ÜÇ GÜZEL MUĞLAGÜNÜ-1 / Osman Çeviksoy
ÜÇ GÜZEL MUĞLAGÜNÜ-1 / Osman Çeviksoy
SALGINDAN SONRA
İki yıl önce eşimle birlikte çağrılmıştım. Program için hazırlıklar tamamlanmış, hatta uçak biletleri için kimlik numaralarımız bile istenmişti. Ülke boyutunda kapanma kararı alınınca bizim Muğla’ya gidişimiz gerçekleşmedi. Hızla yaygınlaşan “Korona-Kovit 19” salgınından dolayı bütün iş yerleri, okullar, camiler kapatılmış, konserler, konferanslar, toplantılar iptal edilmiş, görevi gereği izinli sayılanlar dışında insanların sokağa çıkması yasaklanmıştı. Böylece Muğla’da kitaplarımı okuyan sevgili öğrencilerle, değerli meslektaşlarımla buluşma heyecanım sona ermişti. Üzülmemek elde değildi. Üniversitenin, il ve ilçe milli eğitim müdürlüklerinin destekleriyle gerçekleşecek programı plânlayan meslektaşım, aynı zamanda yazar arkadaşım İsmail Zorba eminim benden daha çok üzülmüştü.
“İnşallah, salgından sonraya…” dedi.
Bekledik.
Biz beklerken Korona-Kovit 19 çıldırdı.Zorunlu olanlar dışında ulusal ve uluslararası hava, kara, deniz seferleri durdurulduğu halde Korona sınır tanımadı, her yere ulaştı. Açığını yakaladığı herkese bulaştı. Her gün binlerce insanı yakaladı. Yakaladığını hastanelik etti. Altmış beş yaş üstü kronikleri hiç affetmedi. Bazı ailelerin çocuklarını bıraktı, gerisini toptan götürdü. Pek çok akraba, dost, tanıdık peş peşe gitti…
Durum böyle olunca “Salgından sonrası olacak mı?” diye derin derin düşünmeye başladık. Salgından sonrası olsa bile biz görebilecek miydik? Doğrusu biraz da karamsarlık vardı. İnsanoğlu ne kadar güçsüz ve çaresizdi. Gözle görülmeyecek kadar küçük bir virüse adeta teslim olmuştu. Uzunca bir süre dikkatli olmaktan başka elimizden hiçbir şey gelmedi.
Maske, mesafe, hijyen kurallarına titizlikle uyarak “Hayat eve sığar!” deyip sabırla bekledik. Aşılarımızı zamanında yaptırdık. Beklenen güzel haber yaklaşık iki yıl sonra geldi. Virüs değişime uğramış, öldürücü etkisini neredeyse tamamen kaybetmişti. Yasaklar yavaş yavaş kalktı, ortalık rahatladı ve İsmail Zorba’dan bir telefon…
“Salgından sonraya demiştik ya hocam!”
“Evet, demiştik!”
“Muğla Menteşe ilçemizde sizi üç gün ağırlamak, öğrencilerimizle, meslektaşlarımızla tanıştırmak isteriz. Müsait misiniz?”
Şükür, salgından sonrasını da görmeye başlamıştık. Böyle güzel bir teklifi geri çevirmek mümkün müydü?
Üç günlük “Okur Gezer” programının tarafıma ulaşmasıyla benim sevgili okurlarımla, meslektaşlarımla buluşma heyecanım yeniden başladı.
Ben, heyecanlı bir insandım. Öğretmenliğe başladığım yıl okulun açıldığı ilk gün duyduğum heyecanı emekli oluncaya kadar hiç kaybetmemiştim. Her öğretim yılına, her döneme, her güne, her derse heyecanla başlardım. Plânsız, hazırlıksız derse girmezdim, gereğinden fazla hazırlandığım derslere bile heyecanla girerdim.Yaratılıştan desem açıklayıcı olur mu, bilmiyorum. Heyecan duyulmadan yapılan işlerin, kimse farkına varmasa bile, biraz eksik kalacağına, biraz kusurlu olacağına, güzelliğinin bir şekilde gölgeleneceğine inanıyordum. Bu nedenle ille de hazırlık, illede heyecan…
23 MAYIS2022 PAZARTESİ YA DAMUĞLA’DA İLK GÜN
Salgın sonrası ilk uçak yolculuğumuzu gerçekleştirip sabah vakti Bodrum-Milas Havalimanına indik. Bagajımızı alır almaz çıkış kapısının karşısında bekleyen Muttaş Havalimanı otobüsüne binecek, yaklaşık bir saat on beş dakika sonra Menteşe Otogarında olacaktık. Bizi, otogardan programın yürütülmesinde görevli iki arkadaş alacaktı. İkisini de salgın döneminde gerçekleştirdiğimiz online kitap tanıtımları ve okuma programlarından tanıyordum. İkisinin telefonu da önceden bildirilmişti. Olur ya bir aksilik, bir aksaklık olursa onları arayacaktım.
Aslında İsmail Zorba bizi karşılamayı çok istiyordu ama onun Gaziantep kitap fuarında imza günleri vardı. Okurlarına iki deneme kitabıyla birlikte bu günlerde çıkan “Yollarda Hüzün Bizi Bekler” adlı hikâye kitabını imzalayacaktı. Ayrıca liseli ve üniversiteli öğrencilerle söyleşileri vardı. Bu nedenle ancak iki gün bizimle birlikte olabilecekti. Bizim, İsmail Zorba dışında Muğla’da yüz yüze görüşüp tanıştığımız başka da kimse yoktu. Birkaç kişiyle sosyal medyadan tanışıyorduk, o kadar…
Havalimanı binasına geçtik. Bagaj bandı başında beklerken valizimizin çabucak gelmesini, bir an önce bizi Menteşe Otogarı’na götürecek otobüsteki yerimizi almayı arzu ediyorduk. Gecikecek olursak otobüsü kaçırabilir, programı aksatabilirdik. Dolaysıyla bizi bekleyenlere karşı ayıp etmiş olurduk. Seyahatlere hazırlanışta, seyahat sırasında, dönüşlerde benden daha plânlı, daha derli toplu ve çabuk hareket etmeyi seven eşim endişeliydi.
“Ben çıkıp otobüse bakayım mı?” dedi.
Onu anlıyordum. Garantici ya, muhtemelen Menteşe’ye gidecek otobüsü görecek, şoförüne gecikecek olursak beklemesini söyleyecekti.
“Valizimiz gelsin, birlikte bakarız!” diyemeden telefonum çaldı. Arayan İsmail Zorba’ydı. “Hocam hoş geldiniz!” dedi. “Ziya Karabulut hocamla geliyoruz. En fazla beş dakika sonra havalimanındayız. Sizi çıkış kapısından alacağız. Görüşmek üzere.”
Kısa, kesin, açık ve programın aksama ihtimalini ortadan kaldıran, kararlı, aynı zamanda şaşırtıcı cümlelerdi. Gaziantep’te olması gereken kişi bizi almaya geliyordu. Gel de şaşırma.
Dışarıya çıktıktan az sonra geldiler. Ayaküstü kısacık bir görüşmenin ardından yola koyulduk.“İsmail Bey siz Gaziantep’te değil miydiniz?” diye sormadan edemedim. Oradaydı ve imza günlerinden, söyleşilerinden paylaşımlar yapmış, ben de beğenmiştim.
Kısaca anlattı: Yeterince bilet satılmadığı için Türk Hava Yolları seferi iptal etmiş, durum kendisine bildirilince İsmail Zorba da son gün söyleşilerini iptal edip yolculuğu öne çekmişti. Böylece bizi havalimanından alma şansına sahip olmuştu.
Arabayı Ziya Bey kullanıyordu. Gözleri ve dikkati yolda, soruldukça veya söz üzerinde kaldıkça konuştu. Kurduğu cümlelerden saygılı, kültürlü, geniş görüşlü bir öğretmen olduğu, edebiyata düşkünlüğü, okumayı sevdiği anlaşılıyordu. Din kültürü ve ahlâk bilgisi öğretmeni olduğunu öğrenince daha çok takdir ettim. Edebiyata gönül vermiş, okuyan din kültürü öğretmenleri, öğrencilerine okuma alışkanlığı kazandırmada edebiyat öğretmenleri kadar başarılı olabiliyorlardı. Çalıştığım okullarda buna defalarca tanık olmuştum. Ziya Karabulut bu öğretmenlerden olmalıydı.
Meslektaşım, branştaşım İsmail Zorba, ön koltuğa hafif bize dönük olarak oturdu. Öğrenci yazar buluşmaları etkinliklerinin programlayıcısı konumunda olduğunu biliyordum. Merak ettiklerimi elbette ona sormalıydım. Sordum ve her soruma cevap aldım. Anladım ki program bana gönderilen sayfalardaki sıralamadan ibaret değildi. Sırası geldikçe yaşayacağımız ayrıntılar içinde sürpriz sayabileceklerim de vardı. Doğrusu her şeyi uzun uzun anlatıp tadını kaçırmak istemiyordu. Yaşanacakların biraz örtülü, sırlık olması daha heyecanlı olacaktı. Evimize döndüğümüz zaman Muğla’da zevkle, ilgiyle, sevgiyle, biraz da yorularak yaşanmış üç güzel gün bırakmış olacaktık.
İller arası kitap okuma sıralamasında üçüncü sırada yer alan Muğla’nın öğrencileriyle, öğretmenleriyle, insanlarıyla tanışacağım için yeterince heyecanlıydım. İsmail Zorba’nın yolda söyledikleri, direksiyondaki Ziya Karabulut’un söylenenleri bazen başıyla, bazen bir iki kelimeyle onaylaması merakımı ve heyecanımı daha da artırdı. “Hadi hayırlısı…” dedim içimden. Merakıma yenilmezsem, fazla soru sormayacaktım.
İLK SÜRPRİZ
Muğla’ya girdik, Menteşe’ye ulaştık, yeni binalar arasından geçip yeni bir sitenin girişinde durduk. Girişe yakın bir binanın mantolama çalışmaları da devam ediyordu. Bana gönderilen programda ilk etkinliğimiz Menteşe Borsa İstanbul İlkokulu görünmesine rağmen çevrede ilkokula benzer bir bina yoktu. Arabadan hepimizden önce inen İsmail Zorba, telefonla Seda Hanım adında birisiyle konuşuyordu. Biz merakla çevreyi tekrar tekrar gözden geçirerek bekliyorduk.
Konuşma bitti, İsmail Zorba’nın bize “Niçin bir okulda değil de buradayız?” konusunu açıklamasını beklerken sitenin girişine doğru orta boylu, sakallı, güler yüzlü, genç bir adamın hızla geldiğini gördük. Genç adam giriş kapısından çıkar çıkmaz bana yöneldi. “Osman amca hoş geldin!” deyip elime sarıldı. Güç kullanarak öpmesine izin vermedim, tokalaştık. Çekingen, soğuk davrandığıma şaşırmış gibiydi. “Beni tanımadın mı Osman amca?” diye sordu. Doğrusu biraz mahcup oldum. Öylece sessiz durup kısa saçlı, saçına göre uzun sakallı ve sesi hiç yabancı gelmeyen bu genç adamı tanımaya çalışırken İsmail Zorba keyif alarak bize bakıyordu. Belki de ileride yazacağı hikâyesi için gözlem yapıyordu. İpucu vermeye de niyeti yok gibiydi.
Beni zor durumda bırakan sakallı genç adam baktı ki kendisini tanıyamıyorum, “Ben Hasan Kallimci’nin oğlu İsmail Turan Kallimci!” deyiverdi. “Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Öğretim Üyesi ve benim çok değerli kardeşimin oğlu Doç. Dr. İsmail Turan Kallimci…” dedim mi, içimden mi geçirdim, bilmiyorum. İsmail Turan’a sarıldım. Yazarlığım ve eserlerimle ilgili dört yüksek lisans tezinden en kapsamlı olanını hazırlatan üniversite hocasıydı. Defalarca telefonla konuşmuştuk ama ilk gençlik döneminden sonra hiç yüz yüze görüşmemiştik.
“Hasan Kallimci’ye ne çok benziyor, değil mi hocam?” dedi İsmail Zorba.
“Hasan Kallimci’yi ben hiç sakallı görmedim.” diye karşılık verince oradaki herkes güldü. Belli ki oradakiler de Hasan Kallimci’yi sakallı görmemişler ve düşünemiyorlardı. İsmail Turan, eşime de “Hoş geldiniz!” deyip, hâl hatır sorduktan sonra “Hadi Buyurun!” diye, az önce çıktığı giriş kapısını işaret etti. Hep birlikte sitenin bahçesine girip binalar arasında gösterilen tarafa doğru yürümeye başladık.
Durum anlaşılmıştı; İsmail Turanlara gidiyorduk.
Bizi daire kapısında Seda Kallimci karşıladı. Tıpkı eşi gibi gözlerinin içi gülüyordu. Sesi, tavrı, hareketleri cana yakınlığı eşi kadar içten ve sıcaktı. İlk dakikaların hemen ardından eşim ve ben yabancılık hissinden tamamen kurtulduk. Bize karşı derin saygı besleyen birinci dereceden yakınlarımızın, dostlarımızın evindeymişiz gibi rahatladık.
Bizdeki bu rahatlamanın mimarı elbette biz değildik,içinde bulunduğumuz evin sahipleri Seda ve İsmail Turan ile yanımızdaki iki meslektaşımızdı. Menteşe Sosyal Bilimler Lisesinde Ziya Karabulut din kültürü ve ahlâk bilgisi; Seda Kallimci edebiyat öğretmeniydi.Aynı çatı altında çalışmaktan dolayı yakınlıkları vardı. İsmail Zorba da program yöneticisi olduğuna göre sık sık görüşüyor, konuşuyor olmalıydılar. Öyle sanıyordum ki bu dört kişi ailecek de görüşüyorlardı. Oluşan samimi havadan bunu anlıyordum. Bu zorlamasız, yapmacıksız huzurlu havanın içine bizi de alıverdiler. Eşim ve ben, sanki yıllardır onlarla birlikteymişiz, aynı okullarda görev yapıyormuşuz, sürekli görüşüyormuşuz gibi kaynaşıverdik.
Birkaç saatliğine izin alarak evde kalan Seda Kallimci harika bir kahvaltı masası hazırlamıştı: zengin ve pırıl pırıl… Çay tam kıvamında, nefisti. Eşimin hazırladığı yol azığıyla uçakta kahvaltımızı yaptığımız ve açlık hissetmediğimiz halde masaya buyur edilince sanki birdenbire acıkıverdik. Bir güzel ikinci kahvaltımızı yaptık.
“Menteşe Borsa İstanbul İlkokulundan başlıyoruz hocam!” dedi İsmail Zorba. Ve aşağıda beni bekleyenlerin bulunduğunu da söyledi. Bende bir heyecan, bir heyecan…
Sitenin bahçesine indiğimizde bir genç kızla bir genç öğretmen karşıladı bizi. “Öğrencimiz Ela Setenay ve Ayla öğretmenimiz!” diye tanıştırılanların ikisini de tanıyor gibiydim. Ela Setenay’ın elinde mantar tıpalı bir şişe, şişenin içinde rulo şeklinde sarılmış bir kâğıt vardı. Hatırladım. Bu Ela Setenay, “Seninle Bin Yıl” adlı kitabımı okuduktan sonra kitapla ilgili değerlendirmesini meçhul bir muhataba mektup türünde yazarak (*) şişeye koyan ve denize atacak olan Ela Setenay’dı. Ela Setenay ve öğretmeniyle kitabın çevrim içi değerlendirme toplantısında tanışmıştık. Ela Setenay, içinde mektup bulunan şişeyi denize atmaktan vazgeçip bana verme kararı almıştı. Kitabı okurken kişi ve mekân betimlemelerinden hareketle kendisine ve çevresine ait çektiği fotoğrafları bir keseye koyarak şişenin boynuna bağlamış bir yıldan fazla zamandır benim Muğla’ya gelmemi bekliyordu.
Denize atılmak için hazırlanan şişeyi, memnuniyetle ve içindeki mektubu ancak akşam otelde okuyabileceğimi söyleyerek aldım.“Sayın Okuyan, neredesin, kimsin, nasılsın bilmiyorum ama…” diye başlayan mektuba şöyle bir bakıp tekrar şişeye koydum. Ela Setenay yazdığı mektubun adresini bulmuş olmasından dolayı mutluydu. Ben ilk kez böyle bir mektup aldığım için mutluydum. Mektuba yazılanları çok merak etsem de akşama kadar okuyamayacaktım. Bahçede aceleyle fotoğraflar çekindik. Vedalaşıp arabaya doğru yürüdük.
FACEBOOK YORUMLAR