RÜMEYSA ERTEM YAZDI: SAVUNMASIZ

Kimse gerçek bir saldırıya uğramıyor bu durumda, atılan bir yumruk veya tekme yok. Sadece yaşamak. Tüm olasılıkların arasından bu dünyaya gelen bir varlık olarak bizler, yaşamak faaliyetinde başarılı olmak zorunda bırakıldık.

RÜMEYSA ERTEM YAZDI: SAVUNMASIZ
03 Aralık 2020 - 20:56 - Güncelleme: 03 Aralık 2020 - 21:15
SAVUNMASIZ

Bu satırları yazarken bir dağı izliyorum. Büyük bir dağ, taşıyla toprağıyla ağacıyla çimeniyle yeşil mi yeşil… Ben varım diyor dağ, varım ve buradayım. İşte dünyadayım ve beni izliyorsun. İsmet Özel de “Dünyaya gelmek bir saldırıya uğramaktır.” Diyordu. Ne vurucu ne etkileyici bir cümle… Yüzüme yapıştırılan bir yumruğun sertliğini hissediyorum bunu okuduğumda/söylediğimde. Ve yaşarken, dünyada var olurken, bir yumruğu çoğu zaman belki yüzümde değil ama boğazımda ya da göğsümde hissediyorum.

Bu konuda yalnız değilim sanıyorum, her insan hatta her canlı bir saldırı ve tehdit altında. Bu tehdit yaşam tehdidir. Yani var olmak zorunda olmak. Kimse gerçek bir saldırıya uğramıyor bu durumda, atılan bir yumruk veya tekme yok. Sadece yaşamak. Tüm olasılıkların arasından bu dünyaya gelen bir varlık olarak bizler, yaşamak faaliyetinde başarılı olmak zorunda bırakıldık. Ve istesek de, istemesek de anbean yaşamak mücadelesiyle karşı karşıyaydık. Bu başlı başına büyük bir saldırı…


Kol kaslarımızın güçlü olması yaşamak saldırısı karşısında yetmiyor. Vücut sağlamlığımız, direncimiz, sağlıklı olmak, hiçbiri yetmiyor. Yaşamak karşısında kalbimizin kaslarını güçlendirmeli ve bir olmalıyız. Bu saldırı, bu tehdit ancak bu ikisinin varlığında korunaklı bir alana dönüşebilir. Yaşamak karşısında güçlü olmak zorundayız. Kendimizi gerçekleştirmek, var olmak ve varoluşumuzu anlamlandırmak, yaşam sürecine katkı sağlamak, birey olmak zorundayız.

Kol kaslarımızı güçlendirmek belki sadece ağırlık taşımamıza yardım edecek, kalbimizin kaslarını güçlendirmeliyiz. Acıya, duyguya, sıkıntıya, gelebilecek her türlü belaya, zorluğa, yalnızlığa, sevgisizliğe, anlayışsızlığa, zorbalığa, istismara, yargılara, korkaklığa, utanca karşı; yaşamın tüm ağırlığını kaldırabilmek, yorulmadan değil, daha az yorularak, daha az yıpranarak var olabilmek için kalbimizin kaslarını güçlendirmenin yollarını aramalıyız.


Yaşam karşısında bir olmak, birlik olmak zorundayız. Bir kişi daha eksik yürümemek için, “ben”in ve “öteki”nin canı yanmaması için, yaşamı güvenli hale getirebilmek için, var olabilmek için, herkesin kendi varoluşunu gerçekleştirebilmesi için ve böylece daha mutlu bir yaşam oluşturabilmek için, “biz”in mutluluğunun ancak “ben”lerin mutluluğundan geçtiğini bilerek, bir olmak zorundayız.

Bunları söyleyince, yaşamak hakkında çok taraflı konuştuğumu hissediyorum aslında. Oysaki üstüne neler neler yazılsa bitmeyecek bir kelimeden söz ediyoruz. Yaşamak karşısında güçlenmeliyiz dedim ama yaşamak bir yandan zaten kalbimizin kaslarını ve sınırlarını geliştirmeyi üstleniyor. Düşüp kalkmalarımız, incinmelerimiz, mutluluklarımız, sonra o mutluluktan düşüp yine incinmelerimiz; zorbalığa, istismara, anlayışsızlığa, sevgisizliğe, belalara, hastalıklara, kayıplara, boşluğa, eksikliğe maruz kalışımız, yaşamak. Maruz kalmalara rağmen ayakta kalabilmek, yolunda yürüyebilmek, dirayetli olabilmek, yaşamak…

Tüm “rağmen”leri yüklenip koşuyu bırakmamak, yaşamak. Biz birden fazla ölmenin adına yaşamak diyoruz. Her ölümde biz farkında olmasak da kalbimizin ve zihnimizin kasları güçleniyor, ufkumuz genişliyor, yenileniyor ve öğreniyoruz. Ölümden ne kastettiğim umarım anlaşılıyordur: hayal kırıklığımız, acılarımız, utancımız, korkularımız, yalnızlığımız, yıkıldıklarımız, yandıklarımız, uğruna hüngür hüngür ağladıklarımız, isteyip de ulaşamadıklarımız.

Ne zengin bir kelime: yaşam… İnsana her rengini sürüyor, süslüyor, öğretiyor, büyütüyor. İnsandan yaşama, yaşamdan insana ikili bir çaba, ikili bir emek akıyor. Bir sürecin beraber inşa edilmesinde rol oynayan iki büyük kahraman, varlığı gerçekliğe yerleştiriyor.


Doğduğunda ağlamanın, acı içinde dünyaya gelmenin yaşama hazırlanmak için çekilen ilk acı olduğuna inanıyorum. Yaşamak hazzın acıya, acının hazza dönüştüğü bir sınır çizgisi. Haz ve keder arasında gidip gelmelerimiz, hayatlarımızı inşa etme ve inşa ettiklerimizi sürdürme yolunda gayretimiz ise bu çizginin şiirsel varlığı gibi. Yaşamı hangi dans türünde oynayacağımız biraz da bizim elimizde. Karmaşık, yorucu bir dans mı? Hareketli mi duygusal mı? Müziği sert ve sesli mi, yumuşak ve daha az sesli mi? Durağan mı süreğen mi? Yaşam dansımızda, özne biz miyiz “başkaları” mı? Bunlar elbette sadece bir soru değil, bunlar saldırı karşısında her birimizin nasıl, ne çeşit kuşandığı sorusu.

Bu satırları yazarken bir dağ beni izliyor. Ben bir ömrü yaşıyorum o sırada, dağ beni izliyor. Öyle bir ömür ki, diye başlamayacağım cümleye, herkes gibi bir ömür. Fakat herkesin yanı sıra kendini şanslı hisseden bir ömür… Çünkü bir dağ var karşısında ve şu an onu izliyor. Tüm yazdıklarımı unutmalı, silmeli şimdi. Halt etmiş yazdıklarım. Bazen çok düşünmemek, tüm saldırılara karşı diğer yanağı çevirip hatta saldırması için kolunu bacağını uzatıp, sonra yara bere içinde oturup bir dağı izlemek gerekir. Dibine kadar yaşamak işte budur.

15/11/2020 Rümeysa ERTEM

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum