PROF. DR. KEMAL ÇİÇEK İLE ERMENİ MESELESİNE DAİR RÖPORTAJ (I)
Yazarımız Fırat KÖSE, Türk Tarih Kurumu Ermeni Masası Eski Başkanı Prof. Dr. Kemal ÇİÇEK ile Ermeni meselesi hakkında konuştu. Kendisi ile yapılan röportaj aşağıda sunulmuştur.
PROF.DR.KEMAL ÇİÇEK İLE ERMENİ MESELESİNE DAİR RÖPORTAJ (I)
Fırat KÖSE, Türk Tarih Kurumu Ermeni Masası Eski Başkanı Prof. Dr. Kemal ÇİÇEK ile Ermeni meselesi hakkında konuştu. Kendisi ile yapılan röportaj aşağıda sunulmuştur.
Ermeni meselesi hakkında bilgi verir misiniz?
Tabii bu esas çalışma konumuz dünyada da geçmiş yüzyıldan itibaren daima gündemde kalmayı başarmış bir konu. Bu bakımdan enteresan bir konudur. Aslında Ermeni meselesi deyince aklımıza uluslararası bir sorun gelmelidir. Çünkü aslında Ermeni meselesi; Türklerle Ermeniler arasında, birlikte yaşamda ortaya çıkan sorunlardan dolayı oluşmuş bir mesele değildir. Bu mesele 19.yüzyılın ve 20.yüzyılın büyük güçleri tarafından ortaya atılmış bir projenin sonucudur. Bu projenin amacı şark meselesi çerçevesinde, Doğu Anadolu Bölgesi'nde, Ermenilerin yoğun olarak yaşadıkları yerlerde bir Ermenistan Devleti kurmaktı. Bu projenin en önemli aktörleri olarak; İngiltere, Fransa, İtalya ve ABD'yi sayabiliriz. Tabi Rusya da bu çerçevede değerlendirilebilir ama Rusya'nın amacının daha sonra yapmış olduğu eylemlerden çıkardığımıza göre bir Ermenistan devleti kurmak değil, Ermenilerin bulundukları bölgeleri işgal ederek sıcak denizlere inmek olduğu anlaşılıyor. Bunu I. Dünya Savaşı esnasında Rus Çarlığı Doğu Anadolu'nun önemli bir kısmını işgal etmesinden ve buralardaki Ermenileri kontrolü altına almasından fakat bu kontrol altına alma süreci sonrasında bağımsız bir Ermenistan kurma gibi bir düşünceye hiçbir zaman sapmamasından anlayabiliyoruz. Demek ki Rusya açısından bakıldığında, bu büyük devletlerin Ermeni meselesini ortaya çıkarmakta niyetleri Osmanlı topraklarının önemli bir kısmını ilhakı olarak görülebilir. İngiltere, ABD ve diğer Avrupa'nın büyük güçleri olarak bakarsak, aslında asil bir Hristiyan millet olarak gördükleri Ermenileri, barbar Müslüman olarak gördükleri Türklerin boyunduruğundan kurtarmak gibi kendilerine göre halisane bir niyete dayanıyordu. Bu projenin yürürlüğe konulması aslında 1820'lerden itibaren başlamıştır. Rusya için daha erken bir tarih verilebilir ama Rusya'nın amacı başkaydı. ABD'nin 1820 tarihinden itibaren Anadolu'ya misyonerler gönderdiğini ve bu misyonerlerin birinci hedeflerinin Ermenileri Protestanlaştırmak, Avusturya misyonerleri açısından veya Alman misyonerleri açısından düşünecek olursak Avusturya için Katolikleştirmek, Almanya için ise Protestanlaştırmak olduğunu görüyoruz. Bu hedef başlangıçtan itibaren eğitim faaliyetleri ile gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Fakat aslında çokta başarılı olamamışlardır. Çünkü Ermeniler aslında mezheplerine sadık insanlardı. Bu yüzden çok az sayıda ermeni Katoliklik ya da Protestanlık mezhebine geçmiştir. Ama bu az sayıya rağmen Avusturya Katolik Ermeniler için bir partikhane, İngiltere Protestan Ermeniler için ayrı bir patrikhane kurmayı başarmış ve Ermenileri, yani Osmanlı Devleti'nin bir millet olarak tanıdıkları Ermenileri üçe bölmeyi başarmışlardır. işte Ermeni sorunu böyle başlıyor. Ermenileri üçe böldükten sonra her devlet kendi himayesine aldığı Ermenileri bir şekilde daha müreffeh, daha bağımsız bir hale getirmek için siyasi bir gaye gütmüştür. Bu gayelerini gerçekleştirmek için her türlü yola başvurmuşlardır. Önlerinde de çok önemli bir örnek vardı: Bulgaristan ve Girit örneği. Bulgaristan çok enteresandır. Bulgaristan veya onun gibi diğer Osmanlı tebaası olan Balkan milletleri, bildiğiniz gibi askeri ve siyasi güçlerini ortaya koyarak Osmanlı'dan ayrılmayı gerçekleştirmemişlerdir. Bu gerçekleştirme projesinin birinci failleri Avusturya ve Rusya'dır. Özellikle Rusya, Bulgaristan'ın özerklik kazanmasında çok büyük bir tesir yapmıştır. Bu durum Ermenilere cesaret vermiştir. Ermeniler aslında Osmanlı İmparatorluğu'nda çok dağınık bir şekilde yaşıyorlardı. 1025 yılından itibaren eski Ermenistan kadim toprakları olarak anılan Van ve civarındaki varlıkları önemli ölçüde azalmış ve Anadolu'nun batı bölgelerine önce Bizanslılar tarafından sürgün edilmişler, daha sonra da Osmanlı hakimiyeti başladıktan sonra kendileri ekonomik sebeplerle batı bölgelerine göç etmişler ve bu sebeple Doğu Anadolu'da nüfus çoğunluğunu yitirmişlerdi. Buna rağmen batılı devletler, projelerini gerçekleştirmek için Doğu Anadolu bölgesini seçtiler. Çünkü devlet kurmak için olasılığı yüksek bölge Doğu Anadolu Bölgesi'ydi. Ermeniler de tabii oranın kendi kadim anavatanları olduğunu iddia ediyorlardı, o yüzden devletlerinin bu bölgede kurulmasını istiyorlardı. Bu hayalin gerçekleştirilmesi için yapılması gereken şey batılı büyük güçlerin desteklerini almak ve zaten bu güç arkalarındaydı. Bunun yanında, Osmanlı İmparatorluğu'nda özellikle Rum isyanından itibaren bütün devlet kademelerinde önemli görevlere getirildikleri ve herhangi bir isyan emaresi göstermedikleri için " Millet-i sadıka " olarak anılmalarından dolayı, isyan için gerekçe oluşturmaları güçtü. Yani şöyle düşünün; Helmuth Karl Bernhard Von Moltke Anadolu'yu ziyaret ettiğinde Ermeni köylerine de gidiyor, Ermenilerle Türklerin artık tamamen bir entegrasyon içerisinde yaşadıklarını, Ermenilerin Ermenice bilmediklerini, Türkçe konuştuklarını, Türkler gibi giyindiklerini, Türklerle aynı şeyleri yediklerini içtiklerini söylüyor. Dolayısıyla bu kaynaşmanın, ortak yaşamın Ermenilerin ötekileştirilmesi şeklinde bozulması gerekiyordu, işte misyonerler burada çok önemli bir rol oynadılar. Onları eğitim faaliyetleri esnasında, kadim Ermeni tarihi, asil Hristiyan milleti, barbar Türk imajı gibi şeylerle doldurarak, yavaş yavaş Müslüman komşularıyla aralarını açma yoluna gittiler ve bunda da önemli ölçüde başarılı oldular. Bu bakımdan 1890 yılları Türklerle Ermeni halkları arasındaki barış ve huzur ortamının bozulmasında çok önemli bir aşama teşkil etti. 1890 Erzurum İsyanı'ndan itibaren 1893-1894, daha sonra 1896 Sason, Zeytun isyanları esnasında artık Doğu Anadolu'da Türkler, Kürtler, Ermeniler, Çerkezler adeta birbirlerini boğazlamaya başladılar ve bu huzur bozuldu. Bu huzur ve güven ortamının bozulması tam da Ermenilerin istediği bir hedefin gerçekleşmesine sebep oldu. Çünkü huzur bozulduğu zaman, huzurun düzeltilmesi Osmanlı idari ve mülki yani askeri otoritelerinden değil, Avrupalı büyük güçlerden talep ediliyordu. Avrupalı büyük güçler de zaten buna pozitif bir yaklaşım sergileyecek siyasi ve diplomatik ortamı Berlin Antlaşması ile yaratmışlardı. Ne olmuştur Berlin Antlaşması'nda ? Ermenilerin yoğun olarak yaşadıkları yerlerde reform yapılması ve Ermenilerin, Kürt ve Çerkez saldırılarından korunması, önlemler alınması için Osmanlı İmparatorluğu'na dayatılmıştır. Dolayısıyla bu reformların yapılmaması ve Ermenilerin can ve mal güvenliğinin sağlanması Berlin Antlaşması'nın ilgili maddesinin ihlali olarak değerlendirilip batılı ülkelerin Osmanlı iç işlerine müdahalesi için bir zemin yarattığı düşünülüyordu ve bu da bu şekilde gerçekleşti.
Tehcir hakkında bilgi verir misiniz? Tehcir nedir? Nasıl bir durum gerçekleşmiştir?
Şimdi tehcir biliyorsunuz göç ettirmek demektir. Ben bunu zorunlu göç olarak nitelendirdim. Belki de Türkiye'de bu kelimeyi literatüre sokan benim. Benden önce kullanıldığını zannetmiyorum. Osmanlı resmi belgelerinde tehcir kullanılmıyor, sevk ve iskan kullanılıyor. Kabul etmek gerekir ki özellikle sonraki yıllarda tehcir kelimesi sevk ve iskanın üzerinde bir anlam kazanmış ve İngilizce metinlerde tehcir kelimesinin karşılığı olarak deportation tabirinin kullanılması, bu terimin Türkiye'ye yerleşmesine sebep olmuştur. Ancak genellikle olayın anlatımı adına, biz bu kelimeleri artık manalarında değil de halk tarafından daha kolay anlaşıldığı için tercih ediyoruz. Tehcir, yani zorunlu göç ettirme aslında iyi bir şey değildir. yani insanların uzun süre yaşadıkları topraklardan sürgün edilmelerini hiç kimse savunamaz. Bu bakımdan bunun çok da tercih edilebilir bir yol olduğunu veya Osmanlı imparatorluğu tarafından tercih edilmiş bir uygulama olduğunu söyleyemeyiz. Bu bir askeri zorunluluk olarak ortaya çıktı, olağanüstü şartlar bunu getirdi. Bunu nerden çıkarıyoruz? 1860 ile 1896, hatta 1915’e kadar getirebiliriz. Osmanlı'nın, Ermenilerin yoğun olarak yaşadıkları yerlerde zaman zaman isyanlarla karşılaştığını görüyoruz. Özellikle bu Zeytun bölgesinde, Osmanlı otoritelerine karşı otuz beş isyandan bahsediliyor. Fakat bu isyanlar her zaman bir jandarma kuvveti gönderilmek suretiyle bastırılmıştır. Zaten Ermeniler de bu isyanların bastırılacağını biliyorlardı. Yani Osmanlı'nın bu isyanları bastıracak güçte olduğunu biliyorlardı. Ama onların amacı bu isyanları çıkarmak suretiyle Avrupa kamuoyunun ve büyük güçlerin dikkatini çekmek, bu dikkat sonucu kamuoyunun baskısıyla, batılı ülkelerin Osmanlı iç işlerine müdahale etmesini sağlamaktı, bu da gerçekleşti. Çünkü batılı ülkeler, Osmanlı Devleti üzerinde klasik çağlardan itibaren elde ettikleri bazı kapitülasyonları, Ermeni meselesini tahrik etmek için de kullandılar. Bunlardan bir tanesi Ermenileri kendi himayelerine almak, protoje olarak ifade ettiğimiz bir kelime altında topluyordu. Himaye altına almak yani bir kişi bir başka devletin uyruğu altına girdiği veya vatandaşı olduğu takdirde, artık Osmanlı makamlarının bunları yargılaması mümkün olmuyordu. Bunları konsolosluk mahkemelerinde yargılamak gerekiyordu. Bu bakımdan özellikle ABD, II.Abdülhamid'e suikast olayında Belçika bu protoje maddesini çok iyi kullandılar. Çünkü Osmanlı otoritelerinin kendi vatandaşı olduğunu iddia ettikleri Ermenileri tutuklamasına ve yargılamasına izin vermediler, bunların konsolosluk mahkemelerinde yargılanması gerektiğini iddia ederek ceza almadan serbest kalmalarını sağladılar. Bu tabii diğer Ermenileri de cesaretlendirdi. Tehcir konusuna gelecek olursak, burada asıl söylemek istediğim şey şu; bu tehcir iyi birşey değil. Osmanlı İmparatorluğu da 1860'dan itibaren çeşitli yerlerdeki Ermeni isyanlarını bastırdığı halde bu yönteme başvurmamıştır. Ne zaman bu yönteme başvurmuştur? 1915, I. Dünya Savaşı esnasında başvurmuştur. Peki bu tehcir, yani bazılarının insanlık dışı olarak ifade ettiği zorunlu göç ettirme Osmanlı'nın icat ettiği bir şey midir? Yani bunu daha önce hiç kimse uygulamamış mıdır? Biraz önce de belirttim, Bizans İmparatorluğu 1022-1023 yıllarında Ermenileri, yaşadıkları Van ve civarından Kayseri ve diğer orta Anadolu şehirlerine güvenlik gerekçesi ile tehcir etmişlerdir. Yine aynı şekilde bu yöntem Almanlar tarafından, İngilizler tarafından Afrika'da bazı kesimlere karşı, ABD Vietnam da bazı terörist unsurlara karşı bu yöntemi uygulamışlardır ve bu yöntemin uygulanma tarihi 1899’dan 1903’e kadardır. Şunu özetle söylemek istiyorum tehcir, Osmanlı'nın uydurduğu, mecburiyet adı altında ilk defa yaptığı birşey değildir. Bu bakımdan sözü gelmişken onu da ifade edelim, Ermenilerin yapmış olduğu propaganda faaliyetlerinde bu Ermeni Tehciri'ni 20.yüzyılın ilk zorunlu göçü olarak nitelendiriyorlar, halbuki biraz önce de söylediğim gibi İngilizlerin Boyerlere yapmış oldukları, Almanların Namibya'da yapmış oldukları 1899-1903 arasındaki göç ettirmeler bundan daha öncedir. ABD’li askeri tarihçi Edward Ericsson, Osmanlı'dan önce yapılan tehcirler hakkında bir kitap yazmıştır, artık bu bir sır değildir. Onun için bu propagandanın Ermeniler tarafından terk edilmesi gerekiyor. Çünkü bu doğru değil. Tehcirin Osmanlılar tarafından icad edildiği ve Ermenilere uygulandığı, 20.yüzyılın ilk zorunlu göç ettirme vakası olduğu tezi çökmüştür. Bu tehcir dediğimiz askeri zorunluluk sonucu Ermenilerin yaşadıkları bölgelerden, daha doğrusu askeri bölgelerden Osmanlı ordusunun askeri faaliyetlerini engelleyemeyecekleri, zarar veremeyecekleri yerlere göç ettirilmesi, 1915 yılında özellikle haziran ayından sonra gündeme geldi. Çünkü Osmanlı İmparatorluğu Van İsyanı diye bir isyan tecrübesi yaşadı. Bu Van İsyanı Osmanlı'nın, Ermenilere isyan etseler bile ılımlı yaklaşımının artık sona gelmesine sebep oldu. Yani bıçağın kemiğe dayandığı bir nokta oldu. Neden son nokta oldu? Çünkü Ermeniler, nisan ayında Van şehrinde isyan ettikleri zaman Osmanlı İmparatorluğu Van’daki müfrezesi 10.000 kişilik bir kuvvete sahipti, fakat Ermeniler 30.000 kişilik bir kuvvetle bu birlikleri kuşattıkları zaman eski Van Kalesi'nde bu isyanı başarıyla sonlandırdılar. Mayıs ayının ikinci haftasında Van şehrini ele geçirdiler. Buradaki Osmanlı birlikleri şehirden bir huruc hareketi ile çıkmak zorunda kaldılar. 20 Mayıs 1915’te de Ermeniler, işgalci Rus ordularına Van şehrini teslim ettiler. Burada geçici bir hükümet kurulmasına sebep oldular. Van'da yaşanan bu olay artık Osmanlı'nın gözünü açtı, yetkililer hem Ermenilerin hem de Rusya'nın Osmanlı içerisindeki ilerleyişini kolaylaştırıyorlar, isyan ederek şehirlerin kolayca düşmesine sebep oluyorlar, hem de Rus askeri varlığının buralarda lojistik destek bölgeleri kurmalarına sebep oluyorlar dediler. Bu yüzden artık bu olayın, mesela Van ele geçirildikten sonra Rusya'nın ikinci hedefi Bitlis'te, Diyarbakır ve Harput'ta da yaşanmasını istemediler. Erzurum’da, Harput’da, Diyarbakır’da; Van'da yaşanan olay gerçekleşmiş olsaydı, Osmanlı'nın Doğu Anadolu bölgesinde hiçbir askeri faaliyetini sonlandırması mümkün olmazdı. Bu yüzden bu bölgelerdeki Ermenilerin,savaş bölgesi dışarısına göç ettirilmesine karar verildi. Bu yüzden 27 Mayıs 1915 tarihinde Tehcir Kanunu çıkarıldı ve bu kanun 1 Haziran'da resmi gazetede yayınlandıktan sonra uygulamaya geçildi. Osmanlı, tehciri çok kolay yapamadı aslında, çünkü tehcirle ilgili ilk duyurular yapıldıktan sonra sevkiyatı ancak temmuz ayında birçok yerde başlatıldığını görüyoruz. Mesela Harput'ta, en çok korkulan yerlerden birinde, ilk sevkiyat ancak 1 Temmuz 1915 tarihinde yapılabilmiştir. Dolayısıyla çok geç bir tarihtir. Diğer bölgelerde, örneğin Bitlis'te neden yapılmadı? Çünkü oralar Ruslar tarafından işgal edilmiştir. Rus orduları buradaki Ermenileri himayelerine aldılar, daha sonra Ruslar buralardan çıkartıldı ve Ruslarla beraber Ermeniler de gittiler. Van ve Bitlis'in birçok bölgesinden tehcir yapılamadı. Çünkü onlar çekilen Rus ordularıyla beraber Kafkasya'ya gittiler. Bu tehcir konusu ortaya çıktığında Ermeniler, bu bizim verdiğimiz argüman dolayısıyla şu karşı tezi ortaya atıyorlar. Diyorlar ki tamam Doğu Anadolu Bölgesi savaş bölgesiydi, buradaki ermenileri tehcir ettiniz. Peki Trabzon'daki, Samsun'daki, Merzifon'daki, İzmit'teki Ermenileri neden tehcir ettiniz diyorlar. Hatta bir ara tehcir uygulanmayan birçok bölgede de tehcir uygulandığı suçlamaları yapıldı. Ancak bunların doğru olmadığı, özellikle 1990’lı yıllarda Osmanlı arşivlerinde Ermenilerle ilgili belgeleri tam, orijinal metinleri ile beraber külliyat şeklinde yayınlanmasından sonra bu iddialarından çok yerde vazgeçtikleri görülüyor. Şimdi bu sorunun cevabını vermek lazım. Neden sadece savaş bölgesindeki Ermeniler zorunlu göçe tabi tutuldu? Şu sebeple Ermeniler sadece Doğu Anadolu Bölgesi'nde isyan etmediler. Ermenilerin Anadolu'nun birçok yerinde mesela Samsun’da, Merzifon’da, Bandırma’da, Mudanya’da, özellikle de izmit’te isyanlarını görüyoruz. Bu bölgelerdeki yabancı askeri misyonlarla sürekli işbirliği halinde olduklarını, onlara casusluk yaptıklarını görüyoruz. Aynı şekilde Adana, Mersin, Hatay bölgelerinde bulunan Ermeniler de bu bölgedeki İngiliz ve Fransız donanma güçleri ile sürekli casusluk faaliyeti içerisinde olmuşlarıdır. Nerede Osmanlı sevkiyatını engelleyecekleri ve itilaf devletlerine azami destek verebilecekleri yerler varsa, oralarda itilaf devletleri tarafından desteklenmişler ve isyan etmişlerdir. Mesela Arabistan, Osmanlı için bir savaş bölgesiydi. Buraya yapılan sevkiyatların büyük bir kısmı Konya, Alayunt, İskenderun bölgesinden yapılıyordu. Zeytun Ermenilerinin bu bölgede itilaf devletleri tarafından özellikle isyan ettirilmek suretiyle, Osmanlı'nın sevkiyat, lojistik kanallarının kesilmesi amaçlanmıştır. Bu bölgedeki ajanlık faaliyetleri ile ilgili Edward Edickson’un çok güzel makaleleri var. Bunların hepsi belgelenmiştir. Karadeniz’de çok büyük bir itilaf denizaltı varlığı vardı. ABD’nin de 14 adet denizaltısı bölgede faaliyet gösteriyordu. Bunların faaliyetlerinin önemli bir kısmı Ermenilerin sağladığı lojistik ve diğer askeri bilgilerle gerçekleştirdiklerine dair bazı çalışmalar yapılmıştır. Mesela ben de Samsun bölgesinde Ermenilerin ABD ve donanmasıyla ilgilerini, işbirliklerini ortaya koyan belgeleri yayınladım. Şunu ifade etmek istiyorum, savaş bölgesi sadece Doğu Anadolu Bölgesi değildi. Batı Anadolu Bölgesi'nde de çok kritik yerler vardı ve bu kritik yerlerdeki Ermenilerin sürgün edilmesi bir zorunluluk teşkil etti. Özellikle İzmit’in Bahçecik bölgesinde gerçekleşen isyanlar, Osmanlıyı zor duruma düşürdü ve özellikle o bölgede İzmit’te çok büyük bir seferberlik ilan edilerek, Ermenilerin göç ettirilmesine karar verildi. Bunlar yalnız istisna teşkil eden şeylerdi. Yine mesela Samsun ve civarındaki isyanlardan bahsettim. Merzifon'daki Ermenilerin göç ettirilmesi de bu sebepledir ama aynı Osmanlı Devleti Kastamonu'daki Ermenileri sevk etmemiştir. Çünkü orada herhangi bir vukuat yaşanmamıştır. İzmir, Aydın, Manisa, Konya gibi yerlerdeki Ermenileri de sevk etmemiştir. Edirne ve Rumeli açısından, Ermenilerin zorunlu göçe tabi tutuldukları doğru değildir. Buralarda da çok cüzi sayıda komitacı yakalanarak sevkiyata tabi tutulmuştur. Zaten Osmanlı Devleti'nin amacı Osmanlı Ermenilerini tamamen Osmanlı topraklarından sürgün etmek olsa Guenter Lewy’nin çok güzel bir tesbiti var: işe İstanbul’dan başlaması daha mantıklıdır. İstanbul’da I. Dünya Savaşı başladığında 77.000’in üzerinde Ermeni yaşıyordu ve bu sayı savaş sırasında Anadolu’dan daha güvenli olduğu için İstanbul’a yapılan göçler sebebiyle 120-130.000’e çıkmıştır. İstanbul’daki 120-130.000 Ermeniyi kendi hallerine bırakıp, hiçbir şekilde sevk ve iskana tabi tutmayıp diğer bölgelerdeki Ermenileri sürgün ederek Anadolu'yu Türkleştirmeye çalıştığı iddiası, gerçekten bana göre gülünç bir iddiadır. Bu bakımdan Osmanlı Devleti'nin Türkleştirme politikalarının bir aracı olarak, Ermenileri imha siyasetine başvurduğu şeklindeki iddialara ben sadece gülüyorum. Tehcir meselesi çok önemli bir mesele, onun üzerinde ayrıntılı durmamız gerekiyor. Tehcir, başladıktan sonra yaklaşık olarak ne kadar Ermeni'nin sevk edileceğine dair Osmanlı İmparatorluğu bazı çalışmalar yaptı. Son zamanlarda yayınlanan belgeler bize 900.000 civarında Ermeni'nin bu zorunlu göçe tabi tutulacaklar arasında listelendiğini gösteriyor ama Osmanlı bunun önemli bir kısmını gerçekleştiremedi. 500 ila 700.000 arasına Ermeniyi ancak Sevk ve İskan Kanunu'yla Suriye ve bugünkü Irak’ın kuzeyindeki Musul ve daha kuzeydeki bölgelere sevk etme projesini gerçekleştirebildi. diğer 900.000 diye bahsettiğimiz sayıdaki arada kalan 200-300.000 kişiye ne oldu derseniz onlar çekilen Rus orduları ile beraber Tiflis, Eçmiyazin ve Erivan’a gittiler, orada bulunuyorlar. Gerçi bazı Ermeni tarihçiler buraya göç eden Ermenilerin sayısını 500.000’e çıkarıyorlar ama ben bunların abartılı olduğunu, 1919’da Paris Barış Görüşmeleri'nde Ermeni nüfusunu mümkün olduğu kadar abartma politikasının bir sonucu olduğunu düşünüyorum ama 300.000’den az olmadığını da kabul etmemiz gerekiyor, demek ki Osmanlı Ermenilerinin 300.000’i Kafkasya’ya kendileri firar etmek suretiyle gitmişlerdir. Osmanlı kalan Ermenilerin 500 ila 700.000 arasını sevk ve iskana tabi tutmuştur. 300-350.000 arası Ermeni hiçbir şekilde Sevk ve İskan Kanunu'na tabi tutulmamıştır. Bunların bir kısmı Protestan ve Katolik oldukları için tabi tutulmamışlardır. Çünkü Avusturya İmparatorluğu Osmanlı’nın müttefikiydi I. Dünya Savaşı sırasında ve onun himayesinde bulunan bazı Katolik Ermeniler vardı. Dolayısıyla Avusturya himayesindeki Katolik Ermeniler, tehcirden muaf tutulmuşlardır. Aynı şekilde Alman himayesindeki Protestan veya ABD himayesindeki Protestan Ermeniler de sevk ve iskana tabi tutulmamışlardır. Ne zaman bunların bir kısmı sevkiyata tabi tutulmuştur, mesela İtalya örneğinden yola çıkacak olursak, İtalya himayesindeki Katolik Ermeniler İtalya, Osmanlıya karşı savaş ilan ettikten sonra sürgüne tabi tutulmuşlardır. Yani Katolik ve Protestan Ermenilerin bir kısmının sevkiyata tabi tutulmasının gerekçesi budur. ABD himayesindeki Ermenilere 1917 yılının temmuz ayına asla dokunulmamıştır. Dolayısıyla o zaman da sevkiyat yoktu, tehcir durmuştu. Tehcir haziran 1915'te başlamış, 1916 şubat ayında bitmiştir. Dokuz ay kadar sürmüştür. fiiliyatta yedi ay sürmüştür. Aralık ayında ve ocak ayında tehcir yapıldığını görmüyoruz ama resmi kayıtlar artık 1916 şubat ayında bu kararın sonlandırıldığını ortaya koyuyor. Peki ne kadar ermeni göç etti? Bu çok sık soruluyor, dediğim gibi 300-350.000 kişi Kafkasya'ya firar ettiler. 500-700.000 Ermeni güneye sevk edilmiş, 300-350.000 Ermeni yerlerinde kalmış Anadolu’da dolayısıyla bütün bu rakamları topladığımızda yaklaşık olarak bir buçuk milyon Ermeniye ulaşıyoruz. Bu aslında Osmanlı resmi sayımlarının da üstünde bir rakam çünkü Osmanlı’nın resmi rakamlarında Osmanlı topraklarında yaşayan Ermeni nüfusu bir milyon üç yüz bin i geçmiyor ama nüfus sayımlarının çok da güvenli olmayacağından yola çıkarak Justin Mccarthy başta olmak üzere bazı demografi çalışmaları yapan tarihçiler Osmanlı'da ki Ermeni nüfusunu bir milyon altı yüz bin e kadar çıkarıyorlar. Bu rakamın üstüne çıkaranlar da var. Johannes Lepsius gibi veya Ermeni tarihçiler gibi iki milyon iki yüz, iki buçuk milyona kadar iddialar yükseliyor. Ama bunların tamamen atmasyon olduğunu da ifade edelim. Çünkü hiçbir istatistiki belgeye, bilgiye dayanmıyor. Tamamen uydurma rakamlar. Hatta bu iki milyon iki yüz, iki buçuk milyon gibi uydurmaların önemli bir kısmı aslında Paris Barış Görüşmeleri sırasında 1919’da ortaya atıldı. Çünkü bu tarihlerde ne kadar Ermeni tehcir edildi sorusu gündeme geldi, ne kadar Ermeni öldü iddiası gündeme geldi. Çünkü Ermeniler tehcir esnasında bir milyon, bir buçuk milyon Ermeni’nin öldüğünü iddia ettiler. o zaman bu kadar Ermeni öldürüldü ise geride Ermeni kalmamıştır. Doğu Anadolu Bölgesi'nde nasıl Ermenistan kuracağız? diye Paris'te Ermenilere sordular. Onlar da ölmeyen Ermenileri ortaya koymaya başladılar. Bu da bizim için çok önemli bir veri teşkil etti daha sonra ne kadar Ermeni kayıp olduğunu hesaplamak konusunda bu sayede biz gerçekten Osmanlı Devleti'nin resmi kayıtlarına yansımayan ne kadar Ermeninin hayatta kaldığını öğrenmiş olduk. yani mesela Kafkasya'ya giden 350.000 Ermeniyi bu sayede öğrendik veya Lübnan’a, Beyrut’a, Suriye’nin güneyine giden Ermeniler, Yunan adalarına giden Ermeniler, Mısır’a Musa Dağı'ndan götürülen Ermeniler, Bulgaristan’a giden Ermenilerin hepsi bu şekilde ortaya çıktılar ve böylece o kadar büyük bir sayı ortaya çıktı ki mesela bir patrikhane belgesinde 817.000 osmanlı Ermenisinin 1919-1922 yılları arasında yapılan bir çalışmaya göre mülteci durumuna düştüğü ve sağ olduğu belirtildi. yani 817.000 Ermeni sağ diyorlar. O zaman peki bu kadar Osmanlı Ermenisi tehcirde sağ kaldıysa en az 100.000 de Osmanlı Ermenisinin Müslüman olarak tehcirden muaf tutulduğunu görüyoruz. Çünkü Ermenilerin Müslüman olarak tehcir edilmesi mümkün değildi. Her ne kadar bazı yerlerde samimiyetsizlikten dolayı bu başvurular kabul edilmese de genellikle Müslüman olduklarını iddia eden Ermenilerin sevkiyatı yapılmamaya çalışıldı veya en azından mesela Suriye ve Irak değil de daha iç bölgelere yapılmaya çalışıldı. Merzifon’da Müslüman olan Ermeniler Fatsa ve Ünye taraflarına sevk edildiler. Elazığ’da Müslüman olduğunu iddia eden Ermenilerin önemli bir kısmı yerlerinde bırakılıp, bir kısmı Sivas’a getirildi. Tokat'takiler Ankara’ya getirildi, bu şekilde istisnalar var. Her ne kadar Müslüman olduk diyorlarsa da bunların ellerinden dillerinden emin olamayız diye devlet bunları Osmanlı cephelerine uzak yerlere gönderme yolunu seçti. Bunlar da 100.000 diyoruz, 817.000 rakamının üzerine 100.000 rakamını da eklerseniz 917.000 eder. Üzerine de 300-350.000 kadar sevkiyat edilmemiş Ermenileri eklerseniz 1919 itibariyle sağ kalan Ermeni sayısı bir milyon iki yüz bini geçiyor sağ kalan Ermeni sayısı 1919 itibariyle, demek ki bir buçuk Ermeniden bahsediyorsak ölen Ermeni sayısı da 300.000 civarındadır. Şimdi bu vermiş olduğumuz rakamlardan sonra Ermenilerin nüfusu artırarak bu ölü sayısını arttırmalarının arkasındaki mantığı da görüyoruz, çünkü başka türlü dünya kamuoyunu ne kadar çok yani en azından bir milyon Ermeni'nin öldüğü konusunda ikna etmeleri mümkün olamıyor. Bu bir milyon rakamıyla da ilgili ilginç birşey söyleyeyim bu bir milyon Ermeni öldürüldüğü iddiası Harput ABD Konsolosu Davis tarafından ortaya atıldı. Morgenthau’ya gönderdiği temmuz 1915 tarihli bir raporunda kendi bölgesindeki sevkiyatları anlatırken bir milyon Ermeni ölmüş olabilir diyor. Halbuki biraz önce de ifade ettiğim gibi Harput'ta sevkiyat 1 temmuzda başlamıştır. O bölgede zaten bir milyon Ermeni'nin yaşamadığını biliyoruz. O zaman bu sayının tamamen bir atmasyon, ABD'de Ermeniler lehine kamuoyu oluşturmanın bir aracı olarak ortaya atıldığını söyleyebiliriz. Temmuzun daha başında bir milyon Ermeninin öldürülmüş olması mümkün değildir. Diğer taraftan bu öldürülme iddiaları da birçok yerlerde çürütülmüştür. Tabii ki her yerde çürütmek mümkün değil. Çünkü yaklaşık 80 Ermeni misyoner Anadolu’nun çeşitli yerlerinde Ermenilerin sevkiyatları ile ilgili raporlar göndermişlerdir. Bu 80 Ermeniye yaklaşık olarak 2500’e yakın Ermeni çalışan da iştirak etmiştir. Trabzon’dan örnek vereyim sevk edilen Ermenilerin Zigana Geçidi'ne varmadan tamamen imha edildiği, Değirmendere'nin üstünde cesetlerin yüzdüğü şeklinde bir iddia ortaya atılıyor. ABD Konsolosu Oscar Hyzaar, İtalya konsolosu ile birlikte bölgeye gelip incelemelerde bulunuyor. Maçka'ya kadar gidiyor ve Değirmendere üzerinde sadece 5 ceset görüyor, başka da hiçbir şey göremiyor. O insanların öldürüldüğüne dair bir bilgi edinemiyor. Bu ölümlerin de neden gerçekleştiği konusunda herhangi bir ayrıntıya giremiyor. Mesela Trabzon Ermenilerinin bir kısmının kayıklara doldurulup kayıkların Karadeniz’e açıldığı ve orada patlatıldığına dair çok saçma iddialar ortaya atılıyor. Osmanlı’nın, o zamanki nakil vasıtalarına çok büyük ihtiyacı vardı. Milletin elindeki öküz arabalarına kadar el koyan devlet, kayıkları Ermenileri öldürmek için denizde neden patlatsın? Bunlar tamamen ABD'de sansasyonel gazete başlıkları oluşsun diye uydurulmuş haberlerdir. Tehcir hadisesinin nasıl yalan rüzgarına tabi tutulduğu ayrı bir merak konusudur. Bu rüzgarın arkasında biz üç unsur görüyoruz. Birinci unsur, misyonerler. Yabancı ülkelerin Anadolu'nun çeşitli yerlerinde açtıkları okullarda görev yapan misyonerler. ikincisi, ABD diplomatları, konsolosları veya konsolos yardımcıları. Üçüncüsü de, savaş sonrası özellikle de Paris Barış Görüşmeleri esnasında gündeme getirilen belgeler. Bunların üzerinde tek tek durmak gerekir. Şöyle özetlemek gerekir; misyoner raporlarının çoğu güvenli değildir. Bunların önemli bir kısmının ‘’Mavi Kitap’’ yani İngilizlerin propaganda dairesi tarafından toplanan kitapta yayınlandığını görüyoruz. Bunların kaynakları başlangıçta gizliydi daha sonra 2000’li yıllarda deşifre oldu. Bunların tekrar yapılan edisyonlarında bu isimler yayınlandı. Bunların, Anadolu'nun muhtelif yerlerinde görev yapan misyonerler veya doktorlar olduğu anlaşıldı. Şöyle bir durum var, bu raporların özellikle Morgenthau vasıtasıyla İngiltere'ye ve buradan da ABD’ye gönderilen raporların önemli bir kısmı doğrudan gönderilemiyordu. Bunların bir kısmı Bükreş'te bir kısmı da Sofya'da üstlenmiş olan ermeni Taşnak Örgütü bürolarının aracılığıyla gönderiliyordu. Zaten Morgenthau dediğimiz kişi ne Fransızca biliyor, ne Türkçe biliyor, tek bildiği dil İngilizce o yüzden kendisi Anadolu'dan doğrudan bilgi toplayamıyor. Bilgi kaynakları Ermeniler, özellikle de iki adet katibi var bu kişinin, ikisi de Ermeni, bu katipler ne yazarlarsa, İngilizce'ye çevirirlerse onu rapor ediyor. Dolayısıyla Morgenthau’nun yazmış olduğu resmi belgelerin büyük bir kısmı aslında Ermeni katiplerin yazmış oldukları raporlar. Bunların kaynakları da aslında çoğu yerde güvenli değil. Diğeri misyoner kaynakları, herkes misyoner kaynaklarına çok güvenilir diye bakıyor ama ben kesinlikle böyle düşünmüyorum, çünkü 1919’da misyonerlerin başı olan James Barton, ABD'deki bütün misyonerlere bir çağrı yapıyor, diyor ki I. Dünya Savaşı sırasında Osmanlı topraklarında görev yapmış bütün misyonerler noterlere giderek gördüklerini anlatsınlar ve Ermenilerin lehine ifadeler versinler şeklinde talimat gönderiyor. Bunun nedeni 1919 Paris Barış Görüşmeleri'nden Sevr’e uzanan yolda bir Ermenistan Devleti kurma projesi vardı. Bu projenin gerçekleşmesi için hem kamuoyu oluşturulması gerekiyor, hem de maddi gerekçeler ortaya konulması gerekiyordu. Bu yüzden bu misyonerlerin dökümantasyon sağlamasının faydalı olacağı düşünüldü. Bu yüzden bu misyonerler ABD noterlerine giderek gördükleri, bildiklerini anlatan birçok rapor yazdılar. Öbür taraftan Ermeni dernekleri bir başka kanal daha açtılar. Bu da Osmanlı İmparatorluğu'nda görev yapan ABD Büyükelçisi Morgenthau, Almanya’nın papazı Yohannes Lepsius başta olmak üzere bazı kişilere 1915-1917 arasında yaşanan olaylar ile ilgili kitap yazdırdılar. ‘’Morgenthau’nun Hikayesi’’ isimli kitap bu şekilde ortaya çıktı. yine aynı şekilde Lepsius’un yazmış olduğu ‘’Deutschland und Armenien’’ adlı kitap da bu şekilde doğdu. Özellikle Morgenthau’nun kitabının ortaya çıkması, bu şahsın inisiyatifi dışında bir gazeteci Ermeni katip tarafından kaleme alınmıştır. İfadelerin doğru olmadığını nereden anlıyoruz? ABD bir siyaset değişikliği yapıyor 1923’te Lozan esnasında görüşmeler sürerken, orada bir de ABD temsilci heyeti, gözlemci olarak bulunuyorlar. Ticaret ve dostluk antlaşması imzalamak üzere harekete geçiyorlar ve bu antlaşmanın imzalanmasını özellikle ABD misyonerleri çok istiyorlar. Aynı misyoner kuruluşu 1923'te yine ikinci bir çağrı yapıyor, bütün ABD misyonerlerine, 1915-1918 arasında Anadolu’da görev yapan misyonerlerin Türkiye ile ilişkilerini düzeltmek için tekrar ifadeye gitmeleri isteniyor. Bu sefer ifadeler değişiyor, yani 1919’da başka ifade veriyorlar. 1923-1927 arasında Türkiye ile ABD ilişkilerini düzeltme amacıyla ayrı bir politika izliyorlar. Bunların vermiş oldukları bilgilere bu açıdan güvenemeyiz. Şimdi biz bunların sağlamasını yapmak zorundayız, yani metodolojik olarak bu belgelerin orijinal olanları ile elimizde gerçekten misyonerler tarafından yazılmış nüshaları varsa, onları karşılaştırmamız gerekiyor. Ancak bunların çoğu ortada yok. Bunların rapor haline getirilmiş suretleri var. Ama çok az Ermeni hatıratını yayınladı, bunların orijinal evraklarını fotokopi olarak eserlerine koydular, böyle bir şey yok.
FACEBOOK YORUMLAR