Safa: Avrupalılaşmayı her şeyden evvel riyâzileşmek ve siteleşmek olarak anlıyorum

Safa: Avrupalılaşmayı her şeyden evvel riyâzileşmek ve siteleşmek olarak anlıyorum
30 Aralık 2020 - 13:53

Safa: Avrupalılaşmayı her şeyden evvel riyâzileşmek ve siteleşmek olarak anlıyorum

Yazan: EDİTÖR

Evvel gidenlerle sohbet maksatlı, bahsi geçen isimlerin değişik eser, gazete ve dergilerde yer alan “kendi” ifadeleri derlenerek hazırlanmıştır.

“Türkyorum” için Peyami Safa ile gerçekleştirdiğimiz bu kurgu söyleşi, Peyami Safa’nın “Türk İnkılâbına Bakışlar” adlı eserindeki “medeniyet”, “Avrupalılaşma(k)” ve “Garb medeniyeti” ile “Şark medeniyeti” husûsunda tartıştığı makaleler kaynak kullanılarak  hazırlanmıştır.

Halil İbrahim Koç / [email protected]

–           Kimine göre o, Asya kıtasının bir burnudur (Valery); kimine göre de bir kıta değil, Elbe’den Ural’a kadar yayılan bir ruhtur. (Suares) Kimine göreyse Avrupa bir hayat tarzıdır. (Thibaudet) Avrupa’yı ya da Batı’nın ana yurdunu târife girişmede çekilen bu güçlük noktasında size göre Avrupa nedir?

Bu târif çeşidi, Avrupa’yı sade bir fizik, coğrafya nizâmı veya sade bir kafa1 birliği içinde görerek onun iki mahiyetinden birini ötekinden daha fazla hesaba katmış olmanın neticesine benziyor. Avrupa hem bir kıta, hem de bir kafadır. Avrupa kafası, Avrupa kıtasını taşarak çok uzaklara gitmiş olduğu için sade bir coğrafya tarifi onu ifâde etmeye elverişli değildir; garb medeniyetinin en büyük laboratuarı bu kıta olduğu için onun mahsulleri üstünden Avrupa markasını silmeğe de imkân yoktur. Bütün yeni düşünce, bilgi, sanat ve ahlâk, ne varsa hepsini, bugünkü insanlığın hayatını, tek başına bu Avrupa ve klasik denizin kıyıları yaratmıştır.

 

–           Peki Avrupa’yı coğrafi mânasından ziyâde bir “kafa” bir “anlayış” bağlamında nasıl bir çerçevede ele almalıyız?

Avrupa’yı, bu kıta içinde doğan ve kendi coğrafya hudutlarından gittikçe dışarıya taşan, fizik dünyaya nispeti olduğu kadar medeniyet tarihine de bağlı bir mahiyet gibi kabul etmeliyiz.

 

–           Biraz önce “garb medeniyetinin en büyük laboratuarı bu kıta” dediniz. Sizce Avrupa, Garp medeniyeti’nin laboratuarı olmasında hangi olay ya da olgunun etkisinden söz edilebilir?

Beş asır evvel, insan üstünde yaşaması için Allah’ın kendisine verdiği bu Arzın ne olduğunu bilmiyordu. Onun büyüklüğünden, biçiminden ve üstünde kimlerin oturduğundan haberi yoktu. Okyanuslar, ezelden beri, olduğu gibi kalmış vahşi yalnızlıklardı; insan yığınları birbirinden habersiz yaşıyordu. On beşinci asırda Avrupalılar toprağa hâkim olmaya başladılar. İnsanlık yavaş yavaş kendini buluyordu. İlk üç yüz yılda bu fetih hareketi ağırdır. On dokuzuncu asırda garbın makine medeniyeti bütün kıtaları sarınca, insan tabiatın uşağı olmaktan çıkarak efendisi olmağa koyuluverdi. (…) Fakat insanın bu fetih rüyası beş asırdan evvel, ilk çağlardan başlar. Onu gerçekleştirmek düşüncesi, ta o zamanlarda, Avrupa’nın cenubunu çeviren o meşhur denizden çıkmıştır: Akdeniz havzasının kıyılarına sıralanan bütün kavimler birbiriyle tanışarak ticaret eşyası mübâdele etmeye başladılar; kurdukları limanlarda ve müstemlekelerde yalnız mal değil, dil, âdet, itikad ve düşünce de alıp veriyorlardı. Bugün bizim bildiğimiz hale gelmeden evvel, ilk çağlarda, Akdeniz’in şark havzasında bir Avrupa taslağı belirmeye başlamıştır. (…) Fikrî, siyâsî, dinî, iktisadî, edebî ne kadar faaliyet varsa bu iç denizden fışkırmış gibidir ve Avrupa’nın teşekkülünü müjdeleyen hâdiselere hep orada rastlarız. Sonraları insanlığı iki gruba ayıran da gene bu deniz oldu. Bu iki gruptan biri, Arzın en büyük parçası üstünde oturduğu hâlde, âdetleri, bilgileri, amelî kudreti içinde hareketsiz kaldı ve asırlarca yerinde saydı; öteki, bitip tükenmez bir yaşama ve araştırma humması içinde kendini paralarcasına çalıştı. Birkaç asırda o kadar ileri gitti ki, başkalarıyla kendini ayıran mesâfe aşılmaz bir hâle geldi. Bu ileri ve muzaffer Avrupa, artık kendi kendisinden dışarı fırlıyor, ya fikirleriyle ya ordularıyla yabancı topraklar fethine çıkıyordu.

 

–           Avrupa, bu olay ve olguların neticelerini lehine çevirebildi diyebiliriz o hâlde.

Maddî ve manevî kıymetlerin mübâdelesinden, ırkların ve milletlerin işbirliğinden, dinlerin, sistemlerin, menfaatlerin rekabetlerinden doğan bu Avrupa, gayet mahdut bir toprak üstünde bütün fikirlerin, âkidelerin, keşiflerin yığıldığı bir çarşıdır ki yeryüzünün her köşesinden oraya maddî ve manevî kıymetler akını başladı. Bir yanda Amerika’nın yeni toprakları, Afrika ve Okyanuslar, Uzakşark’ın, eski imparatorlukları oraya hammaddelerini yollarken, öte yandan ihtiyar Asya’nın bilgileri, felsefeleri, dinleri de uyanık Avrupa kafasını beslemeye gelmişlerdi. Ve Avrupa denilen o kudretli makine, şarkın kendisine yolladığı -maddî ve manevî- hammaddeleri işleyerek ondan yepyeni maddeler, fikirler, buluşlar çıkardı.

 

–           Sizin pencerenizden kültür ve medeniyet bağlamında Avrupa’nın şu anki etkileri/etki alanı ve hâli nasıldır?

Kültür ve medeniyet olarak ne varsa, klasik denizin kıyılarında Yunan, Sion, Roma ve barbar kanından doğan bu Avrupa’dadır. Bütün diğer milletler düşüncelerini, âdetlerini ve politikalarını oradan alıyorlar. Bir Çinli erkek Londra’daki insanlar gibi, bir Çinli kadın Paris’teki insanlar gibi giyiniyor. Geri tarafı da öyle: Kanunlar, silahlar, endüstriler de aynı modayı takip ediyor. Bütün yeni düşünce, bilgi, sanat ve ahlâk, ne varsa hepsini, bugünkü insanlığın hayatını, tek başına bu Avrupa ve klasik denizin kıyıları yaratmıştır.

 

–           O hâlde Avrupalı kimdir, kime Avrupalı denir? Ya da nasıl Avrupalı olunur?

Avrupalı Avrupa kıtası üstünde yaşayan adam demek değildir. Bütün tarih boyunca Avrupa kafasını şu üç büyük tesir vücude getirmiştir: Yunan, Roma ve Hristiyanlık. Bu üç tesiri yaşamamış olanlar Avrupa’nın göbeğinde otursalar yine Avrupalı olamayacakları gibi, aksine, bu üç tesirden doğma bir kafaya sahip insanlar da hangi kıta üzerinde yaşarlarsa yaşasınlar Avrupalı sayılırlar. Rönesans bu üç tesirin modern terkibidir, ki Ortaçağ’da vahdetinin prensiplerini bulamayan Avrupa kafasının kendi kendisi olabilmesini temin etmiştir.

 

–           Bu üç tesirin ne türden içerikleri vardır?

Avrupa kafası üç disiplinden doğdu: Roma’nın cemiyet disiplini; Hristiyanlığın ahlâk disiplini, Yunanistan’ın zekâ disiplini.

Avrupa kafasının Yunanistan’a borçlu olduğu şey, onu insanlığın öte tarafından en çok ayıran kalitedir: Zekâ disiplini. Çünkü bütün öteki nizamlar bu disiplinden doğar. Öyle bir düşünce metodudur ki bu, evvelce insana ait olduğundan şüphe edilen her kıymeti insana, tam insana mâletmiştir. (…) İşte bu disiplinden ilim doğmuştur; Avrupa ilmi, yani Avrupa kafasının en şahsî en karakteristik ve en yüksek şerefi doğmuştur. Avrupa her şeyden evvel ilmin yaratıcısıdır. Dünyanın her tarafında muhtelif sanatlar görülür; fakat hakikî ilimler yalnız Avrupa mahsulüdür.

Yunan düşüncesinin tesis ettiği zekâ disiplininden sonra, Avrupa medeniyeti, Roma ananesiyle hukukî ve Hristiyan ananesiyle dinî bir disipline sahip olmuştur. Nerede ki Roma İmparatorluğu hüküm sürmüş veya tesirlerini hissettirmişse, nerede ki bu koskoca devlet korku, hayranlık veya kıskançlık mevzuu olmuşsa, nerede ki teşkilatı, müesseseleri ve kanunları iktibas yahut taklit edilmişse orada Avrupa ruhundan bir parça vardır.

Nihâyet Avrupa kafasını olduran üçüncü büyük tesir, Hristiyanlık, Roma’nın fethettiği sahaları kapsamaya başlıyor. (…) Roma, düşmanlarına site esasını kabul ettirmiş olduğu gibi Hristiyanlık da, içine girdiği kavimlere vaftiz yoluyla yeni bir insan haysiyeti getiriyordu. İşte artık ilk vahdetini bulmuş bir Avrupalı: Müşterek bir hukuk, müşterek bir Allah; dünya için bir tek kanun, ahiret için bir tek hâkim.

 

–           Bu üç tesirden hangisi söz konusu olduğunda bir Asyalı (Doğulu) ile Avrupalı arasındaki farklılık derinleşir?

Aristo, Eflâtun ve Öklid isimlerinin mânası olan her yerde, Sezar, Trajan ve Virjil’in iz bırakmış olduğu her yerde bir Avrupa vardır. Birbiri arkasından Yunanlılaşmış, Romalılaşmış, Hristiyanlaşmış her yer Avrupa’dır. (…) Fakat bu üç tesir arasında Avrupa’yı Asya’dan açıkça ayıran şey Hristiyanlıktır. Çünkü insanları fikirlerden ziyâde duygular birbirinden ayırır. Din, hassasiyet hâlini almış bir felsefeden doğma müşterek bir duygudur.

 

–           Sizin tâbirinizle Avrupa kafasını, yani Garp Medeniyeti’ni bu ifâdeler ışığında ele aldığımızda, Şark neresi olacaktır? Şark’ın mânası ve Şarklı’nın profili nasıl açıklanabilecektir?

Garb gibi Şark mefhûmu da bir coğrafya târifi içine sığmaz ve mekân kalıplarından taşar. (…) Avrupa kıtasından doğan ve onu taşan Garb mefhûmu gibi Asya kıtasından doğan ve onun hudutlarını aşarak Afrika’nın şimâlini boydan boya kaplayan Şark da her şeyden evvel Asya’ya ait kültürleri, hassasiyetleri ve yaşama tarzlarını hülâsa eden bir mefhûmdur. Bunun gibi Garb denince Avrupa’nın, Şark denince de Asya’nın hatıra gelmesinde bir yanlışlık yoktur. (…) Şark, nereden gelip nereye gittiğinin farkında değildir. Derin, esrarlı ve düşünceli Asya, birkaç prensiyle birkaç şairinin ruhundadır, halkın hiçbir şeyden haberi yoktur. Bu Şark, kendini zamansız bir dünya içinde ebedî sanır, faniyi beğenmez ve ânın menfaatlerini teper. Şimdiki zamana bağlı şeylere karşı alâkasızdır ve kendi gözünde bunların bir ehemmiyet kazanabilmesi için mâzi olmalarını bekler. Çok vakti olduğu için nâziktir. Sessizlikten ve düşüncenin gizli konserlerinden hoşlanır. İnce bir sezişe sahip olduğu için Garbın şiddetini lüzumsuz bulur. Avrupa’nın hâkimiyet hırsını çocukça bir iştah telâkki eder. Vedaların telkini altında insanı kelimelerden başka hakikî bilgiden ayıran bir şey olmadığına inandığı için sessizliğine sâdıktır ve hakîkatleri sükûtun tılsımı içinde arar. (…) Şark’ın ilmi olmadığı gibi tenkidi de yoktur. O hâlde oradan bir fikir hayatından, hattâ zekâdan bahsedilemez. İlim ve tenkid bütün bilgi değildir; fakat hendesesiz ve tenkitsiz bilgi olamaz; bütün ilim, aslında, tabiatın tenkidinden başka bir şey sayılamaz. Şark dindardır, filozof değildir. Târif etmeğe mecbur kaldığı yerde idrâki durur.

 

–           Bu tespitlerden yola çıkarak Şark ile Garp ayrılığını kalın bir çizgiyle ayıran nitelik nedir?

Yunanlılardan ve peygamberlerden beri Avrupa’da her şeyin fertle münâsebeti vardır. Hâlbuki Şark’ta ferd hiçbir kıymet ifâde etmez. Fert ve ilim: İşte Avrupa ile Asya arasındaki uçurum. Şark bundan sonra canla başla endüstrileşmeğe kalkabilir; fakat makineyi kendisi icât etmediği için bu işi bütün ruhu ve metoduyla kavramaktan âciz kalacaktır.

 

–           Şark ile ilgili bu tespitler, belli ki, Avrupa’nın Şark’a izâfe ettiği müşterek vasıflardır.

(…) Asya, Avrupa’nın din ve kültür vahdetinden mahrumdur. Avrupa’nın dini Hristiyan ve kültürü Greko-Latin’dir; Asya, din ve kültür olarak Müslüman’dır, Mecûsi’dir, Budist’tir, Brehmen’dir. Birçok Şark arasında, en aşağı, birbirinden çok farklı iki Şark ayrılabilir: İslâm Şark, Brehmen ve Budist Şark. (…) Avrupa’nın ve ondan görerek bizim en büyük hatalarımızdan biri de bu iki şarkı birbirine karıştırmak olmuştur. Şarklı denince, birbiriyle hiç münâsebeti olmayan bir Müslüman’la bir Budist aynı zamanda göz önüne gelir. (…) İslâm Şark ile Budist Şark arasında, belki Avrupa ile Asya arasındakine yakın bir fark vardır. Bu Şark (İslam Şark’ı), Budizm’in Şark’ına göre Avrupalı sayılır.

 

–           Şark’ı “İslâm Şark” ve “Budist-Brehmen Şark” olarak iki ayırdınız. Bu iki ayrılık arasında öne çıkan farkları nasıl açıklarsınız?

Çok yayılmış ve çok yaşamış bir kanaate göre bütün şark fatalist -“kaderci”dir; onu Garb’dan ayıran, lâpalaştıran ve hımbıllaştıran bu kafadır. (…) Fatalizm, âkide olarak değil, hareket tarzı olarak Şark’a aksiyon nefreti getiren Brahmanizmin ve Budizmin yakın akrabasıdır. Uzakşarktan (Budist-Brehmen Şark kastediliyor. -HİK) büsbütün ayrı bir dünya olan İslâm Şark, dinî âkidesinde ve mistik felsefesinde ne Budist ne de fatalisttir. Kadercilik ona sonraları, bir düşünce sistemi hâlinde değil, inhitat devrinin irâde sarsılışından doğma bir ümitsizlik duygusu hâlinde musallat olur. İslâm Şark, Budist değildir, çünkü Budizmin Allah’ı yoktur. Hindistan’ın en eski epik şiirinde şu söz var: “Belki hırsız nasıl görünürse Buda da öyle göründü; bil ki Allahsızlık (Atheisme) onunla beraber geldi.” (…) İslâm düşüncesi, bu dünyayı, önünde bütün arzuların susturulması gereken bomboş bir karaltı hâlinde görmez; bilâkis Müslümanlığın cenneti, hareketsizliğin ve tasasızlığın değil, dünyada yapılan iyi işlerin -ve ancak aksiyonun- mükâfatıdır. Bu, Hint’in ve Uzakşark’ın nirvana boşluğunda hareketsizliğe davet eden temâyüllerine zıt çalışmaya teşvik eden tamamiyle Garblı bir dünya görüşüne yaklaşır. Hz. Muhammed, ümmetine: “Dünyada hiç ölmeyecekmiş gibi çalış!” demişti. (…) Bütün Şark düşüncesine isnat edilen uyuşukluğun yalnız Budizme has olduğunu ve Müslümanlığa mâledilemeyeceğini İslâm âkidelerinde olduğu kadar mistik felsefesinde de görmek mümkündür. Garb müellifleri (B.A. Nicholson, Leon Abensour, Rene Guenon, Baron Carra de Vaux) İslâm mistik düşüncesinin Budizmle alâkasını reddeder.

 

–           “Avrupa’da âkidesi bakımından en az Hristiyan insan bile en çoğu kadar derindir” diyordunuz bir yazınızda. Mistisizmin en çok yer aldığı bir din ile bu kadar haşır-neşir olan bir insan kütlesi içerisinde “fatalizm kesinlikle yoktur” diyebilir miyiz yine de?

Kader-kısmet inanışı Şark’tan evvel Garb’da ve Asya’dan çok Avrupa’da ruhları kazanmıştı. Kader düşüncesi, hâlâ bütün Avrupa köylülerinin kafalarını idâre eden nâzım fikirlerden birisidir. Bu, bir Şark veya Garb âkidesi olmadan evvel, insanlığın düşüncesinde iptidâilik safhasına işâret sayılabilir.

 

–           Leon Abensour, “Ortaçağ İslâm medeniyeti, insanlığın tam dönüm devrinde, eski kültür silinip de yerine yenisi gelirken yaratılmış ilk Rönesans’tan başka nedir?” demiştir. Ayrıca Avrupa’nın felsefe tarihinde İbn Rüşdçü “Averroizm” akımı ortaya çıkmış ve Farâbi’yi Avrupalılar “II. Öğretmen” olarak nitelendirmişlerdir. Gene hâlis Türk olan İbni Sinâ, Batı’da “Muâllim-i Sâlis” olarak telâkki edilmiştir. Bu durumda İslâm Şark’ı, “medeniyet” noktasında nasıl ele alabiliriz?

Bütün mesele Türk ve İslâm ortaçağın bu ilk Rönesans’ı yaratmış olduğu hâlde, sonraki Avrupa Rönesansı’ndan niçin uzak kaldığını tâyin etmekten başlar. Bunun için de Ortaçağ Türk ve İslâm düşüncesini hatırladıktan sonra aldığı istikâmete bakmamız gerekiyor. “Scolastique” tâbiri Arapçadan gelmez. İslâm iskolastiklerinin Arapça adı “hukemâ” ve “felâsifedir.” Bu mektep iki kola ayrılır: Şark ve garp. El-Kindî, Farâbi ve İbni Sinâ birinci kolun; İbni Bace, İbni Tufeyl ve İbni Rüşd ikinci kolun müessisleridir. Ortaçağ’da Şark ve Garb İslâm felsefelerinin esas âkideleri birdir ve iki kol birbirinden yalnız şahsî mizaç farklarıyla veya ikinci derecede ehemmiyeti olan noktalarda ayrılır. (…) Farâbi ve İbni Sina, Aristo’dan sonra ve onun delâletiyle Ortaçağ’da bugünkü akılcı ve tabiatçı Avrupa kafasının ilk çatısını kuran Türk mütefekkirlerdir. Her ikisi de, klasik düşüncenin yatağında asırların yorganını başına çekerek ebedî bir uykuya dalmış görünen Aristo’yu uyandırmışlar, Şark ve arkasından da Garb kültüründe, ilâhiyatçı ve mistik bir görüşten tabiatçı ve dünyacı bir görüşe geçişin ilk prensiplerini ortaya koymuşlardır. (…) Latinler İbni Sinâ’yı İbni Rüşd’den evvel tanımışlardı. Renan, Büyük Albert’in İbni Sinâ’dan ve St. Thomas’nın İbni Rüşd’den ilhâm aldığını tespit etmiştir. Fakat bu iki Hristiyan mütefekkir, bu iki Müslüman filozofu taklit ettikleri kadar tenkit etmeğe de çalışmışlardır. (…) İbni Sinâ’nın ve İbni Rüşd’ün felsefesi XVI. asra kadar Şimâlî İtalya’da devam eden tesirleriyle pek büyük münâkaşalara sebep olmuştur. Modern tecrübe metodu hâkim oluncaya kadar, Latin Garp’ta tam dört asır devam eden bu tesire karşı reaksiyonlarının da o derecede eski bir tarihi vardır. 1311’de Raymond Lulle, Viyana ruhanîler meclisinden İslâmiyeti ortadan kaldırmak ve İbni Rüşd’ün tesirlerine mâni olmak için askerî tedbirler alınmasını istemişti. (…) Bugünkü Avrupa kafasının teşekkülünde en büyük amillerden biri olan Türk ve Arap rasyonalist felsefesinin Şark’ta uğradığı mukâvemet Garb’dakinden çok fazladır. Avrupa’da bütün hücumlara ve tenkitlere rağmen Rönesans’a kadar yaşayan ve hiç şüphesiz modern çağın doğumunu hazırlayan bu düşünce, Şark’ta mistik ve ilâhiyatçı görüşün galebesiyle yarı yolda kalmıştır. Bugün en büyük Şark mütefekkirleri diye alkışlamaya devam ettiğimiz Gazalî’nin ve Muhiddinî Arabî’nin bu felakkette meş’um tesirleri vardır. (…) Bunun için İbni Sinâ’nın ve İbni Rüşd’ün ellerindeki meşale İslâm Şark’tan ziyâde Hristiyan Garb’a ışık verdi ve bizi mistik bir kafanın karanlığı içinde sayıklamaktan asırlarca kurtaramadı.

 

–           İslâm Şark filozoflarına ve bu filozofların felsefelerine mukâvemetin, bu medeniyetin tekâmülüne etkisi mühimdir. Ancak Garp medeniyeti karşısında İslâm Şark medeniyetinin bu denli çarpraz tekâmülünün akla yatkın açıklaması nasıl yapılabilir?

İki zıt istikamete doğru çatallanan İslâm felsefesinin akılcı ve tabiatçı kolu daha ziyâde Hristiyan Garb, imancı ve ilâhiyatçı kolu da daha ziyâde İslâm Şark üstünde tesirini devam ettirir. Burada oldukça garip bir çaprazlama ve bir tesir mübâdelesi göze çarpar. Hristiyan Garb, akılcı ve tabiatçı düşünceyi İslâm Şark’tan almış ve İslâm Şark da imancı ve ilâhiyatçı düşüncesinde Hristiyanlığın tesiri altında kalmıştır. Nitekim İslâm dini de kitabında rasyonalist (akılcı) bir ruh sahibi olduğu hâlde sonradan mistik bir düşünce doğurmuş, Hristiyanlık da kitabında mistik bir ruh sahibi olduğu hâlde sonradan akılcı ve tabiatçı bir medeniyet ortaya çıkarmıştır. (…) İslâm felsefesinde meşşailik adını alan Aristoculuğa, İbni Sina ve İbni Rüşd hareketine karşı Gazâlî’nin tesirleri, sonradan Muhiddin-i Arabî ve Mevlâna ile büsbütün kuvvet bularak, İslâm Şark’ta modern ilim düşüncesinin doğmasını bugünlere kadar geciktirmiştir. (…)

 

–           Mukâvemete sebebiyet veren başka dinamikler de olsa gerek…

Hür ilmî düşünceye karşı kör imanı müdafaa eden halifelerin ve Osmanlı hükümdarlarının kelâmcı görüşleri teşvik ederek hakîki ilim ve felsefeye karşı cephe almış olmalarının sebebini hilâfet ananesinde ve İslâm’ın teokratik bünyesinde arayanlar yok değildir. Çünkü aklî Yunan düşüncesini yeniden canlandıran İslâm felsefesinin Avrupa’da Rönesans’a bile hız veren büyük bir fikir hareketi yaratmaya muvaffak olduktan sonra neden yolunu şaşırdığını aydınlatamıyor. Bu muvaffakiyet de, ondan sonra doğan irticâ hareketi de hep aynı teokratik bünyenin mahsulüdür. Büyük fikir meselelerini siyasî ve iktisadî amillerle izah etmek isteyen metodun kifâyetsizliği burada bir kere daha ortaya çıkıyor. Türk iskolastiğinin Aristo’yu ve İskenderiye mektebini telife çalışmasından gelen zâfının da mukavemetsizliğini artırdığını ileri sürenler var. Fakat aynı hâl, Garb iskolastiğinde de görülür. Yunan düşüncesi Şark’ta da Garb’da da kendi bünyesinin ve manzarasının bütünüyle canlanmış değildi; her iki âlemde de bazı ihtilâtlara ve değişikliklere uğraması tabiîydi.

 

–           İslâm’ın teokratik bünyesini suçluyorsunuz; ama İslâm Şark mütefekkirlerinin felsefelerinin geliştiği dönemde de bu teokratik bünye söz konusuydu. Söz konusu çaprazlama tekâmülün ya da İslâm Şark’ı tersyüz eden bir sırrın olması gerekir.

Klâsik kültürün meşalesini Türk ve İslâm Şark’ın elinden kapan Hristiyanlık, ancak bundan sonra, mirasına konduğu Greko-Latin kültürünün mânasını ve değerini anlamaya başlamıştı. Karargahını daha evvel Roma’da kurmuş olduğu için imparatorluğun bütün adlî-siyâsî teşkilatından istifâde etti, Latin ve Yunan dillerinin yardımıyla Avrupa’da çabuk yayılma imkânları buldu, Roma’nın site ananesine kondu ve böylece Hristiyan Garb’ın vahdetini yaptı. (…) Avrupa’ya nispetle çok daha geniş bir sahada yayılan Müslümanlık ise, ne böyle bir vahdet ne de kesret vücude getirebildi, ilk asırlarda elde ettiği kesâfetten de nihâyet mahrum kaldı. Vahdet vücude getiremedi, çünkü saha genişti ve Uzakşark’ta Brahma-Buda kültürü hâkimiyetini koruyordu. İslâm düşüncesi, Akdenizle Ganj arasında tereddüde düşmeye ve bölünmeye başlamıştı. Kesret vücude getiremedi, çünkü elde ettiği belli başlı kavimler bizzat Araplarla Türklerden, İranlılardan ve bir kısım Hintlilerden ibâretti. Kesâfet vücude getiremedi, çünkü Roma ve Yunan sitelerine vâris olamamış, çöllerde ve bozkırlarda kalmıştı. Böylece, klasik denizden gittikçe uzaklaşarak Şark’a doğru yayıldıkça, hem Aristo’nun tabiatçı hem de İslâm dininin akılcı bünyesinden ayrılarak, Eflâtun düşüncesinin en son tereddisinden başka bir şey olmayan yeni Eflâtunculukla Brahma-Buda kültürünün tesir dalgaları arasında sıkıştı ve kendi mâhiyetine zıt, iptidâi bir mistik düşüncede karar kıldı. Şark’ta ve mistik doğduğu hâlde karargâhını Roma’da kuran Hristiyanlık da, bunun tamamiyle aksi bir tekâmül geçirmişti. (…) Bu bakımdan Garb’la Şark arasındaki ayrılıklardan birisi de steple site arasındaki farktır.

 

–           Teknik anlamda üretim zenginliği de medeniyet tekâmülünün önemli bir belirlenimi sayılabilir. Bu anlamda teknik buluşlar açısından Garp medeniyetinin tekâmülü noktasında söyleyecekleriniz olmalı.

Yunan zekâsından, Roma irâdesinden ve Hristiyanlık ahlâkından doğan Avrupa, Rönesans’tan sonra, Yunan geometrisini geniş bir riyâziye kültürüne ve kapalı Atina-Roma sitesini açık şehirler medeniyetine yükseltti. Bunun için Avrupa kültürü riyâziye kafasının ve Avrupa medeniyeti büyük şehirlerin mahsulüdür ve bunun için ben Avrupalılaşmayı her şeyden evvel riyâzileşmek ve siteleşmek olarak anlıyorum. (…) Avrupa kültürü (riyaziye kültürü) bir ağaca benzetilirse teknik buluşlar onun yemişlerinden başka bir şey değildir.

 

–           Tüm bunlar muvâcehesinde Türk milleti’nin, mütehâkkim ve mütekâmil olduğunu ileri sürdüğünüz Garp medeniyetine iltihâkı için nasıl bir yol izlenmelidir sizce?

İlâhî ve mistik görüş insan kafasını nasıl kör bir imana sürüklüyorsa, bugün Avrupa’da olduğu gibi ilmî görüşün ifrâtı da netice olarak onu aynı âkideciliğe götürüyor. İlmî sistem kafası da dinî iman kafası gibi mefhumcu ve kapalıdır. Zamanımız ideolojileri arasında Marksizm gibi içtimaî ve millî zaruretlerden fazla zihnî spekülasyonlardan doğmuş olanlar böyle kapalı sistemlerdir. Ortaçağ dogmatizminden farksız oluşları, idealist görüşe materyalist görüşü karşı koymak gibi mahdut bir münâkaşa ihtiyacından doğma bir sistemin dar kadrosu içine kapanıp kalmalarındandır. (…) Türk düşüncesinin tekâmülünde Avrupa’nın ilmî görüşünü böyle bir dogmatizme kadar vardırmamak için, bir yandan riyazileşirken ve endüstrileşirken, bir yandan da bize bir tarih ve iklim nimeti olan Şarklıya has kuvvetli seziş hassamızı iptidaî mistik hâlinden mesud yeni terkiblere doğru tekâmül ettirmeliyiz. Siteleşmeye ve büyük nüfus topluluğu vücude getirmeye mecburuz; fakat Avrupa’nın böyle devam etmesine imkân olmayan boğucu kesâfetine girmeye bizi mahkum etmeyecek kadar geniş topraklarımız vardır. Avrupa ile Asya’nın bitiştiği nokta üstünde de bulunduğumuz için, böyle harikulâde bir terkibi vücude getirecek bütün şartlara dünyanın bütün milletlerinden daha fazla sahibiz.

 


 

1- Peyami Safa, mezkûr eserde bu ifâdenin yer aldığı sayfadaki dipnotta “kafa” ile ilgili şu açıklamayı yapmıştır: “Burada kafa kelimesini, görüş, anlayış, ruh, zekâ, esprit ilâh mânasında kullanıyorum.” [s. 111]

Türkyorum
http://www.turkyorum.com

 


FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum