümleri yüzeye çekip sığlaştırıyor. Başlangıçta düşünmemin konusu sözcüklerdi, bu yüzden yıllarca dilbilim çalıştım, sonra kavramlara geçtim ve uzun süre mantık dersleri verdim, daha sonra tarih, yine geçmişin bilgisi. Düşünce yaşamımda olgular neredeyse hiç yer almadı. Örneğin zulüm sözcüğünü veya zulüm kavramını saatlerce çözümleyebiliyordum ama zulüm olgusuna gözlerimi kapamaktan hiç kaçınmıyordum. Bu süre zarfında  topluma, doğaya, insana hep isteksizce yaklaştım. Yaşama, doğaya, insana yıllar sonra değebildim. Bu perdeyi kaldırabilme becerisini sanata borçluyum, çünkü Brecht’in dediği gibi, “tüm sanatlar yaşama sanatına hizmet eder.” Malum, düşünceler yaşama değmedikçe ne ölçülebilir, ne de sınanabilir. Bu durumda kendinizi haklı hissetme ihtiyacı sürekli doyum bulur ama bakış açınız da biteviye yoksullaşır. Hakikat arayıcıları, arayışlarını sürdürdükleri takdirde, asla bu yoksulluğa tahammül edemezler. Doğayı, toplumu, bilimi merkeze almamın temel nedeni sanattı. Yaşamı belki sanatla farkettim, ama felsefeyle kavradım. Paris’te kaldığım dönemde sürekli Psikiyatri ve Psikoloji üzerine okuyordum, doğal olarak bir yandan da gözlem yapmaya gereksinim duyuyordum. Ne var ki pek sosyal biri değildim, dolayısıyla bu gereksinimi en iyi romanlar aracılığıyla karşılayabileceğimi düşündüm ve edebiyat dünyasına daldım. Balzac’ın romanları benim için laboratuar gibiydi, ve yanısıra bir de sinema dünyası.
 
İnsanları romanlardan ve filmlerden mi öğrendiniz yani?
 
Biraz öyle oldu! (Gülüyor)  Evhadüddin Kirmani bir gün tekkenin önünde oturmuş, gelip geçenlere bakıyormuş. Şems-i Tebrizi ona ne yaptığını sorunca “Leğende mehtabı seyrediyorum” demiş, yani halkta Hakk’ı seyrettiğini söylemiş. Şems de “Ensende çıban mı var, başını kaldırıp niçin mehtaba bakmıyorsun?” demiş. Benim de hakikatin izlerini takip ettiğim ilk “leğenler” romanlar ve filmler oldu diyebilirim.
 
2005’te Paris’te psukhe-pneuma (nefs-ruh), sevgi-nefret, kibir-tevazu gibi kavramlar üzerine çalışırken bağırsakların nasıl çalıştığını hiç bilmediğimi fark ettim ve bu eksikliği gidermek için 3-4 sene boyunca Anatomi ve Tıp çalıştım. O dönemlerde birkaç yazı da kaleme aldım. Oysa daha önce bedeni değil ruhu, yürümeyi değil uçmayı önemsiyordum. Çaresiz düşe kalka yürüdüm. İnatla siyaset ve ticaretten uzak durdum. Elbette bunun da ağır bir bedeli oldu, yaşamdan payımı eksilttim ve toplumdan, insandan, yaşam sevincinden uzakta, hakikati kendi mağaramda aradım. Önemli olanın değil, değerli olanın peşine düştüm. Tek sermayem hüzündü. Ne var ki hüzün insana derinlik verir ama yaşamsallığını azaltır. Tarkovski “Kütükler kalın, sert ve yıkılmaz görünürler ama cansızdırlar, fideler ise ne denli kırılgan görünseler de taze ve canlıdırlar” der. Okul metafiziğinin gücü de sert, yıkılmaz ve güçlüdür ama ölü bir güçtür bu. Canlılık için dış dünyaya, yaşama adım atmak gerekir.  Yıllarca haklılık duygumu kaybetmemek için sokağa çıkmadım. Pencereden dışarı bakmayı ancak 40 yaşlarından sonra becerebildim. Dünyayla irtibat bir bilgi sorunu değil görgü sorunudur. Berlin’de ve Paris’te bulunduğum yıllar, yaşam kültürüne dair bilgi eksikliğimi değil, deneyim eksikliğimi tamamladı.
 
Eski çalışmalarınızda teoloji merkezdeyken şimdi sadece bir bölümü diyebilir miyiz?
 
Yıllarca Tanrı’yı sözcüklerde ve kavramlarda aradım, şimdiyse doğada ve yaşamda arıyorum. Şehirde. Felsefe yapmak metafizik yapmaktır. Düşünmeye başladığınızda yaşamdan ayrılma isteği duyarsınız ve yaşamdaki payınızı eksilterek, tıpkı Hintliler gibi, saf bilinçte kalmaya çalışırsınız. Bu ilk bakışta verimli bir yol gibi görünür ama sonunda kişiyi boşlukta ve hiçlikte tüketir. Derinleştiğinizi düşünürsünüz ama yaşamsallıktan uzak bu derinlik, yaşamda karşılığı olmayan sanrılarla yüklüdür. Hakikati arayan her düşünce adamı doğa ve toplumla sınanma yürekliliğini göstermek zorundadır. Felsefe yapmak orada ve geçmişte değil, burada ve şimdi yaşamaktır.
 
 
 ‘SERMAYEM HEP HÜZÜNDÜ, YAŞAM SEVİNCİMİ 2007’DE BULDUM’
 
O noktadan sonra lezzetini aldığınız ilk şey ne oldu? Yaşamınızın ikinci kısmında geç keşfettiğinize üzüldüğünüz şeyler var mı?
 
Bir yemekten de haz alınabilir, gezmekten de. Oysa hazların en yükseği teorik hazlardır, bilmenin hazzı. Bilinç yetkinleştiği takdirde bilmenin hazzını hiçbir duyusal hazza değişmez. Duyusal hazları önemsemedim, çünkü bilmenin hazzını tatmıştım. İçime kapanık bir tarafım vardı, sermayemse hep hüzündü. Dairenin tamamlanması için hüzne, öte yandan neşenin de eşlik etmesi gerekir. Ben yaşam sevincimi 2007’de buldum.
 
Size yaşamda neşe veren şeyler ne?
 
Bütünü görmenin zevki. Yıllarca filin sadece kuyruğunu, hortumunu, ayağını tutmaktan yorulmuş bir zekânın fili bir bütün olarak görmekten aldığı haz...
 
Hâlâ yukardan bakıyorsunuz!
 
Teori sözcüğü nazar ve temaşa anlamına gelir. Temaşanın lezzeti tikellerde bulunmaz. Yolculuk dairenin üzerinde cennetten düşüşle başlar, ki eskiler buna iniş yayı der, doğaya inersiniz. Doğa bir son durak değildir, çaresiz tekrar yukarı çıkarsınız, ki buna da çıkış yayı denilir, ama o da son durak değildir. Sürekli bir devr-i âlem, daima dairenin başına geri dönüş, daima daireyi tamamlama. Sufiler dairenin tamamlanışını özgürlük olarak adlandırırlar. Ulaşmak değil, yolda olmaktır hazların en büyüğü. Hakikati avuçlamak değil, ona yaklaşmak, zaman zaman değmek, ama bir ömür boyu hakikatin cemalini bir tülün arkasından seyredecek noktada olmak, işte bitimsiz bir arayışın yegâne ödülü bu!
 
 
ANAYASA ve LAİKLİK ÜZERİNE
 
 
Anayasada laiklik tartışmasına nasıl bakıyorsunuz? Meclis Başkanı’nın önerisini tartışılabilir buluyor musunuz?
 
Siyasal ve toplumsal her şey tartışılabilir ve fakat laikliğin anayasadan kaldırılmasını talep etmek en hafif deyişle bir geri adımdır.  
 
Neden?
 
Laiklik şefle büyücü arasındaki ayrımın adıdır, eşdeyişle siyasal olanla dinsel olan arasında bir rasyonel mesafe gereksinimidir. Siyasal yapı ise en nihayet toplumsal ve ekonomik zeminin ürünü, doğrudan doğruya mülkiyet biçiminin. Doğu’da ya şef’le büyücü aynı kişidir ya da genellikle  büyücü şefin yardımcısıdır. Çağdaş yaşam biçimi bugün haklı olarak büyücüyü şefin, yani kendisinin yanında görmek istemiyor ve bir mesafeye gereksinim duyuyor. Artık bir büyücü sınıfı yoksa, şefin de, siyasal alanın da büyüden arınmasında bir mahzur yok demektir. İlk anayasamız olan Kanun-i Esasî’nin 5. maddesinde “zat-ı hazret-i padişahînin nefs-i hümayunu mukaddes ve gayr-ı mes’uldür” diye yazar. Ne mutlu ki Cumhuriyet’le birlikte bu aşamayı geçtik, şimdi hiç de ihtiyacımız yokken yöneticileri niçin yeniden tanrılaştıralım?
 
Anayasadan laikliği çıkarırsak siyasetçiler tanrıdan güç aldıkları iddiasına geri mi döner?
 
Siyasal yapının rasyonel güvencesi olarak laiklik, yöneticilerin aynı zamanda yönetilebilir olmalarını da öngörür, bu nedenle hukukun ve yasanın üstünlüğünü şart koşar, yönetimde sadakati değil ehliyeti gözetir. Bunun temeli de halkın, yani eşit ve özgür yurttaşların tümüdür. Halkın, çoğunluk bile olsa bir grubunun gelenekleri, görenekleri, inançları toplumun bütünü için bir ölçüt ve ayrıcalık gerekçesi olamaz. O bakımdan laiklik, dinsel gerekçeler örtüsü altında duygusal ve kişisel hırsların toplumsal bütünü belirlemesini engelleyecek en akıllıca çözümdür, üstelik insanlık tarihi açısından da ileri bir adımdır. Anayasadan laikliğin kalkması halinde toplumun tamamını bir arada tutacak ortak çıkarların korunması güçleşeceği gibi, duygular düzeyindeki istismar da kolaylaşacaktır. Bu durumda çoğunluğun dışında kalanların yaşam şansı da kalmaz. Toplumun ortak çıkarlarının odak noktası değişti. Eskiden şehrin merkezinde ya katedral ya cami olurdu, yanında da Arasta, yani Pazar, oysa şimdi mabedler kendilerine AVM’lerin yanında güç bela yer buluyorlar.
 
Peki nasıl bir anayasa hazırlamalıyız?
 
1921 Anayasası Kanun-i Esasi’ye göre, 1924 Anayasası ise 1921 Anayasa’sına göre ileri bir adımdı. 1961 ve 1982 anayasaları ise geri adımlardı. 1961 Anayasası daha fazla özgürlük içerse de bir darbe teşebbüsünün ürünüydü, ortak aklın ve değerlerin ürünü değil. Halkın ortak vicdanını ve değerlerini gözönüne almadan tepeden inme anayasalardı. Önümüzde yeni bir fırsat var. Bu deneyimlerden yararlanarak daha geri değil, daha ileri bir adım atılması gerekir.
 
Hiçbir toplum kendi niteliklerini aşan bir anayasa üretemez, yani anayasa toplumun aynasıdır. Türkiye’nin dünyaya söyleyeceği yeni ve farklı bir şey var mı, daha evrensel, daha kalıcı, daha adil bir öneri? Bu yoksulluk pek tabii ki Türk siyasetini oluşturan malzemenin niteliğiyle, düzeyiyle ilgili. Örneğin Çamlıca’ya sadece cami yerine, sembolik değeri yüksek birer mescid, kilise ve havra yapılsaydı, dünyaya daha evrensel bir mesaj vermek açısından bu daha ileri bir adım olmaz mıydı? Türkiye’ye pekala böylesi yakışırdı, fakat Çamlıca’ya sadece cami yapıldı ve hakikatin tikel ve yoksul belirlenimlerinde ısrar edildi. Yapılması gereken anayasa, özgürlüğe en açık olması gereken anayasadır. Belli bir grubun veya zihniyetin çıkarlarını değil, hiçbir ayrıma başvurmaksızın bütün halkın ortak çıkarlarını hedeflemelidir: en ortak ve en insani değerleri.
 
Yapılacak anayasadan siz umutlu musunuz peki?
 
Umut ve temenni arasında fark var. Umut ancak nedenlerini bildiğimiz şeyin sonucunu beklemektir. Tohumu saksıya ekerseniz, güneşe koyup sularsınız, ardından da çiçek açmasını umut edersiniz, ama asfalta atılan tohumların kendiliğinden gül olacağını beklerseniz buna umut etmek değil, temenni etmek (batılıların deyişiyle “wishful thinking”) denir.
 
Türk siyaseti daha çok asfalt döşenmiş bir yola mı benziyor?
 
Herşeye karşın yine de umudumu korumaya çalışıyorum. Cumhurbaşkanının ve Başbakanın laiklik ile ilgili açıklamalarında böyle bir duyarlılık görünüyordu. Bunu sevindirici bulmakla birlikte biliyorum ki Doğu’da siyaset daima dini yedeğinde tutar ve onu ne zaman öne süreceği hiç belli olmaz.
 
İlk dört madde tartışmasına ne diyorsunuz?
 
Daha önce dediğim gibi herşey aklın ve düşünmenin konusu yapılabilir ve toplumun gereksinimleri gözönüne alınarak yeni başlangıçlar teklif edilebilir. Önemli olan, bu başlangıcın özgürlükler açısından ileri bir adım değeri taşıyıp taşımadığı. Başlangıç sorunu çetin bir sorundur ve siyasal olan için uzlaşma dışında kendisine boyun eğdirilecek bir başlangıç icat etmek hiç de kolay değildir. Anayasa yapımı bir süreçtir ve tözselliğe inat her deneme bir uğrak olmaktan öte bir değer taşımaz, dolayısıyla Kanun-i Esasi’den itibaren tüm anayasalar uzun bir sürecin kendine özgü uğrakları olarak kabul edilmeli, yeni anayasa da bir yeni aşama olarak görülmelidir, yeni ve daha ileri bir aşama.
 
Dolayısıyla ilk dört madde değiştirilemez mi?
 
Bir anayasada hamaset olmaz, belirsizlik ise hiç olmaz. İlk madde aynen kalmalıdır, çünkü siyasal yapının bilinen en evrensel, dolayısıyla en ilerici zeminidir. Niteliklerine gelince, özellikle 2. madde, bence yeniden yazılması gereken kimi ideolojik bakış ve ifade kusurlarıyla maluldür.
 
Ya Başkanlık tartışması?
 
Başkanlık sistemi sorunu anayasa tartışmalarına alt-güdümlü bir sorun olarak ele alınmalı. Esas ve öncelikli olan sadece anayasadır. Ülkenin sadece bugününü değil, geleceğini de gözeten ve insan haklarını temel alan demokratik bir anayasanın “mukaddes ve gayr-ı mes’ul” bir zat-ı hazret-i padişahî hayaletinden bu ülkeyi koruyabileceğini düşünüyorum. Ne ki başkanlık sisteminin toplumda hâlâ siyasal açıdan kişisel bir çözümün kılıfı olarak algılandığını da bilmez değilim. Bu yüzden hakim siyasal irade yatay mimari’den önce yatay bir anayasa inşa etmeyi hedeflemeli.
 
Peki, mümkün mü?
 
Bu ancak anayasanın yazımı ve kurulumu sırasında gösterilecek titizlikle açıklık kazanacak.
 
Şu an öyle bir titizlik görüyor musunuz?
 
Ne yazık ki hayır! Bunun nedeni, anayasa gibi temel bir sorunun yaşamsal öneminin toplumda hâlâ kavranılmamış olması. Halk, özellikle eğitimsiz kitleler asırlardır tek yanlı yönetilmeye o denli alışmış olmalı ki sandığa gitmek dışında da kendisini pekâlâ kendisinin yönetebileceğine, kendi geleceğini bizzat yine kendisinin belirleyebileceğine pek ihtimal vermiyor, yurttaş demenin “hem yönetilebilen hem de yönetebilen” anlamına geldiğini ise hiç düşünmüyor. Cumhuriyet, hele hele Demokratik Cumhuriyet demek, oy atıp dört yıl boyunca bir kenara çekilmek değil, gerektiğinde yönetime doğrudan katılma hakkını kullanmak demek.
 
Henüz buralı olamadık, bir türlü sivil toplum (el-medinet’ul-fazıla) haline gelemedik. “İstanbul 50-60 yıl sonra yaşanabilir bir kent olarak kalır mı?” veya “İstanbul’un bu gidişle ancak deniz suyunu arındırarak su ihtiyacını karşılayabileceğinin farkında mısınız?” diye sorduğumda, en eğitimli dostlar bile “Dert etme, nasılsa biz o günleri görmeyiz” diye yanıt veriyorlar. Bu tipik bir göçebe refleksi, çünkü çoğu kimse kendisini kendi toprağına bağlı bir birey olarak duyumsamıyor. Anayasa sorununun yaşamsal önemi konusundaki duyarsızlık da benzer bir aymazlığın ürünü. Bu kavrayış yoksunluğu siyasetçilerin işine geldiğinden, ne pahasına olursa olsun, sırf kalkınma hamleleriyle göz boyamayı marifet biliyorlar. Oysa, eğer yaralanmasaydı, adalet denilen vicdani ilke, bu ülkede kalkınmanın elinden “ne pahasına olursa olsun” bahanesini alacak biricik ölçüttü, çünkü doğaya adil davranmayan insana adil davranamaz.
 
Not: Bu röportaj Habertürk'te, (haz. Kübra Par), 9-10 Mayıs 2016’da yayımlandı.

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum