"Türk Kültürü ve Milliyetçilik" Eserinin Işığında Erol Güngör'ün Türk Milliyetçiliği Tasavvuru ve Bir Eleştiri - Yazan: HÜSEYİN RAŞİT YILMAZ

"Türk Kültürü ve Milliyetçilik" Eserinin Işığında Erol Güngör'ün Türk Milliyetçiliği Tasavvuru ve Bir Eleştiri - Yazan: HÜSEYİN RAŞİT YILMAZ
00 0000 - 00:00 - Güncelleme: 25 Haziran 2020 - 17:11

“Türk Kültürü ve Milliyetçilik” Eserinin Işığında Erol Güngör’ün Türk Milliyetçiliği Tasavvuru ve Bir Eleştiri 

Entelektüellerimiz arasında yüz yılı aşkın bir zamandır “adı konulmuş” haliyle, sonrasında ise kitleselleşerek halk içinde varlığını sürdüren Türk Milliyetçiliği’nin “kemale erme” süreci olarak tanımlanabilecek döneminde akılda kalan münevverlerimiz arasında Erol Güngör’ün şahsına mahsus bir yeri olduğunu belirtmek gerekir. Güngör’ün Türk Milliyetçiliği düşünce sistemine, “medeniyet tasavvuru” olarak isimlendirilebilecek bir bakış açısı kazandırdığını söylemek mümkündür.

Ailesi ve yakın çevresi itibarıyla değerlendirildiğinde Erol Güngör Osmanlı medeniyet havzasından, cumhuriyet devrine sunulan derinlikli bir  “âlim” numunesi olarak değerlendirilebilir. II. Meşrutiyet sonrası hızlanan, cumhuriyet devrinde devam eden “Avrupacı” inkılâpçılık hareketleriyle ilgili eleştirilerinin sertliği ve isabetliliği oldukça dikkat çekici olan Güngör’ün, inkılâpçılık hareketlerinin kültür cephesine cephe almasının kökenlerini onun şahsi tecrübelerinde aramak yerinde olur. Zira Güngör’ün eserlerinde hüzün ve kızgınlığı aşikâr bir üslupla aktardığı:  kitabesi kazınan camiler, ziyareti yasaklanan türbeler, eski Türkçe (Osmanlıca) olduğu için topluca yakılan kitaplar ya da atılan, kâğıt fiyatına satılan arşivlere dair gözlemlerinin, medeniyet telakkisine sahip bir münevver olması hasebiyle, Güngör’ü  “mağduriyet” psikolojisine yaklaştırdığını öne sürebiliriz. Kendinden önce yapılamayan, yapabilecek vukufiyette münevverlerinde devirlerinin baskı atmosferinin tesirinde kalarak doğrudan ifade etmekten çekindikleri, ifade edenlerin ise görüşlerini sosyal bilimlerle harmanlayamadıkları, derinlik kazandırmada sıkıntı yaşadıkları birçok meseleyi hakiki bir “münevver namusu ve cesareti” ile ortaya koyması bakımından Erol Güngör’ün genel manada Türk sosyolojisine, hassaten Türk Milliyetçiliği’ne katkılarını gözden kaçırmamakta fayda vardır.

Güngör’ün medeniyet tasavvurunu ve bunu Türk Milliyetçiliği anlayışıyla nasıl ustaca imtizaç ettirdiğini anlamak adına en uygun kaynaklardan biri müellifi olduğu “ Türk Kültürü ve Milliyetçilik” eseridir. Bu nedenle, Güngör’ün milliyetçilik ufkunu kavramak için makalemize onun bu eserini mihmandar yapacağız.

Erol Güngör’e göre milliyetçilik evrensel anlamda homojenlik arz eden bir düşünce değildi. Farklı coğrafyaların, farklı toplum yapılarının şekillendirdiği birbirine benzemeyen milliyetçilik anlayışlarının varlığından bahsedebiliriz bu manada.  Güngör   meseleyi müşahhaslaştırmak için Arap milliyetçiliğinin Arap sosyalizmiyle hemhal olmuş yapısını buna  mukabil Türkiye’de sosyalizmin milliyetçilik karşıtı tavrını örnek olarak sunar.

Güngör’ün, milliyetçiliği içinden neşet ettiği coğrafyanın ve onun değerlerinin şekillendirdiğine dair görüşünün temelini “milli kültür” oluşturmaktaydı.

Milliyetçilik bir memleketteki milli kültüre dayanır. Halbuki Türkiye’de batılılaşma hareketleri sonunda münevver (okumuş) tabaka Türk kültürüne büyük ölçüde yabancı kalmış, hakiki bir kültür yaratarak bunu milletin bütün tabakalarına yaymayı da başaramamıştır. Tarih içinde gelişen Türk milli kültürünü daha çok halk kitleleri muhafaza etmiş bulunuyorlar. Şu halde milli kültürün modern imkânlarla geliştirilmesi demek olan milliyetçilik, ister istemez, halk içinde yaşamakta olan temel kültür unsurlarına dayanmak zorundadır. 1

Güngör’ün,  milliyetçiliği özgünleştiren yapısına vurgu yaptığı  milli kültüre atfettiği büyük önem, onun milli kültürü pergelin sabit ucu gören zihin dünyasının bir tezahürüdür. Onun zihninde Türk Milliyetçiliği medeniyet telakkisi gelişmiş, milli kültürü temel alan, imparatorluk geleneğini ve getirilerini içselleştirmiş bir düşünce olmalıydı ve öyle olduğu takdirde tabii yatağını bulabilirdi. Bu bağlamda Güngör’ün kültür inkılâpçılığına karşı aldığı eleştirel tutum, anılan inkılâpçılığın milletin binlerce yıllık yolculuğunda elde ettiği kazanımları yok hükmünde kabul etmesiyle ilişkiliydi. Israrla Türkiye’nin tarihi kaderinin onu diğer milletlerden ayırdığını ve dolayısıyla milliyetçilik anlayışının da muadili kabul edilenlerden çok farklı olduğunu vurgulamaktaydı Güngör. Onun “ Biz büyük bir imparatorluğun ve büyük bir medeniyetin çocuklarıyız, bizim milliyetçiliğimiz sömürgecilerin işgalinden kurtulmak için yapılan siyasi istiklal mücadelelerine yahut sıfırdan başlayarak milli kültür yaratma hareketlerine benzemez.” 2 diyerek dikkat çektiği mesele de esasında adına nev-i şahsına münhasırlık denilebilecek bu farklılıktır.

Güngör’ün yoğun eleştiri konularından birisi de Türk münevverliğidir. İki asrı aşkın bir zamandır batılılaşma azmi ile çabalayan münevverleri, oldukça ağır bir şekilde eleştirmekte ve “ilerleme” için doğru yere bakmama olarak adlandırabileceğimiz bir eksiklikle suçlamaktadır. Bu bağlamda Güngör’ün çok keskin bir zihinsel farklılığı da teşhir ettiğini söylemeliyiz. Türk münevverinin batı karşısındaki mağlup tavrına karşılık, halkın hala fatih bir milletin fertleri özgüvenine sahip olduğundan bahisle bu durum karşısında dayanak noktası olarak milletin zihinlerinde yaşattığı bu halin alınması gerektiğini ifade etmektedir Güngör.

Güngör eleştirilerini sıralarken Türkçülerle, inkılâpçıları birbirinden farklı konumlandırır. “ Türkçülerle inkılapçıların temelde ayrıldıkları nokta Türk milletinin batı medeniyetine intibakı için seçilecek yoldu. Türkçüler medeniyet değişmesi esnasında milli hüviyetin kaybedilmemesi için çalıştılar, inkılapçılar veya Avrupacılar ise onların milli kültür dedikleri şeye zaten baştan cephe almışlardı.”  3

Güngör’ün II. Meşrutiyet aydınlarını değerlendirirken, dönemin pozitivist aydın tipinin örnekleri olarak bahsettiği Ahmet Rıza ve Abdullah Cevdet’e yönelttiği eleştiriler temelde batı medeniyetine intibak etme azmiyle, milli kültürün imhasına kalkışmak ve bu yolla milleti doğal mecrasından ait olmadığı başka bir istikamete yönlendirmek üzerine kuruluydu. Abdullah Cevdet’in,Türk milletini Avrupalılarla cinsi münasebet kurmak suretiyle ırki olarak ıslah etmeyi teklif edecek kadar ifratta olması Güngör’ün eleştirirken hassasiyet sahibi olduğu hususların sınırlarında gezinmesi sonucunu doğurmuştur.  Cumhuriyet döneminde de son bin yılın göz ardı edilerek Orta Asya’ya sıkıştırılan ya da Anadolu’da ki eski kavimlere yoğunlaşan tarihi köken arayışının yanlışlığına sıkça temas etmiştir. Güngör “ Halka dönüş ile geriye dönüşü birbirine karıştırmamak lazımdır. Atalarımızın kültürü milletimizin çocukluk çağını temsil eder; biz o çocukluk çağında sahip olduklarımızı yüzyıllarca geliştirdikten sonra olgun bir millet haline geldik.” 4 diyerek kültürde rafine hale gelinmiş dönemin “yok” farz edilmesinin oluşturacağı problematiğe işaret ediyordu.

Erol Güngör’ü milliyetçi entelektüeller arasında farklılaştıran konulardan birisi de milliyetçi camiada “tabu” haline gelmiş isimlere yönelttiği ilmi ve bir o kadar da cesur eleştirilerdir. Söz konusu eleştiriler Güngör’ün Comte’u, Durkheim’i ya da Abdullah Cevdet’i eleştirmesinden farklı bir yönü içinde barındırmaktaydı. Zira Türk milliyetçisi camianın fikri önderlerinden kabul ettiği Ziya Gökalp, Ahmet Ağaoğlu gibi isimlere çok ciddi eleştiriler yöneltmek aynı zamanda “tabu”lara dokunmak anlamına gelmekteydi. Fikri tabuların oluşması aynı zamanda önceki fikirlerin aşılamaması sonucunu beraberinde getirmekteydi. Bu da fikri durgunluk ve değişen koşullara göre yeni sözler söyleyememe yahut yaşandığı dönemde fark edilemeyen gerçeklikleri zamanın netleştiriciliğinden istifade ederek ortaya koyamamaya sebep oluyordu. Bu sıkıntıyı aşmaya yönelik adımı Erol Güngör’ün attığını söylemek yanlış olmaz.

Güngör’ün Mustafa Celalettin Paşa’yı, Peyami Safa’yı yahut Ahmet Ağaoğlu’nu eleştirirken kullandığı üslubun latif görünümüne rağmen oldukça ağır olduğunu belirtmek gerekir. Güngör’ün asıl ses getiren eleştirisinin Gökalp’e yönelik olduğu açıktır. Gökalp’i eleştiren yazılarının yayınlandığı dönemde ciddi bir tepkiyle karşılaşması, Gökalp’i tabulaştıran ve görüşlerinin üzerine ilave yapamayan kesimlerin bozulan zihni konformizmlerinin tezahürü olarak değerlendirilebilir.

Erol Güngör’ün Gökalp’i eleştirirken “Gökalp’in hakkını Gökalp’e veren” tavrı da dikkat çekicidir. “ Gökalp’in fikirleri Anadolu’dan İstanbul’a tahsile gelen delikanlıların ilk aylarda çektikleri ruhi sıkıntının tesiri altında söylenmiş gibidir. Türk tarihi ve kültürü hakkında bugünde pek çok yazarlarımız ondan daha sağlam bir görüş kazanmış değillerdir. Bu yüzden biz Gökalp’i burada Türk kültürünü yanlış anlayanların en kaliteli örneği olarak bahis konusu yapıyoruz. Onun Osmanlı tarihini bilmeyişi yüzünden düştüğü apaçık hataları tekrar teşhir etmeye lüzum yoktur.”5 ifadeleri Güngör’ün bu tavrını net olarak ortaya koymaktadır.

Güngör’ün Gökalp’e bakışını ona yönelttiği eleştirilerin gölgesinden azade anlamak için “ Türk milliyetçiliği üzerinde şimdiye kadar yazıları ve konuşmalarıyla bizleri aydınlatmış pek çok fikir adamımız vardır, fakat bunlar içinde –düşüncelerine her noktada katılmamakla beraber- benim en önemli saydığım iki kişi bulunuyor: Ziya Gökalp ve Mümtaz Turhan. Bunların kuvveti sadece çok parlak birer zekâya sahip olmalarından değil, aynı zamanda sosyal ilimlere dayalı bir milliyetçilik görüşünü işlemelerinden ileri geliyordu.”6 sözlerini gözden kaçırmamak gerekir.

Erol Güngör’ün Gökalp’e yönelttiği önemli eleştirilerden birisi onun “Osmanlı tipi” ile “Türk tipi” ni ayrıştıran kabulüdür. Gökalp’in Osmanlı medeniyetini Türklükten uzak konumlandıran bu görüşü Güngör tarafından tenkit edilmiştir.  “ Aslı Türk olmayanları bile Türkleştiren Osmanlı kültürünü Türklere yabancı saymak kolay anlaşılır şey değildir.”7 diyerek Gökalp’in Osmanlı’yı dışlayıcı tavrını eleştiren Güngör’ün dönemin münevverlerinin düşüncelerindeki dalgalanmaları izah etmek için devrin siyasi gelişmelerine bakmak gerektiğini öne sürmesi de önemlidir. “ O devirdeki değişmeler iyice tetkik edildiği takdirde, münevverlerimizin hakikati aramaktan ziyade hal ve şartlara göre reçeteler hazırlamakla uğraştıkları görülecektir.”8 tespitinde bulunan Güngör’ün Ziya Gökalp’in devri iktidarlarında Talat Paşa ve Enver Paşa için, sonrasında da Mustafa Kemal Paşa için yazdığı ve yazılan isimlere kurtarıcılık atfeden şiirlerinden bahsetmesi milliyetçi camia için hazmedilmesi pekte kolay olmayan bir çıkış hükmündeydi. Öyle de oldu, Erol Güngör Gökalp’le ilgili fikirlerinden dolayı bir çok baskıya maruz kaldı. Güngör’ün yazdıklarını “görenler” Türk milliyetçiliği namına bir eşiğin aşılmakta olduğunu idrak ederken, yazdıklarına “bakanlar” ın tavırlarıysa farklı oldu.  Esasında Güngör’ün fikirlerinde yanlışlıklar olduğunu ileri sürdüğü münevverlere empati ile yaklaşacak bir irfan insanı olduğunu söylemek mümkündür. Onun “ Türkiye’nin kuruluşu hakkında fikir yürüten münevverlerimizi bugün okurken onların yüzme bilmeyen bir insanın kendisini ölüme daha çok yaklaştıran çırpınışlarına benzer fikirleri karşısında sempati duymamak elden gelmiyor. Reşid Paşa’dan Talat Paşa’ya, Namık Kemal’den Ahmet Rıza’ya ve Abdullah  Cevdet’e kadar hepsi de memleketlerini yenilgiden kurtarmak için çalıştılar; üstelik Türkiye’nin başına gelen bin bir felaketi biz kitaplarda okurken onlar bizzat yaşadılar. Yanlış düşüncelerinden dolayı onları şahsen mahkûm etmek veya devletimizin yıkılışından onları sorumlu tutmak hakikate ve insafa yakışmaz.”9 ifadeleri bu empatinin tezahürü olarak kabul edilmelidir.

Bu noktada bir Erol Güngör eleştirisi yapmayı zaruri addediyorum. Eleştirdiği dönemin münevverlerine yönelik sert eleştirilerinin yanında vicdani bir sorumluluk şuuruyla yaptığı empatiye karşı bahsi geçen dönemin bazı vakalarında empatiden çok uzak ve tarihi hakikatlerle uyuştuğunu ifade etmekte zorlanacağımız bir tavır benimsemektedir Güngör. Onun bu tavrına bilhassa İttihatçılar maruz kalmıştır. “Balkan topraklarını Yunanlılara ve Bulgarlara verenler İttihatçı münevverlerdi; bunlar küçük balkan kavimlerine bir kurşun atmadan yenilecek kadar yüreksiz çıktılar. Onların safsatalarıyla hiç ilgisi olmayan halk çocukları ise bin yıllık tarihlerinden aldıkları güçle Çanakkale’de, Gazze’de, Galiçya’da, Kafkaslarda, Sakarya’da ve Dumlupınar’da çarpışarak kendi haysiyetleriyle birlikte hasta münevverlerini de kurtardılar.”10 diyerek İttihatçılara ağır bir şekilde yüklenen Erol Güngör’ün ifadelerinde bazı tarihi sıkıntılar bulunduğunu söylemek iktiza eder. Şöyle ki; Balkan topraklarının kaybedildiği 1912 yılında İttihatçılar fiilen iktidarda bulunmuyorlardı. Her ne kadar 1908’den beri faaliyetlerini aleni bir şekilde sürdürüyorlarsa da, Babıali’ye ve orduya hakim değillerdi. İktidarda ki Kamil Paşa’nın İttihat Terakki karşıtı tutumu da çok açıktır. 1912’nin savaş ortamında İttihatçılara karşı hükümet yaptırımları sertleşmiş ve birçok İttihatçı İstanbul’u terk etmek zorunda kalmıştır. Kamuoyunda bilinenin aksine İttihatçılar 1908’den itibaren iktidarın tek hâkimi değildi, ancak yoğun mücadeleler ve zaman zaman yok olma tehlikeleriyle karşılaştıktan sonra 1913’de iktidarda kesin olarak söz sahibi olmuşlardı. Söz sahibi olmalarını sağlayan Babıâli Baskını’nın sebebi de bilindiği üzere Kamil Paşa kabinesinin düşman eline geçen Edirne’den vazgeçtiği düşüncesidir. Bu vaka sonrası iktidarı ele geçiren İttihatçılar, Edirne’yi de düşman işgalinden kurtarmışlardır. Güngör’ün büyük başarısızlık olarak takdim ettiği Balkan kayıpları İttihatçılar iktidarda değilken, “haysiyetlerin kurtarılması” olarak nitelendirdiği Çanakkale, Gazze, Galiçya ve Kafkaslar’daki savaşlar ise İttihat Terakki iktidardayken meydana gelmiştir. Güngör derinliğinde bir münevverin bunlara vakıf olmaması akla ziyan göründüğüne göre, meseleyi duyguların hakikatten ağır bastığı bir demde kaleme alınan yazılar olarak mı kabul etmeliyiz?

Güngör’ün İttihatçılara yaklaşımını irfanının ağır bastığı anlar ile duygularının ağır bastığı anlar olarak ikiye ayırmak mümkün görünmektedir. Güngör’ün “ Elli-altmış yıl öncesinin dev-gençleri (y.n. Güngör’ün bu ifadeyi olumsuz manada kullandığı açıktır.) olan İttihatçılar Selçuklu arşivleriyle kışlalarda soba tutuşturarak koca bir imparatorluğun külünü göğe savurmuşlardı.”11 şeklinde aktardığı vaka ve ötesinde yaşananlar onun,  yaşam alanı kabul ettiği milli kültüre saldırı karşısındaki tavrını bilemektedir denilebilir. Bu noktada tıpkı Güngör’ün Gökalp neslini değerlendirirken benimsediği günün koşullarını dikkate alma usulünü benimsemek elzemdir. Nasıl ki; II. Meşrutiyet sonrası münevverler Güngör’ün tabiriyle “yüzme bilmeyen insanın denizde ki çırpınışlarını” andıran bir halde çabaladılarsa, esas gayelerinin müspetliğine rağmen bu süreçte pek çok menfilik vuku bulduysa, Güngör’ü yetiştiren medeniyet ve milli kültür havzası da anılan süreçte büyük yaralar almış, ezilmiş, horlanmış ve yok sayılmıştır. Eserin kaleme alındığı dönemde bahsedilen yara henüz çok tazedir ve sürekli kanatılmaya devam etmektedir. Erol Güngör’ün derinlikli tespitlerinin arasına serpiştirdiği bazı ifadelerini anılan yaradan muzdarip bir bünyenin kontrolü mümkün olmayan “ahh” ları olarak değerlendirmek gerekir.

Güngör’ün dert edindiği ana mesele kültürün içselleştirilememesi, içselleştirmiş görünenlerin ise bu halinin zahiren böyle olduğudur. Güngör “ Türk kültürü bizim nesillerimiz için bir müzelik eşya haline gelmiştir. Bugün bir Türk’ün kafasında Üçüncü Ahmet Çeşmesi’nin Paris’teki Zafer Takı’ndan daha fazla bir manası yoktur. Bir Amerikalı turist gibi bizde bu çeşmenin karşısında “çok güzel” demekten başka bir şey söyleyemiyoruz ve bu “güzel” sıfatının dayanağı olabilecek bütün değerlendirmelerden mahrum bulunuyoruz. Yahya Kemal Itri’den bahsederken manalı şeyler söylüyordu; biz bugün Itri’yi överken boş laf ediyoruz, çünkü onu duymak ve anlamaktan çok uzağız.”12 derken bir içselleştirememe, hemhal olamama problemine işaret etmektedir.

Güngör en kapsamlı eleştirilerini Türklerin uzun tarihi yolculuğunun mahsulü olan birikimlerden yararlanmak yerine ütopik düşüncelere kapılan münevverlere yöneltmiştir. Milletin zihin kodlarında yaşattığı kıymetlere ve özgüvene Türk münevverinin uzaklığı Güngör’ün eleştirilerinin merkezini oluşturmaktadır.

Güngör,  Türk entelektüelinin alması gereken mesafeyi ve varması iktiza eden ideal yeri “ Türk münevveri yüzyıl önceki Türkçeyi kullanmayacak, ama bin yıl önceki Türkçe metinleri bile anlayacak; yeni harfleri kullanacak, ama üniversite kapısı önündeki kitabeyi görünce alık-alık bakmayacak, demokrat olacak ama atalarının siyasi ve idari dehasından faydalanmasını bilecek; bir Osmanlı Türk’ü gibi ayakları yerde, başı dik, gönlü geniş, kalbi metin olacak, hiçbir zaman basitliğe düşmeyecek. Ve nihayet, milletinin büyüklüğünü anladığı zaman artık fuzuli kurtarıcılık ve akıl hocalığı yapmaktan vazgeçecek.”13 şeklinde tarif etmektedir.

Erol Güngör’ün kadim dostu Dündar Taşer’e atfen aktardığı “bir kargaşalıkta babasını kaybederek yetimhaneye koyulan çocuğun dünya kadar bir mirasa dayandığını öğrenmesi” idi onun meselesi. Büyük miras ve yetimhanedeki çocuk metaforu Güngör’ün fikri mücadelesini sarih bir şekilde ifade etmektedir.

Erol Güngör’ün Türk milliyetçileri tarafından “yeniden” keşfine duyduğumuz ihtiyaç mevcut fetretimizin ağırlığını göstermesi bakımından mühimdir. Belkide münevverlerimizin günübirlik siyasetin keşmekeşinden artık “kütüphanelerine dönmelerinin” vakti gelmiştir.

HÜSEYİN RAŞİT YILMAZ

* Bu makale Türk Edebiyatı'nın Haziran 2012 sayısında neşredilmiştir.

______________________________

1 Erol Güngör, Türk Kültürü ve Milliyetçilik, 19. Baskı,  Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2009, s.10-11

2 Güngör, a.g.e, s. 11

3  Güngör, a.g.e, s. 47

4  Güngör, a.g.e, s. 49

5  Erol Güngör, a.g.e, s. 81

6 Güngör, a.g.e, s.20

7 Güngör, a.g.e, s. 83

8 Güngör, a.g.e, s. 85

9 Güngör, a.g.e, s. 87

10 Güngör, a.g.e, s. 74

11 Güngör, a.g.e, s. 122

12 Güngör, a.g.e, s.126

13 Güngör, a.g.e, s.130

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum