ÜÇ GÜZEL MUĞLAGÜNÜ-2 / Osman Çeviksoy

ÜÇ GÜZEL MUĞLAGÜNÜ-2 / Osman Çeviksoy
02 Ağustos 2022 - 19:11

ÜÇ GÜZEL MUĞLAGÜNÜ-2 / Osman Çeviksoy

SEVGİDEN ÖTESİ VAR
Kırk bir yıl önce Almanya’daki Türk işçi çocuklarının eğitimiyle görevlendirildiğimde Ankara Ulus İlkokulu’nda vedalaştığım birinci sınıf öğrencilerimi hatırladım. 1981’in Aralık ayıydı. Sınıfın tamamına yakını okumaya yazmaya başlamıştı. Öğrencileri tarafından çok sevilen bir öğretmen olduğumu da biliyordum. Ayrılırken sınıfımın tamamına yakını ağlamıştı. İçlerinde sesli ağlayanlar da vardı. Dönüşte Türk Dili Ve Edebiyatı öğretmeni olarak orta öğretime geçtiğim halde ilkokulda bıraktığım öğrencilerimden bazıları beni arayıp bulmuştu. Bunca yıldan sonra tekrar bir ilkokula girecek, sevgisi de öfkesi de samimi olan ve dünyanın en güzel, en tatlı, en sevimli varlıklarıyla tanışacaktım. Bu, benim için hem nostaljik hem de heyecan verici bir karşılaşma olacaktı.
Tanışacağım iki sınıf son çıkan “Sevgiden Ötesi Var” adlı kitabımı okumuşlardı. Bu kitap yıllarca liselerde okutulan ders kitaplarımdan, gezi, roman ve hikâye kitaplarımdan sonra çocuklar için yazdığım ilk kitaptı. İlkokul dördüncü sınıf öğrencileri bakalım kitaptaki hikâyeleri anlayabilmişler miydi?Ya da ne kadar nereye kadar anlamışlardı? Arka kapakta yetişkinleriyle birlikte okumaları önerilmişti, öneriye uyan olmuş muydu? Bakalım neler sorulacaktı? “Öğretmenim” diye başlayacak sorular, “Ne anlatmak istediniz? Niçin ağladı? Neden sevindi?” diye son bulursa üzülecektim. Bu sorular, yazdıklarımın anlaşılmadığı anlamına gelecekti.
Sınıfa doğru ilerledikçe heyecanım katlanarak artıyordu.
Kapısı açık duran kalabalık bir sınıfa girdiğimde bütün öğrenciler aynı anda ayağa kalktı. Tıpkı kırk bir yıl öncesinde olduğu gibi. Fakat bir farkla… Bu defa hepsinin elinde “Sevgiden Ötesi Var” adlı kitabım vardı. Beni kalpleri hizasında tuttukları kitabımla selamladılar. Belli ki beni bekliyorlardı. Tam karşılarına geçince hep bir ağızdan “Hoş geldiniz öğretmenim!” dediler. Sınıfı, memnuniyetten öte mutlulukla selamladım. Birazcık ilkokul öğretmenliği yıllarımdan söz ettim. Oturmalarını söyledim. Sözü; kitap, kültür, okuma, başarı kavramları üzerinde bir iki dakika dolaştırınca bana soru soracak kıvama geldiler. Dolaysıyla söyleşinin merkezine de yerleşmiş oldular. Öğrenci merkezli olmayan derslerin, söyleşilerin çok da faydalı olamayacağına inanıyordum.

Bir 6 kişi, ayakta duran insanlar ve iç mekan görseli olabilir
Çocukça soru, görüş ve değerlendirmelerle söyleşi su gibi akıp giderken bir ikaz geldi. Öğleden sonra bu sevgili öğrencilerle Muğla Ticaret ve Sanayi Odası Konferans Salonunda uzun uzadıya söyleşebilecektik. Şimdi acilen okul bahçesine inmemiz gerekiyordu. Sözü bağlayıp, sınıftan ayrıldık.  Koridordaki ve merdiven başlarındaki tablolara hızlıca göz atarak bahçeye indik. Bahçede okulun idarecileri, öğretmenleri, Sevgiden Ötesi Var’ı okuyan bütün öğrenciler ve bir ıhlamur fidanı beni bekliyordu. Hatıra olarak fidanı okul bahçesine dikecektim. Görevli sınıf öğretmeni Üzeyir Engin Demirel’in yönlendirmesiyle oyun alanında toplanan öğrencilerin arasından yeşil alana geçince dikeceğim fidanın, fidan için kazılmış çukurun, küreğin, can suyunun, her şeyin hazır olduğunu gördüm. Ne güzel düşünülmüştü.İnsan boyuna yakın uzunluktaki çatal gövdeli fidanı, köklerini sarmalayan toprağıyla birlikte alıp besmeleyle çukurun tam ortasına yerleştirdim. Öğretmen arkadaşım dik durması için üst tarafından tuttu. Ben küreğe sarılıp çukurun boş kalan yerlerini doldurmaya başladım. Ben toprak attıkça fidanı tutan meslektaşım toprağı bir ayağıyla pekiştirdi.Sonra küreği benden alarak kalan toprağı o attı, düzenledi. Can suyunu verdik. Dikim işi tamamlanmış oldu.
Fidanın dalına metal bir plaka asıldı. Plakanın üzerinde bu ağacın hangi vesileyle dikildiği yazılıydı. Hatıra fidanın yanında, eşimle, okulun idareci ve öğretmenleriyle fotoğraflar çektirdik. Öğrencilere biri Tataristan’ın Kazan şehrinde Türk dünyasından Abdullah Tukay’ı anmak için gelen yazarlar şairler adına düzenlenen ağaçlıkta, ikincisi Muğla Menteşe Borsa İstanbul İlkokulu bahçesinde iki ıhlamur fidanımın olduğunu anlattım. Konuşma yapmak üzere karşıma geçen bir öğrenci heyecandan ne söyleyeceğini unuttu, tutuldu kaldı. Eğildim, yanaklarını avuçlarımın arasına alıp alnından öptüm. “Benim akıllı ve güzel çocuğum. Niçin bu kadar heyecanlısın? Ben yabancı değilim ki… Öğrencilerini çok seven bir öğretmenim. Tıpkı senin öğretmenin Üzeyir Engin Bey gibi. Hadi şimdi konuş!” dedim. Çocuk bütün unuttuklarını hatırladı. Okullarını ziyaretimden, kitabımdaki hikâyelerden, bahçelerine diktiğim fidandan dolayı teşekkür etti. “Bu fidan büyüyecek ağaç olacak, biz de gölgesine oturup kitap okuyacağız.” dedi. Benimle birlikte öğrenci, öğretmen, veli, herkes alkışladı.

Bir 2 kişi, ayakta duran insanlar ve açık hava görseli olabilir
Okul yeni sayılırdı. 2010-2011 öğretim yılında açılmış, ilk yıllar fazla ilgi görmemişti. Çok geçmeden bina imkânları, idareci-öğretmen kadrosu, eğitim öğretim kalitesi yönleriyle dikkatleri çekmiş öğrenci mevcudu giderek artmaya başlamıştı. Şimdi oldukça kalabalık sınıflarda ders yapılıyor, ancak eğitim öğretim kalitesinden ödün verilmiyordu. Borsa İstanbul, okuma etkinliklerini, öğrenci yazar buluşmalarını önemseyen bir okuldu.
Bitişikte piknik alanı gibi düzenlenmiş üstü kapalı oturacak yerleri, masaları, barbeküleri bulunan, tertemiz, yemyeşil parka geçtik. Öğrenciler, öğretmenler, veliler de oradaydı. Öğretmen veli iş birliği ile iştah açıcı, zengin masalar donatılmıştı. Yaprak sarmaları, biber dolmaları, kekler, börekler, turşular, ayran, Muğla halkası… Muğla halkasını çok sevdik. Eşim, hemen tarifini aldı.
Okulun idareci ve öğretmenleri kadar velileri de cana yakın, saygılı ve misafiri seven insanlardı. Öğrenciler, tıpkı ilkokul öğretmenliğini bıraktığım yıl oldukları kadar içten, hareketli ve hayat doluydular. İyice sokulup elimden tutanlar, soru soranlar oldu. Muhtemelen resim iş dersinde yaptıkları kuş, kuzu, kedi, köpek gibi çeşitli evcil hayvan resimlerini armağan edenler oldu. Bana ilkokul öğretmenliği yaptığım günleri özlemle hatırlattılar.
Muğla Ticaret ve Sanayi Odası Konferans salonunda seksen öğrenci yirmiden fazla veli ve öğretmen vardı. Sahne gerisindeki perdeye etkinliğimizin logosu yansıtılmıştı. Salona girince minik ellerin alkışı başladı. Ön sırada bizim için ayrılan yerlere ulaşıncaya kadar alkış devam etti. Salonda bulunanları selamladıktan sonra oturdum.
İçeridekilerin çoğu çocuk olmasına rağmen ortalık sessizdi. Bu saygılı sessizlik, okuldaki başarılı eğitimle, velilerle kurulan uyumlu, sağlam diyalogla açıklanabilirdi. 
Program yöneticisi İsmail Zorba geniş sahnenin iki yanında duran iki masadan bilgisayarlı olanın başına geçmişti. Kısaca özgeçmişimi okuyup beni sahnenin diğer yanındaki beyaz örtülü, üzerinde kâğıt, kalem su, mikrofon bulunan masaya davet edeceğini sanıyordum. O, benimle ilgili bir iki cümleden sonra bizim göremediğimiz birine işaret ederek salonda yanan lambaların çoğunu söndürttü. Ortalık alacakaranlık hâle gelince bilgisayara yöneldi, ardından salonu dolduran bir hanım sesi ve perdeye yansıyan görüntüler…
Görüntüler eşliğinde benim hayat hikâyem anlatılıyordu. Kurulan cümleler doğru, anlaşılır, etkili ve güzeldi. Annemin babamın adına ve meşguliyetlerine kadar, ekmek fırınlarında çalıştığıma, semt pazarlarında pazarcılık yaptığıma kadar pek çok ayrıntıya ulaşılmıştı. Bu ayrıntılar, hakkımda hazırlanan tezlere, benimle yapılan uzun mülakatlara kadar bakıldığını gösteriyordu. Seslendirilen metinin emek verilerek hazırlandığı belliydi. Seslendirilmesi de ustacaydı. “Bir tiyatro sanatçısı ya da bir radyo, televizyon sunucusu olmalı…” diye geçirdim içimden.
Görüntüler de şaşırtıcıydı. Sıkça paylaşılanlarla birlikte arşivimde bulunup bulunmadığından emin olamadığım, çok özel, çok güzel kareler gördük. Renkli fotoğrafların bilinmediği siyah beyaz döneme ait fotoğraflar aktı gitti gözlerimizin önünden. Altı yedi dakikalık görüntülü biyografi sunumu son derece şaşırtıcı ve güzeldi. Çok beğendim.
Kısa bir açıklamadan sonra gelen Sevgiden Ötesi Var’daki hikâyelerle ilgili değerlendirme görüntüleri daha da şaşırtıcıydı. Kitabın arka kapağında yer alan, “Zaten bu hikâyeler hem çocuklar hem yetişkinler tarafından okunsun, özellikle de aile ortamlarında okunsun diye yazılmıştır.” cümlesinde söylenen aynen uygulanmış, kitap aile ortamlarında okunmuştu. Her hikâye ile ilgili dört beş dakikalık değerlendirme videoları hazırlanmıştı. Videolarda çocuk ya anneyle ya da babayla birlikteydi. Birinin elinde mutlaka kitap vardı. Bazı videolarda hem çocuğun hem diğer kişinin elinde (anne ya da baba) kitap vardı. “Yaman Buluşma” adlı hikâyenin değerlendirilmesi evin içinde değil, bahçesinde yapılmıştı. Çocuk babasıyla bahçede değerlendirmesini yaparken tıpkı hikâyede olduğu gibi yanlarına bir de köpek geliyor, sonuna kadar ayrılmıyordu.
Sunumlar başarılı ve güzeldi. En güzeli de anne babaların çocuklarıyla birlikte kitap okumaları, okuduklarını birlikte anlamaya çalışmalarıydı. “Bir il, Türkiye kitap okuma sıralamasında ilk üç arasına nasıl girer?” sorusuna cevap gibiydi. Anne babanın kitaba karşı ilgisi elbette çocuğu da etkileyecek, onu kitap okumaya doğru yönlendirecekti.
İsmail Zorba, her hikâye sunumundan sonra görüntüyü durdurdu, gözlerimizi perdeden salona çevirdik, perdede izlediğimiz çocuğu yanında annesini ya da babasını canlı olarak gördük, alkışladık. Bir sonraki hikâyeye geçtik…
Sunumlardan sonra sahneye ben çağırıldım. Beyaz örtülü büyük masa benim için hazırlanmıştı. Çocukları usandırmayacak uzunlukta ve seviyelerine uygun ifadelerle “kitap, kültür, okuma” odaklı bir söyleşi gerçekleştirdik. Birkaç soru cevapladım. İmzaya geçtik. Kısa bir süre içinde yüzden fazla kitap imzalamam gerekiyordu. Çünkü bazı öğrenci, öğretmen ve velilerin ellerinde birden fazla kitap görüyordum. Her kitap imzalatanın adını, kısacık da olsa bir iyi dilek ifadesini, günün tarihini, ilin adını yazdıktan sonra imzalamalıydım. İmza günlerimde hep böyle yapmıştım. Aksi halde boş bir imzanın ne kadar hatıra değeri olacaktı ki… Öğrencileri, meslektaşlarımı, velileri fazladan bekletmek de istemiyordum.
Eşimden yardım alarak mümkün olan en kısa süre içinde imza işini hallettik.
Sıra fotoğraf çektirmelere geldi.
Dinlenmek üzere uygulama oteline bırakılırken akşam yemeği için yaylaya gideceğimiz, havanın biraz serin olacağı için ona göre giyinmemiz gerektiği söylendi. Bizi otelin bahçesinden alacakları saati de söylediler.
Bir akşam yemeği için yaylaya çıkmak bize çok da anlamlı, mantıklı gelmedi. Fazladan zahmet vermiş olacaktık. Üstelik karanlıkta manzaranın güzelliklerini de keşfetmekten uzak kalacaktık. Yine de ev sahiplerimizin işine karışıp “Karanlıkta ne işimiz var yaylada!” demedik. Neyi, nasıl plânladılarsa, ona uymalıydık. Karanlık oluversin, belki bir yamaçtan Menteşe’nin ışıklarını seyrederdik.
Sabah ezanından beri ayakta oluşumuza, bölgeler arası yolculuğumuza, okul ve kütüphane ziyaretlerimize, fidan dikme, öğrencilerle söyleşi, imza etkinliklerimize rağmen yorgunluk duymuyorduk. Otel odamıza çıkıp da uzanınca gerçeği anladık; meğer yorulmuşuz da farkında değilmişiz. Bir güzel dinlendik.
Uygulama otelinin yüksek ağaçları olan geniş bahçesi vardı. Bahçesinde hafif ve dayanıklı malzemeden yapılmış masaları, sandalyeleri vardı. Ağaç gölgesi, hafif rüzgâr, Türk sanat müziğine karışan kuş sesleri ve taze çay… Daha ne olacaktı ki… Dinlenmeye bahçede devam edebilirdik. Hazırlandık, montlarımızı alıp indik. Üç gün sürecek Muğla maceramızı yazmayı düşünüyordum. O halde görerek, anlayarak, yazmaya değer ayrıntıları yakalayarak bakmalıydım.
Boş masalardan gözlem yapmaya en uygun olanına oturduk. Bizi yaylaya götürmek üzere almalarına daha bir saatten fazla zaman vardı. Ağaçlara kuşlara, çevreye, caddeden geçen insanlara, arabalara bakınarak Muğla’ya özel bir şeyler yakalamaya çalıştık. Yeni bir ayrıntı yakalayamadıysak da sabah hava limanından gelip şehre girince ilk dikkatimizi çeken güzelliği pekiştirdik: Muğla’da özellikle de Menteşe’de sürücüler yayalara karşı saygılıydı. Yaya yola adım atar atmaz arabalar duruyor,geçiş gerçekleşinceye kadar bekleniyordu. Aynı trafik kanunları geçerli olduğu halde maalesef benim yaşadığım şehirde sürücülerin büyük bir kısmı bu kadar duyarlı değildiler.

YAYLADA AKŞAM YEMEĞİ
Çok geçmeden Ziya Karabulut geldi.Biz bahçeye inersek yalnız kalmayalım diye erken davranmış. Bizi görünce isabetli hareket ettiğini anlamıştı. İsmail Zorba gelinceye kadar herhangi bir konuya bağlı kalmadan konuştuk. Edebiyatın gereksizliğine inanan din kültürü ve ahlâk bilgisi öğretmenlerinden değildi. Aksine insan yetiştirmede ve olgunlaştırmada edebiyatın gücüne, önemine inanıyordu. Öğrencilerini sürekli okumaya teşvik ediyordu. Ancak okuyan insanlar doğru anlayabilir, doğru düşünebilir, doğru karar verebilirlerdi. Kitap okuyarak kendini geliştirmeyen insan evreni hiç okuyamazdı. Halbuki bize inen ilk emir “oku!” idi. Gençlerimizi okumaktan uzaklaştıranlar büyük vebal altındaydılar.
Ziya öğretmenle eğitim, bilim, felsefe, sanat, akıl, ahlak, ölçü, pek çok konuya daldık çıktık. Arada bir küçük, masum sorularla birbirimizi tartmayı da ihmal etmedik. Akılcı, mantıklı, geniş görüşlü birisiydi. İmam Hatip okullarında meslek dersi öğretmenlerinin öğrenciler üzerindeki olumlu, olumsuz etkilerini biliyordum.İçimden dedim ki “Keşke bütün din kültürü ve ahlâk bilgisi öğretmenleri,imam hatip yetiştiren öğretmenler ve bütün din görevlileri sizin gibi düşünüp gereğini yapsalar.”
Vakit akşama doğru evrilirken biz de yaylaya doğru yola çıktık. Arabada beş kişiydik. Beşinci kişi bugünkü programlarda yönetici olarak görev alan Emine Serdar öğretmendi. Anlayışlı, tecrübeli, öğrencileriyle rahat diyaloglar kurabilecek bir öğretmendi. Türkçeyi oldukça güzel kullanıyordu.
Şehirden çıkalı epeyce olduğu halde sürekli düz arazide, bağlar, bahçeler arasında ilerliyorduk. Ne zaman yokuş yukarı tırmanmaya başlayıp nasıl bir yaylaya varacağımızı merak ediyordum. Aklımdan Karadağ Yaylası, Uzungöl Yaylası gibi yaylalar geçiyordu. Karadağ yaylasına çıkarken öndeki eski bir otomobilin yolun kötü bir yerinde bozulmasıyla bir saat kadar güneş altında bekleyişimizi hatırladım. Yine öyle bir tarafı uçurum olan dar ve keskin virajlı yollardan geçecek miydik? Karanlıkta yaylaya çıkıp inmek tehlikeli olmayacak mıydı?
“Yaylada akşam yemeği!” denildiğinde söze karışıp vazgeçirmeye çalışmadığım için yavaş yavaş pişmanlık duymaya, kendimi suçlamaya başlamıştım ki arabamız durdu.
“Geldik!” dedi İsmail Zorba.
Şaka mıydı? Tıpkı Ankara’nın Çankaya’sı gibi Menteşe de Muğla’nın en yüksek yeriydi. En küçük bir yokuşa bile tırmanmadan hatta Menteşe’den biraz daha aşağı seviyelere inerek yaylaya nasıl gelmiş olabilirdik? Eşim ve ben, şaka olmadığını arabadan inince anladık. Az ilerimizdeki rengarenk ışıklı, müzikli bir kır lokantasının otoparkındaydık. Başka arabalar da vardı.
“İsmail Bey yayla demiştiniz!” diye hatırlatmada bulundum.
“Hocam burası işte… Karabağlar Yaylası… Sizden önceki yazarımız Ayşe İlker Hanım’ı buraya getirmiştim, çok beğenmişti. Sizi de getirmeyi o zamandan aklıma koymuştum. Eminim siz de beğeneceksiniz.”
Gerçekten de karşılanışımızdaki doğallık, yemekleri, serin ve tertemiz havası güzeldi. Biz de çok beğendik. Beş öğretmen saat 23.00’a kadar yemek yedik, çay içtik, sohbet ettik. Dönüşte İsmail Zorba önce Emine Hanım’ı evine, sonra bizi otelimize bıraktı. Bizi bırakırken dedi ki “Hocam iyi dinlenin! Yarın sizin için uzun, yorucu, sürprizli, güzel bir gün olacak. Üç söyleşiniz, iki imzanız var, haberiniz olsun. Ayrıca yaylamızı yarın gündüz gözüyle de göreceksiniz.”
Günler öncesinden bana gönderilen programda ikinci gün iki söyleşi görünüyor, imzalardan, sürprizden söz edilmiyordu. Bekleyip görecektik…



 

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum