Robbinson Jeffers: Kuledeki şair / HALİL TURHANLI

'Tuhaf Günler Peşimizde’ kitabının yazarı Halil Turhanlı "Jeffers’ın şirinde doğa ve insan kaynaşmaz. Esasında onun dünyasında insanlar da birbirlerinden uzaktırlar" diyor.

Robbinson Jeffers: Kuledeki şair / HALİL TURHANLI
04 Aralık 2021 - 14:25

Theodor Ziolkowski, The View from the Tower (Kuleden Görünüm) başlıklı hayli ilginç yapıtında kulelerin anti-modern mekânlar olduğunu, modern dünyanın anonim kalabalıklarından uzaklaşan şairin kulede yalnızlığa gömüldüğünü belirtir.

Kule bu anlamda niceliğin niteliğe egemen olduğu, bireyin silinmeye çalışıldığı modern hayata, kitle toplumuna direnişin, “çorak ülke”ye dönmüş Batı uygarlığından geri çekilişin simgesidir. Şairin, sanatçının iç dünyasıyla örtüşen bir mekândır. Aynı zamanda kutsal bir yerdir. Göğe doğru yükselişiyle Tanrı’ya olabildiğince yakınlaşma isteğini ifade eder. Peygamberlerin Tanrı’nın sesini işittikleri, mesajını aldıkları yüksek dağ tepelerinden esinlenerek inşa edilmiştir.

Amerikan şiirinde “yüce”nin şairi olarak anılan Robinson Jeffers açısından da kule şehirden geri çekilişi ve yüce ile temas arzusunu ifade ediyordu. Modern dünyadan uzaklaşarak Kaliforniya’da Pasifik kıyısında, Carmel’de kendi elleriyle inşa ettiği, taşlarını kendi yonttuğu, duvarlarını kendi ördüğü bir kuleye sığınmıştı.

Jeffers taşlara ilgi duyuyor, taş kesme ile şiir yazma arasında bir benzerlik buluyordu. Ona göre şairin sözü de tıpkı Carmel’in kayaları, tıpkı Şahin Kulesi’ni inşa ederken kestiği taşlar gibi zamana karşı direnmeli, zaman karşısında güç kaybetmemeli ve aşınmamalıydı. Zamandışı olmalıydı. Şiir taşlardan oluşan bir yapıydı. Daha doğrusu şair sözcükleri tıpkı bir taş kesici gibi kesiyor, yontuyor ve onlardan bir yapı inşa ediyordu. Bu yapının taşlarını oluşturan sözcükler bundan böyle zamanın dışına çıkıyorlardı.
Okyanusa tepeden bakan bu kuleyi inşa ederken bir şahin her gün gelip onu izlemişti. Kuleye Şahin Kulesi (Hawk Tower ) adını vermesinin nedeni budur. Münzevi şair bu kuleden doğanın dramatik çehresini gözlemledi. Carmel’in doğası ona yazgı duygusu kazandırdı, giderek yazgısını sevdi. Burada söz konusu olan coğrafyanın, doğanın belirlediği bir yazgıdır.

Güven Turan, Jeffers’ın bir “ “coğrafya şairi” olduğunu ileri sürer. ( G.Turan, Kuleden Bakmak: Jeffers/Yeats, 160.Kilometre, 2012, s.8 ).Çok doğru. O Pasifik Okyanusu kıyılarının, atmaca ve şahin gibi yırtıcı kuşların barındığı kayalık tepelerin, oralarda esen hırçın rüzgârların, sert bir ikliminin şairiydi. Bu coğrafyaya ruhsal ve zihinsel olarak bağlıydı. Yirminci yüzyılın bu büyük doğa şairi, bu karamsar vizyoner Carmel’i yurt edinmişti. Toplumdan , insanlardan uzaklaşarak bu coğrafyada yaşadı. Şiiri bu coğrafyadan beslendi.
Jeffers açısından Carmel’in doğası yüceyi barındırıyordu; daha doğrusu ilk bakışta fark edilir ve görünür olmayan yüceyi içinde saklıyordu. Kuledeki şair ise doğada saklı olan yüceye ulaşmak, onunla temas kurmak istiyordu.

Amerikan şiirinin aksakallı bilgesi Whitman’a göre yüce olan toplumun yarattığı, yurttaşların içselleştirdiği demokrasinin değerleri ve idealleridir. Bu değerleri içselleştiren her yurttaş yücenin taşıyıcısıydı. Oysa Jeffers için yüce toplumda, toplumu oluşturan bireylerde değil, Carmel’in insana kendini açmayan doğasında mevcuttu. Harold Bloom’un belli başlı Amerikan şairlerinin Whitman’ın oğulları olduğunu ileri sürmüş olduğu hatırlandığında Jeffers’ın bu anlamda onun oğullardan biri olmadığını söyleyebiliriz.
Modern hayat Carmel’e uğramamıştı. Oradaki martılar bile kayalıklar kadar yaşlıydılar. Uzun yıllardan beri okyanusun üzerinde uçuyor, sularına dalıp çıkıyorlardı.

Jeffers’ı Carmel’e çeken de yörenin doğası ve doğadaki canlıların zamanın yıpratıcılığına aşındırıcılığına inatla direnmeleriydi. Pastoral olmayan, kendini insana açmayan bir doğaydı bu. İnsan doğanın organik bütünlüğünü bozmaya giriştiğinde ona sert tepki veriyor. İnsanı efendisi olarak kabul etmeyen bu doğa organik bütünlüğünü ona karşı koruyordu.

Jeffers disiplinli bir eğitim gördü. İlahiyatçı olan babası onun eğitimiyle yakından ilgilendi. Çok küçük yaşta Yunanca ve Latince öğrenmesinde etkili oldu. Entelektüel ağırlık ve derinlik kazandı. Ancak bilgeliğini aynı ölçüde doğaya da borçluydu.
Jeffers’ın şiirinde doğa ve felsefi düşünce bir aradadır. Şiiri modern olmayan şiirin özelliklerini barındırır. Süslemecilikten olabildiğine uzak kafiyesiz uzun dizeleriyle antik Yunan tragedyalarını yeniden yazmış, bunları Carmel’in coğrafyasına uyarlamış, trajedi duygusunu modern çağda yeniden canlandırmıştır. Örneğin, onu geniş bir okur kitlesine tanıtan “Tamar “ böyle bir şiirdir. Kaliforniya’da çiftlikte yaşayan bir ailenin tutkularına gem vuramamasının, yasakları çiğnemesinin yol açtığı yıkımı işlediği bu uzun şiir modern bir tragedyadır.

Jeffers modern şehri sevmiyordu. Oradaki hayatı doğal bulmuyor ve uzak duruyordu. Şehirden uzaklaşması ile onun insana duyduğu kuşkunun ifadesi olan inhümanizm düşüncesi arasında sıkı bir bağ mevcuttur.

İnhümanizmin insan sevmezliğin (misantropizmin) savunusu ve meşrulaştırılması olduğu ileri sürülmüştür. Bu doğru değildir, ama Jeffers’ın insana çok sıcak bir yaklaşımı olduğu da söylenemez. Onda söz konusu olan yoğun bir kültürel kötümserlik ve insana dair misantropiye varmayan derin bir kuşkudur.

Kendi de liberal hümanist düşüncenin muhalifi olan İngiliz düşünür John Gray, The Silence of Animals (Hayvanların Sessizliği ) başlıklı kitabında Jeffers’ın yirminci yüzyılda en ilginç hümanizm eleştirisi yapmış şair olduğunu ileri sürer. İnhümanizm kuleye sığınan şairin bu eleştiri kapsamında ortaya attığı kavramdır. İnsanın yeryüzündeki konumunu incelerken, insanın doğa ve hayvanlarla ilişkisini değerlendirirken Batı kültürünün temelini oluşturan insan merkezli (antroposantrik) bir evren düşüncesini reddeder.

Söz konusu kavram aynı zamanda Jeffers’ın Nietzsche ile yakınlığını belirginleştirir. Gerçekten Jeffers’in inhümanizm görüşü Nietzsche’nin üstinsan kavramıyla ifade ettiği insanı aşma iradesiyle örtüşür. Jeffers da tıpkı Nietzche gibi zayıflıklarından dolayı insana derin kuşkuyla yaklaşıyor ,“insanca çok insanca” olanı geride bırakmak istiyordu. Kule onun bu dönüşümü yaşadığı yerdi. Kule bu anlamda kendini geride bırakma ve dönüşme mekânıydı.

Jeffers da Nietzsche gibi Rönesans ve Aydınlanma’nın insana atfettiği bütün olumlu nitelikleri, insanın idealleştirilmesini sorguluyor, insana güven duymuyordu. İnsana atfedilen bütün bu olumlu nitelikler onun doğaya ve hayvanlara tahakküm etmesini, hayvanları evcilleştirmesi meşrulaştırılmıştır. Oysa Jeffers Carmel’in doğasında yaşayan yabanıl kuşlarda insana teslim olmama ve direnme iradesi görüyordu. Kuledeki şair için şahin iradenin sembolüdür. Şahin ve diğer yırtıcı kuşlar yücenin saklı olduğu Carmel coğrafyasının güçlü, sağlam iradeli mukimleridirler.

Onun bu bakışı Ted Hughes’un 1957 yılında yayınlanan ilk şiir kitabında yer alan ve kitaba adını da veren “Yağmurdaki Şahin” başlıklı şiiriyle kıyaslanabilir. Hughes’un şiirindeki şahin yağmura ve sert rüzgarlara hiç aldırış etmeden kayalıkların tepesinde, uçurumun kenarında dimdik durur; insan çamura saplanırken şahin doğadaki bütün güçlüklere inatla direnir. İnsandan daha dirençlidir; hatta bu bakımdan insan için örnek oluşturur, insana rehber olur. Şahin sonunda doğayla çatışmasında yenik düşer, ama gururundan ödün vermemiştir.

Jeffers ve Hughes’de doğa şiiri geleneğine farklı bir yaklaşım söz konusudur. Jeffers, Amerikan düşüncesinde Thoreau’nun temsil ettiği doğa-insan ilişkisi geleneğine farklı bir yaklaşım getirirken, Hughes de İngiliz romantizminin bir damarı olarak Wordsworth’un temsil ettiği doğa şiiri geleneğinden ayrılarak çok değişik bir yol izler. İkisinde de yırtıcı kuşlar, özellikle şahin insanlardan daha güçlü, daha kararlıdırlar. Hayatta kalma iradesine sahiptirler.

Jeffers 1920’lerin sonlarında Tamar ve Öteki Şiirler kitabının yayımlanmasından sonra geniş bir okur kitlesi bulmuş, Time dergisini kapağında yer almıştı. Ama aynı zamanda eleştiriler de alıyordu, giderek eleştiriler yoğunlaştı ve ağır bastı.

Jeffers’ın şiiri ihmal edildi, bilinçli bir unutuluşa terk edildi. 1960’ların doğaya açılan, doğada yeni bir hayat kurma girişiminde bulunan karşı-kültürü de Jeffers’a ilgi göstermedi. Kuledeki şairin doğası onlarınkinden çok farklıydı. Carmel’in kayalıkları pastoral bir ortam, kırsal bir cennet değildi. Arayış içindeki genç insanlara bir arkadya sunmuyordu. Asıl önemlisi Jeffers doğada topluluk halinde varolmayı, komünal bir hayat yaşamayı reddediyordu.

Jeffers’ın şirinde doğa ve insan kaynaşmaz. Esasında onun dünyasında insanlar da birbirlerinden uzaktırlar. Onun dünyası tıpkı Şahin Kulesi’nin çevresindeki doğa gibi ıssızdır. Komünyon ve komüniteye yer yoktur orada. İnsanın bu hırçın ve koşulları çetin bir doğada barınabilmesi çok zordur.

Jeffers’ın doğaya yaklaşımını Amerikan şiirinin bir başka önemli doğa şairi Gary Snyder’inkiyle kıyaslanabilir. Aslında Snyder önceleri Jeffers’ın ekolojik düşünce ve şiirinden etkilenmiş, onda esin bulmuştu. Fakat iki şair arasında bir noktadan sonra farklılıklar baş gösterir ve bunlar benzerliklerden, ortaklıklardan daha fazladır.
Snyder Pasifik kıyısındaki ormanlarda, patikalarda yürüyerek, Jeffers ise Pasifik’e kuleden bakarak kurdu şiirini. Bu fark şiirlerinin biçimlerine yansıdı.

Snyder’ın haikuları Jeffers’ın uzun kafiyesiz dizelerine hiç benzemez. En önemlisi Snyder’ın eko-poetikası doğayla kucaklaşma, doğada bir komünite (topluluk ) ilişkileri içinde varolma üzerine kuruludur. Jeffers’da ise birey doğada yapayalnızdır.

https://www.karar.com/gorusler


FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum