Otobiyografi Olarak Roman: Bir Travmanın Kahramanı: Cengiz Dağcım - Yazar: Prof. Dr. Alev Sınar UĞURLU

Otobiyografi Olarak Roman: Bir Travmanın Kahramanı: Cengiz Dağcım - Yazar: Prof. Dr. Alev Sınar UĞURLU
22 Eylül 2019 - 17:56 - Güncelleme: 09 Mart 2021 - 17:25

Otobiyografi Olarak Roman: Bir Travmanın Kahramanı: Cengiz Dağcım

Prof. Dr. Alev Sınar UĞURLU *

En genel anlamıyla kişinin kendi hayatını roman şeklinde yazması olarak bilinen otobiyografik roman “olaylarını, kişilerini ve düşüncelerini, yazarla birebir ve doğrudan ilişkilendirebildiğimiz kurgusal metinlere” (Narlı: 2009, 902) verilen addır. Cengiz Dağcı’nın romanları bu tarz roman için çarpıcı birer örnektirler. Başta Korkunç Yıllar, Yurdunu Kaybeden Adam, Biz Beraber Geçtik Bu Yolu, Onlar Da İnsandı olmak üzere bu romanlardaki olaylar-zaman ve mekânın içinde aslında C. Dağcı’nın yer aldığı bilinmektedir. Bunun ötesinde yazar Hatıralarda Cengiz Dağcı, Yansılar, Regina gibi kitaplar yayımlayarak romanlarındaki aslî erkek kahramanlarla kendisi arasındaki yakınlığı okuyucunun da görmesini sağlamıştır.

C. Dağcı romanlarında II. Dünya Savaşı öncesi, II. Dünya Savaşı yılları ve hemen savaşın bitiminde başta Ukrayna, Kırım olmak üzere Doğu Avrupa’da yaşanılanları, insanların psikolojik durumlarını okuyucuya aktarırken doğrudan doğruya kendisinden yola çıkar. Onun romanlarında yaşanmış olanla kurgu iç içe geçmiş durumdadır. Romanlarında elbette hayatını kesintisiz bir şekilde baştan sona anlatmaz. Biz Beraber Geçtik Bu Yolu romanında yer alan bir ifadeyle “anılar depremi” içinden seçmeler yapar. Hayatının korkunç ve yurdunu kaybettiği yıllarında yoğunlaşır. “Anılar depremi” nden seçmeler yaparken C. Dağcı anlatıya dayalı bir sanat eseri oluşturduğunun, kurgu ile gerçeği birleştirerek anılarını yeniden inşa ettiğinin farkındadır. İnci Enginün onun romanlarını “yaşantılarla beslenen sanat eseri” (Enginün: 2001, 335) olarak nitelendirir. C. Dağcı yazdığı sanat eserinin malzemesini yaşadıklarından seçerken amacı itiraf ederek rahatlamak değil, onda duygusal travmaya yol açan anları-olayları- şahısları yazarak kendisine terapi yapmaktır1. Bu yolla bir taraftan “geçmiş zamanı ağır bir yük gibi omuzları”nda (Dağcı: 1998, 63) taşımaktan kurtulur bir taraftan da başta Türkiye ve Türk dünyası olmak üzere geniş bir okuyucu kitlesine Kırım’ın uğradığı faciayı duyurarak Kırım’ın sesi olur.

Bu çalışmada Korkunç Yıllar ve Yurdunu Kaybeden Adam adlı romanların aslî kahramanı Sadık’ın yaşadıklarının onun duygu dünyasında açtığı derin yaralar ve savaş sonrasında da onda travmanın devam ettiği gösterilmeye çalışılacak ve yazar ile kahramanının duygu dünyasındaki ortaklıklara dikkat çekilecektir.

İnsanın fizyolojik (yeme, içme, barınma v.s.), sosyokültürel (topluluk içinde yaşama, paylaşma, yardım etme v.s.) ve psikolojik (güvende olma, sevgi-şefkat ve saygı görme v.s.) olmak üzere üç temel ihtiyacı vardır. Savaş sırasında, özellikle cephede ya da düşmanın eline geçme durumunda bu ihtiyaçlar ya kısıtlı karşılanır ya da hiç karşılanmaz. Şartlar beden ve ruh sağlığı için tehdit oluşturmaktadır. Savaşan kişi, düşman için hedef olduğunu bilir. İlerleyen zaman içinde korkusu artar. Ölüm ile karşı karşıyadır. Ailesinden, dostlarından, çevresinden kopmuştur. Uykusuzdur. Karnı tam olarak doymaz. Kesilmek bilmeyen top, tüfek, tank sesleri sinirlerini yıpratır. Sadece düşmanla değil iklim şartları ile de savaşmak zorunda kalabilir. Dayanma gücü kırıldıkça hayata ve geleceğe duyduğu güven sarsılır. Bütün bunlar bireyde duygusal travma yaratabilecek durumlardır. Konunun uzmanları duygusal travmayı kişinin “güçsüzlüğü ile yüz yüze gelmesi“ olarak tanımlamakta ve travma anında kişinin karşı koyamadığı bir güç tarafından çaresiz bırakıldığını, dehşeti, korkuyu yaşadığını ve olağan bütün baş etme sistemlerinin felce uğradığını ifade etmektedirler (Türksoy: 2004, 9). Savaş sırasında duygusal travma yaşayan birey için karşı karşıya kaldığı olumsuzluklarla başa çıkmada en büyük destek niçin savaştığını bilmesidir. Candan aziz kabul ettiği bir değer uğruna, yurdu-milleti- inancı uğruna savaşıyorsa, bu değerler en büyük psikolojik destektir. Esirlik söz konusu olduğunda bu psikolojik destek de kaybolur.

Esir asker -hele II. Dünya Savaşı gibi insan haklarının tamamen ihlâl edildiği bir savaşta esir düşmüşse- çaresizliği, güçsüzlüğü ile baş başadır ve ona korku-dehşet duygularını yaşatan güce karşı koymasının neticesinin ölüm olduğunun farkındadır.

C. Dağcı’nın temsilî kahramanı Sadık Turan yukarıda genel hatlarıyla özetlenen tablonun içinde yer almışsa da, Rus üniforması ile savaşırken dayandığı, inandığı bir değer yoktur. Rus vatandaşı olduğu için bu üniformayı giyip Kırım Türkü’ne zulmeden, Kırım Türkü’nün diline-dinine-ata topraklarında hür ve müstakil yaşamasına müdahale eden Rusların tarafında savaşmak zorunda kalmıştır. Bu durum onun duygularını zedeler. Esir kampında yaşadığı duygusal travmanın şiddeti ise çok daha fazladır. Almanlar onu esir kampından çıkarıp Alman üniforması giydirirler. Sırtında üç yıl boyunca taşıdığı Alman üniformasıyla Sadık Türkistan’ın bağımsızlığı uğruna bu safta yer aldığını düşünmüş, bu düşünce ile mahrum olduğu psikolojik desteği kendi kendisine telkin etmiş ancak bir süre sonra bağımsız Türkistan düşüncesinin bir hayal olduğunu ve Almanlar tarafından aldatıldıklarını fark etmiştir.

I- Rus Üniforması İle Savaşan Sadık’ın Duygu Dünyasındaki Sarsıntılar

Sadık Turan’ın duygu dünyasındaki sarsıntılar her ne kadar II. Dünya Savaşı öncesinde Sovyet hükümetinin Kırım Türklerine uyguladığı soykırıma yönelik zulümlerle başlamışsa da savaş sırasında yaşadıkları elbette onu daha fazla etkilemiştir.

Sadık 1940 yılının Ağustos ayında 57. tümenin 94. taburu 2. bölük kumandanlığına tayin edilir. Savaşta Rus askerlerinin iç dünyalarındaki vahşiliğe, silahı elinden alınmış, esir düşmüş düşman askerlerini katlettiklerine, Türk asıllı askerleri piyon olarak kullandıklarına yakından tanık olur. Rus komutanlar Sadık’ı da arkadaşlarını da vakit kazanmak, Almanları oyalamak amacıyla göz göre ölüme yollarlar. 27 tankçıdan 7sinin sağ kaldığı bu çatışma Sadık’ın ölümle ilk kez burun buruna gelişidir. Ruslar için Türk asıllı askerlerin hiçbir önemi yoktur. Onlar, düşmanı oyalamak için feda edilecek piyonlardır. Bu gerçeği fark etmenin yanı sıra çocukluk arkadaşı Süleyman’ın kendisine başkaldıran Rus askerleri tarafından öldürüldüğünü öğrenmek Sadık için ayrı bir darbe olur. Rus ordusunda savaşan bir asker olarak emirleri yerine getirmek zorunda olsa da içinden Almanların en kısa zamanda Moskova’ya girmelerini diler. Alman tarafına geçen Rus komutanları duydukça, üstlerine duyduğu saygıyı kaybeder, bu tabloyu 1917’den beri Rusya içindeki Türkleri titreten Bolşevik hakimiyetinin çöküşü olarak yorumlar. Rusların yenilmesi onun için Kırım’ın Rus baskısından kurtulması anlamını taşımaktadır.

Bu savaş, Rus üniforması giymiş Sadık için vatanını savunma anlamı taşımaz. Ondan “Sovyet insanı şuuruyla” (Dağcı: 1998, 96) savaşması istenmiştir. Oysa o Kırım Türküdür. Sırtındaki üniforma mensup olduğu millete zulüm yapanlara aittir, yani düşmanındır. Dolayısıyla Rus üniforması ile savaşırken kızgındır, Ruslara karşı nefret hissetmese de öfkelidir, birlik ruhu taşımaz, emirleri zorunlu olduğu için yerine getirir, Ruslarla ortak bir değere ve amaca sahip olmadıklarını bilir. C. Dağcı da Sadık gibi 1940 yılında askere çağrılmış, Almanların Rusya’nın batı ve güney batı sınırlarını geçmeleri üzerine kendini cephede bulmuş, piyon olarak kullanılmış, “yaşama cesaretini, ölümden kaçıp korunma gücünü” (Dağcı: 1998, 98) o da kahramanı gibi sadece kendinde bulmuştur.

II- Kirovograd Ve Uman Kamplarında Tutulan Sadık’ın Duygu Dünyasındaki Sarsıntılar

Esir düşünce kendisi için savaşın bittiğini zanneden Sadık duygusal travmayı en yoğun olarak esirlik döneminde yaşar. 1941 yaz sonunda Sadık’ı Aleksandrovka köprüsünü savunurken Bug nehri kıyısında gözleri kanlı, kaşları çatık bir Alman esir alır. Kirovograd esir kampında bir ahırda bulur kendini. Sonra aynı Alman askeri ahırdan çıkardığı Sadık’a odun kestirir, temizlik yaptırır. Bu hizmeti karşılığında sırf Türk olduğu için teneke kutunun içinde çorba içmesine izin verir. Esirliği boyunca karşı tarafla pek az çatışma içine giren Sadık ilk çatışmasını bu Alman ile yaşar. Türklüğünü ucuza satmış gibi hisseder ve çorbayı içmez. Neticede şiddetli dayak yer ve başka esirlerin de bulunduğu bir ahıra atılır. Bu itirazının arkasında Sadık’ın savaşırken ya da esirliği boyunca en zor durumlara dayanmasını sağlayan milli gururu yatmaktadır. Gördüğü muamele kemiklerinden çok kalbini sızlatır. Sadık en katlanılmaz anlarda annesinin ve memleketi Kırım’ın hayali ile güç bulur. Şiddet ve açlıkla karşılaştığı o günün gecesinde annesinin hayalini görür. Onun esir kampında her türlü mahrumiyet ve şiddete rağmen fiziksel ve ruhsal sağlamlığını koruyabilmesinde en büyük destek vatan hayalidir. Savaşın bitmesiyle Kırım’ın özgürlüğe kavuşacağını hayal eder. Almanların ilerlediğini duydukça Kırım’ın hür ve müstakil olacağı günlerin yaklaştığını düşünür: “Ben, dalmış hâlâ demin “Yeniler”in getirdikleri haberleri düşünüyorum. Ruslar geri çekiliyorlar. Bir iki hafta içinde Moskova düşer... Harp biter... Harp biter ve milletim yeniden doğar. Yarabbim! Gördüklerim hakikat mi? Bin bir türlü zulüm, meşakkat, zilletin altından kalkıp yükselen milletimi, devletimi görüyorum! Hür ve serbest memleketimde, ağlayan değil gülen analarımızı, yavrularımızı, mesut babalarımızı görüyorum. Güneş ışığında nazik minarelerimizi, güneşli mekteplerimizi, yemyeşil köylerimizi görüyorum. Bütün bunların yanında benim gözyaşlarım nedir? Varsın kafamı kurşunlar delsin, fena insanlar kanımı akıtsınlar. Benim ıstırabım milletimin bu istikbali yanında nedir?

Göğsüm kabarıyordu. Meydanda beş yüz esirin arasında tek başına bir memleket gibiydim.” (Dağcı: 1956, 96)

Sadık esir kampında diğer esirlerle birlikte günlerce ekmek ya da çorba namına verilecek yeşil suyu bekler, ama karnını doyurmak yerine Almanların sinirleri daha da bozmak için çaldıkları müziği dinlemek zorunda kalır. Bu psikolojik zulümden sonra aynı kaderi yaşayanların kenetlenmelerini engelleyip birbirlerini düşman görmelerini sağlamak için günlerce aç bırakılan esirlere ekmekler gelişigüzel atılır. Sadık esirlerin 50 gr ekmek için birbirlerini çiğnemelerine, can çekişen esirlerin başına kıyafet alabilmek için üşüşmelerine tanık olur. Esir kampında yaşadığı bir başka dehşet Almanlardan güç alan Polonyalı esirlerin saldırısına uğramasıdır. Çizmesini onlardan korumayı başarsa da silahlı Alman askerine karşı koyamaz. Kendisi için yeni bir hayat başladığını, esirliğin kayıtsız şartsız teslimiyet ve karşı tarafın boyunduruğu altında yaşamak anlamını taşıdığını, hayatının onların iradelerine bağlı olduğunu çizmeyi Alman çavuşa vermek zorunda kaldığı gün idrak eder. O gün kimseyle konuşmaz, içi sızlar. Herkesi düşman görür. Herkesten nefret eder. Esir kampında cephedekinden farklı, silahsız, tanksız, topsuz, tüfeksiz bir savaşın içine düştüğünü anlar. Açlık, ölü mü diri mi olduğu belli olmayan vücutlarla aynı ortamı paylaşmak, soğuk, vücudundan avuç avuç atsa da bir türlü kurtulamadığı bitler, değil barakalarda dışarıda bile yatacak yer bulamamak kendisini aciz, zayıf, güvensiz, çaresiz, aşağılanmış, hiçbir işe yaramaz hissetmesine ve korku duygusunun tüm benliğini sarmasına yol açar. Bütün bu olumsuzlukların içinde esir kampında Kırımlı hemşerilerine rastlaması onun ruh dengesini yeniden kazanmasına vesile olur.

Almanların esirlere yaptıkları en büyük zulüm 18.000 esiri Kirovograd’dan Uman’a naklederken olur. Yola çıkarken her beş esirin bir ekmeği paylaşmaları istenir. Ama Almanlar payına düşen ekmeği yolda yiyen, diz üstü çöküp dinlenmek isteyen, geride kalan, bostanlara dalanların üzerine yaylım ateşi açarlar. Esirleri günlerce yağmur altında, ayazda yürütürler. Bu yolculuk sırasında Sadık’ın hemşerileri ölürler. 18.000 esirden ancak 8.000’inin sağ kalabildiği ve sağlam esirleri telef etmek amacıyla yapılan bu sevkiyatta Sadık’ın hayatta kalmasını sağlayan, ona psikolojik destek veren tek şey geçtiği “kanlı ve iniltili yol”un onu yurduna götürdüğünü hayal etmesidir: “Mesela ilerlediğimiz yolun sağ tarafında, ta uzaklarda bir tepe görünüyor; o tepeyi aşınca, Salgır’ın kıyılarına, yeşil bahçelerimize gireceğiz gibime geliyor… Derken, aynı dakikada soldaki tepe gözlerimden kayboluyor. Şimdi karşımda uzun uzun sarı toprak yığınları var. Salgır o toprak yığınlarının gerisinde. O toprak yığınlarını aşabilsem, Salgır’ın sularından içeceğim... (…) Biraz daha dayanırsam... Göğün renksiz eteklerinin bağlandığı ufuklardan her dakika önüme Ayıdağ çıkacak sanıyorum. Ayıdağ’ın gerisinde de Karadeniz’in şirin kıyıları... Dermenköy, Kızıltaş... Gurzuf, Soğuksu...” (Dağcı: 1956, 124)

Sadık henüz 23 yaşındadır ama sevkiyat sonunda o kadar perişan görünmektedir ki onu zayıflar grubuna ayırırlar. Uman’daki şartlar Kirovograd’dan ağırdır. Kış mevsimi ise Almanlar gibi zalimdir. Kampta delik deşik damlı 5 numaralı barakada yer bulursa da dışarıdan hiçbir farkı olmadığı için buradan kaçmaya çalışır ama yakalanır, çok şiddetli dayak yer, rutubetli bir zindana atılır. Bu soğuk zindanda günlerce aç susuz kalır. Zindandan Kırımlı bir Ermeni doktor sayesinde kurtulur, onun yardımıyla 2 numaralı barakaya geçince Sadık için esirliğin rahat günleri başlar. Bir süre aşçılık yaptıktan sonra başçavuş Şults’un ardından da yüzbaşı Buh’un hizmet eri olur. Kamp kumandanlığı bürosunda kamptan çıkarılacak esirlere tezkere yazma ve karşılığında Ukraynalı köylülerin verdikleri kolileri Almanya’ya gönderme göreviyle istihdam edilir. Bu dönemde geçirdiği ilk büyük korku Müslümanların sünnet dolayısıyla Yahudi sanılarak öldürülmeleri, ikinci büyük korku ise kendisine yalvaran hasta Azerbaycanlıya acıyarak ona sahte tezkere düzenlemesi ve Azerbaycanlının kaçarken yakalanmasıdır. Azerbaycanlı onu ele vermez ve öldürülür.

Yüzbaşı Buh’un cepheye sevk edilmesi üzerine 31 Mayıs 1942 sabahı Uman kampından Sadık’ı çıkarırlar, Alman tarafına geçen Rusların bulunduğu bir casus mektebine götürerek Ruslar aleyhinde çalışmasını teklif ederler. Burada görüştüğü Alman komutana Bolşeviklerden nefret ettiğini ama yine de casusluk yapmayacağını söylemesi Sadık’ın bir yıl süren esirlik hayatı boyunca gösterdiği en büyük direniştir.

C. Dağcı da Ağustos 1941’de Bug nehri kıyısında esir düşmüş, Kirovograd kampına götürülmüş, burada iki ay tutulduktan sonra ciğerlere işleyen bir soğukta, yağmur ve kar altında, aç, yarı çıplak bir halde Alman askerlerinin her fırsatta kullandıkları silahları eşliğinde Uman kampına nakledilmiştir. Bir roman kahramanı olarak değil Kirovograd Uman arasındaki yolu bizzat aşmayı başaran gerçek bir kahraman olarak Cengiz Dağcı o felâket sırasında hissettiklerini hatıratında şu satırlarla ifade eder: “Tanrı’nın yaratmış olduğu insanoğlunun ne denli alçalabileceğini, kendisi gibi başka bir insanın gözyaşından, can çekişişinden ve ölümünden, ne denli zevk alıp hoşlanabileceğini körpe yaşımdayken geçtiğimiz o yolda anladım.” (Dağcı: 1998,109)

Yine C. Dağcı, hatıratında Sadık’ın Uman’da yaşadığı “fiziksel ve psikolojik işkence”ye (Dağcı: 1998,109) kendisinin de maruz kaldığını belirtmektedir. İki gün iki gece boyunca içi su dolu çukurda kaldıktan sonra damları delik deşik bir barakaya yerleştirilmiş, çorba namına verilen suyu tenekede içmiş, ölü mü diri mi olduğu belli olmayan esirlerle bir arada kar, ayaz içinde yatmış, sünnetli olduğu için Yahudilerle karıştırılma korkusu duymuş, bitler içinde aç, çıplak bir halde kendisini “henüz ölmemiş ölü” (Dağcı: 1998,112) olarak hissetmiştir. Sadık’ın aşçılığı, Alman çavuşa hizmet erliği, kamp kumandanlığı bürosundaki memurluğu, kamptan çıkarılışı da C. Dağcı’nın yaşadıkları ile paralellik taşımaktadır. Savaş yıllarının travmalarına yazar da kahramanı gibi annesini, Kırım’ı, vatanını düşünerek dayanmıştır.

III- Türkistan Lejyonunda Alman Üniforması İle Savaşan Sadık’ın Duygu Dünyasındaki Sarsıntılar

Sadık, Almanlar için casusluk yapmayı reddetse de Almanya’ya başka bir yolla hizmet etmek zorunda kalır. Onu Türkistan lejyonuna gönderirler. Sadık ve esir kamplarından çıkarılan Türk asıllı esirler, camilerini “Allah’a söven Rus gâvurundan” kurtarmak, bağımsız Türkistan’ı savaşarak kurmak amacıyla kollarında üç beyaz Semerkand Camii, çevresinde de “Allah bizimledir” cümlesi işlenmiş Alman üniformaları giyerler. Hepsi canını Türkistan uğrunda feda etmeye hazırdır. Sadık burada birlik ruhuna kavuşur. Savaşmak gözünde anlam kazanır. Kırım’ın ve Türkistan’ın bağımsızlığı gibi kutsal bir değer uğruna mücadele ettiğine inanmak onun ve onunla aynı hayali paylaşanlar için en büyük psikolojik destek olur.

Sadık “acımasız” Alman subaylarının emrinde 3 aylık ağır subaylık kursu gördükten sonra bölük kumandanı olarak görevlendirilir. Türk asıllılar sözde idareci konumundadır ama hepsini Almanlar yönetir. Alman subaylar hem psikolojik hem de fizyolojik olarak onları Ruslarla savaşmak üzere hazırlar, Türkistan’ın ileride Asya’nın en büyük devleti olacağına inandırırlar. Tüm Türkleri toplayan bağımsız bir devletten bahseden Almanların kendilerini kandırıp kullandıklarını henüz fark etmeleri mümkün değildir. Bu nedenle Almanlar ve Türkler arasında Türkistan Lejyonunun ilk döneminde hiçbir çatışma yaşanmaz. Ancak Sadık ve arkadaşlarının esir kamplarında kendilerine insanlık dışı muamele eden, çaresiz, zayıf, savunmasız insanları katleden Almanlara karşı hissettikleri öfkeyi kontrol altında tuttukları anlaşılmaktadır.

Türkistan Lejyonu cepheye sevk edilmeden Sadık’ın Alman işgali altındaki Kırım’a iki hafta için gitmesine izin verilir. Sadık sırtındaki Alman üniformasıyla bütün dünyanın ıstırabını Kırım’a taşıdığını vehmederek yola çıkar. Kırım yolculuğu sırasında gece konakladığı bir yerde iki Ukraynalı kadının üniformasını işaret ederek Alman üniforması içindeki erkeğin zalimleştiğini söylemesi Sadık’a bir süre önce Marya adlı bir Polonyalı kadının bu üniforma dolayısıyla kendisine sarf ettiği nefret dolu sözleri hatırlatır ve kimlik buhranı yaşatır. Daha önce bu üniformayı bağımsız Türkistan için giydiğini düşünüp, rahatsızlık duymazken Kırım yolunda ilk kez kendi kendisine “Bu üniformayla ben kimim?” (Dağcı: 1989, 97) sorusunu sormaya başlar. Bu sorgulama Türkistan Lejyonu içinde geçirdiği ilk sarsıntıdır. Ama kendisine Türk ve Tatar olduğunu telkin ederek, Rus zulmü altında inleyen milletinin çektiklerini düşünerek tekrar güç kazanır.

Her köşesinde ayrı bir anısı olduğu Akmescit sokakları mezar sessizliği içindedir. Annesinin bakışlarıyla karşılaşınca Sadık çektiği bütün acılarını unutur. Ancak kardeşi Bekir’in Rus ordusuna katılıp Almanya’ya karşı savaştığını öğrenmek Sadık’ı alt üst eder. Üstelik babası Almanların kan ve ölümden başka bir şey getirmediklerini, Kırımlıları kurban ettiklerini söyleyerek Bekir’i haklı bulduğunu hissettirir. Bekir hem Kırım’ın Alman işgalinden kurtulmasını sağlamak hem de Almanların öldürdüğünü sandığı ağabeyinin intikamını almak için Rus üniformasını giymiştir. Baba, iki oğlundan daha zor durumdadır. Bir oğlu göğsünde gamalı haçla karşısında diğer oğlu kalpağında kızıl yıldızla dağlarda olan bu babaya Alman zulmü, Rusların yaptıklarını unutturmuş gibidir. Bir vatandaş olarak toprağını işgal eden ve yaptıkları eziyetler henüz çok yeni olan Almanlara karşı savaşan Ruslardan yana olsa da bir baba olarak tercih yapması mümkün değildir. Aslında Bekir’in mi yoksa Sadık’ın mı haklı ya da hain tarafta olduğundan da emin değildir. İki kardeşin tuttuğu yolun da Kırım’a faydası yoktur. Savaşı Rusların ya da Almanların kazanması Kırım için ayrı ayrı felâketlerdir. Sadık’ın duygu dünyası Kırım’da karşılaştığı bu tablo ile bir kez daha alt üst olur. Bu sefer darbeyi en zor anlarında hayalini kurarak hayata direndiği vatan toprağında yer. Kırım’a bu son gidişinde Sadık’ın aldığı en büyük darbe Bekir ile kısa görüşmeleri sırasında sırtlarındaki üniformaların kardeşler arasındaki sevgi ve güven bağını yok ettiğini görmesidir. Bekir’in Sadık’ı hain olarak nitelendirmesi Sadık’a kardeşiyle birlikte hem ailesini hem de vatanını kaybettiğini düşündürür ve Kırım’dan hemen ayrılır. Yine taşıdığı üniformaya sarılır, onun vasıtasıyla vatanının bağımsızlığını sağlamak hayaline bağlanır. Mademki Almanlar bu savaşı kazanıp dünyayı yöneteceklerdir, o halde bağımsız Türkistan için Alman desteğine ihtiyaçları vardır. Bu şekilde düşünmek Sadık’ı rahatlatır. Cepheye sevk edilince Rusların, milletini esir ettiklerini düşünerek, askerlerine Türkistan ve Kırım’ın kurtuluşu için saldırma emri verir.

Ağustos 1942’de Stalingrad önlerine kadar ilerleyen Alman ordusunun 1943’ün ilk aylarında Sovyet ordusuna yenilmesi Sadık’ın ve arkadaşlarının Almanlara duydukları güveni yok eder, Almanların yenilmez olmadığını anlamalarını sağlar. II. Dünya Savaşı’nın dönüm noktalarından biri olan Stalingrad yenilgisi 1943 yılının şubat ayında kesinleşir ve nasıl lejyondakiler Almanlara duydukları güveni kaybetmişlerse Sadık Almanların da özgüvenlerini yitirdiklerini anlar. Dünya hâkimiyetinin onlar için hayal olduğunu, aldandıklarını, ümitsizliklerini, Alman disiplininin kaybolduğunu fark eder ama o Kırım için hâlâ ümitlidir.

Sadık Turan, 2400 esiri Kubberle’ye götürme emri alır. Yol 200 kilometredir. 2 yıl önce kendisi aç, çıplak, soğukta, ayazda uzun bir yol kat ederek aynı sevkiyat içinde yaşama tutunmaya çalışmıştır. Şimdi sırtında Alman üniforması ile at üstünde benzer vahşeti onun uygulaması istenmektedir. Saftan çıkanı, geride kalanı, dinlenmek, karnını doyurmak isteyeni vurma yetkisi vardır. Sadık değişen hayatı ile birlikte kendisinin de değişip değişmediğini merak eder. 4 gün 4 gecede tamamlanan bu sevkiyat sırasında önce lapa lapa yağan, sonra fırtınaya dönen karın altında Sadık da kendisini o esirlerden biri gibi hissettiğini fark eder. Böyle hissetmesinin sebebi Rus esirlere acıması değil, zulmü insanlığa yakıştırmamasıdır. Almanları kızdıracağını bilse de ne yapıp edip 2400 esiri sağ salim teslim eder. Sevkiyat sırasında Almanlara güvenini kaybedip buhran geçirerek kaçan Muhan’a Almanların reva gördükleri muamele hem Sadık’a hem de diğer Türklere gerçeği fark ettirir. Almanlar sırtına Rus üniforması geçirmiş şekilde yakaladıkları Muhan’ı yargılamaya gerek duymadan öldürürler. Muhan’ın Alman üniformasını çıkarıp Rus üniforması giymesi Türk asıllı askerlerin çaresizliğinin somutlaşmasıdır. Sadık, Muhan’ı yargılamadan ölüm emrinin verilmesine itiraz etmek isterse de Klapp adlı Alman komutanından hiç beklemediği bir tepki görür: “Sen bu Bolşeviği mi korumak istiyorsun? Kim oluyorsun benim emrime karşı gelecek? Kiminle konuştuğunu unutuyor musun? Ne çabuk adam oldunuz! Biz sizi esir kamplarından aldık. Giydirdik, esirlikten kurtardık! Bak şimdi, sizin şu askere!.. Sırtında Kızıl ordu üniforması. (…) Muhakeme olmadanmış!.. Alman üniforması giymekle benden böyle sual sormaya hak mı kazandım sanıyorsun!” (Dağcı: 1989, 197)

Bu sözler Türkistan’ın bağımsızlığı yalanı ile kandırıldıkları gerçeğini Sadık’ın yüzüne vurur. Muhan bu gerçeği fark edip Alman üniformasıyla vatanını kurtarmasının mümkün olmayacağını anladığı için adeta akıl dengesini kaybedip kaçmıştır. Sadık’ın duygu ve düşünce dünyası Alman subayının söylediklerinden sonra bir kere daha sarsılır. Almanlar Muhan’ı kendi birliğine kurşuna dizdirirler. Bu emri vermek hem Sadık hem de Ahmet Akın için çok zordur. Ama esir kampında olmasalar da esirlikleri devam etmektedir. Almanların gücü karşısında onların emirlerine itaat etmeye mecburdurlar. Akın gözyaşları içinde Muhan’ın infaz emrini verirken Muhan ölüme başını dik tutarak ve gülümseyerek gider. Yargılanma hakkı tanınmadan Muhan’ın öldürülmesinin Türk asıllı askerler arasında infiale yol açmasını engellemek için emri veren Klapp, Sadık’ın yanında daha üst rütbeli bir Alman subayı tarafından azarlanır ve başka bir yere gönderilir. Ancak Muhan’ın ölümü bağımsız Türkistan düşüncesini tüm yüreklerde söndürür. Bu ölüm, Türkistan’ın ebediyen kaybedilmesi anlamını taşımaktadır (Kocakaplan: 1992,71).

1943 baharından kışına kadar Türkistan Lejyonu Alman bölükleriyle beraber tehlikeli bir bölge olan Gömel – Jlobin arasında çetecilerle savaşır. Ancak Almanya’nın savaşı kaybettiği ve Rus çizmesi altındaki Türklerin bağımsızlığı davasına Almanya’nın faydadan çok zararının dokunduğu ortadadır. Yakın arkadaşı Akın, Almanlardan uzaklaşmaları gerektiğine inanır. Sadık ise askerlerinin sorumluluğunu düşünerek Akın’ın kaçma teklifini reddeder. Konski köyüne gitmesini emreden Almanlara riayet ederek Radam-Konski arasındaki demiryolunu savunmayı üstlenir. Burada Türkistan’ın bağımsızlığı için savaştıklarını ve Alman olmadıklarını anlayan Polonyalılarla dostluk kurup Polonya çetelerinin saldırısından korunmuş olurlar. Ama Sadık ve askerleri 1944 yılına girildiğinde artık Türkistan’ın bağımsızlığından bahsetmez olmuşlardır. Ruslarla karşılaştıklarında kaçmalarını çabuklaştırmak üzere sakladıkları atları Almanlar istediğinde Sadık ilk kez başkaldırır ve hayvanları almak isteyen Alman subaylarını hapseder. Almanlara açıkça başkaldıran Sadık, Ruslara karşı savaşan Polonya çetelerine iltihak etmeyi ya da güneye doğru çekilip Romanya’daki Dobruca Türklerine karışmayı, hatta Türkiye’ye geçmeyi planlamaktadır. Bir çıkış çaresi düşündüğü sırada üniformasından dolayı Akın’ın Alman sanılarak köylüler tarafından öldürülmesi Sadık için çok ağır bir darbe olur. Savaş boyunca Süleyman, Mustafa ve Muhan’dan sonra Sadık’ta travma tesiri yapan ölüm Akın’ın ölümüdür. Kendisini tamamen yalnız, güçsüz hisseder. Akın’ı öldürenler, Sadık’ın savaş sırasında âşık olduğu Polonyalı Marya’nın vatandaşlarıdır ama Sadık o kadar yalnız ve şefkate muhtaçtır ki kimseye öfke hissetmez: “İçimin herkese ihtiyacı vardı. Akın’ı Polonyalıların öldürmüş olmalarına, Marya’nın beni sevmemesine rağmen, kimseye kin beslemiyordum. Akın’ın cellatlarına bile!.. Biz zaten ölmek için bu üniformaları giymiştik. Ölesiye savaşmak için silahlanmıştık. Ama yalnız Türkistan’ın istiklâli uğrunda öleceğimize inanıyorduk. Yanıldığımızı anladık.” (Dağcı:1989, 247)

Bundan sonra Sadık’ın tek sığınağı vardır: Marya. Sadık yaşadığı bütün korkuları, acıları unutup dış dünyada yürüyen, gülen yaşayanlara katılabilmek için sevme ve sevilme ihtiyacı hisseder ve bu duygularla Marya’ya bağlanır. Marya, Alman üniforması giymiş Sadık’ı ilk kez gördüğünde bu üniformaya duyduğu nefreti çok sert cümlelerle dile getirmiştir. Bir gece önce Almanlardan nefret ettiğini haykıran Marya ile sabah Legyonova’dan Varşova’ya giden trende karşılaşınca şaşıran Sadık, tezkeresi olmadığını anlayınca kendisine refakat ettiğini söyleyerek onu kurtarır. İçinde Almanya aleyhinde gizli propaganda evrakları bulunduğunu sonradan öğreneceği valizini Varşova sokaklarında taşır. Birkaç kere mektuplaştıktan sonra Sadık ve Marya buluşurlar. Vatanı Alman işgali altında bulunan Marya ile vatanı Almanlarla Ruslar arasında el değiştiren Sadık tek yürek olurlar. Akın’ın öldürülmesiyle bütün direnme gücünü kaybeden Sadık, en büyük desteği Marya’dan görür. Ruslar’ın köyü işgalleri sırasında yaralanan Sadık’ı, Marya ve arkadaşı Bartoş tedavi eder ve saklarlar.

Marya ve Bartoş, Sadık’ı muhtarın evinde saklayıp iyileştirmeye çalışırken Sadık’ta eski bir korku canlanır. Süngülü Rusların kendisini öldürüp, onu koruyanları Sibirya’ya sürmelerinden korkar. Marya, Sadık’ın bu korkusunu da dindirir. Sadık için sadece sevgili değil, anne-baba- kardeş titizliğiyle üstüne titreyen kutsal bir varlık olur Marya. Sadık’ın iyileşmeye başlaması üzerine Konski’den kaçarlar. Bu kaçış sırasında Sadık, Rus askerlerinin ayak tıkırtılarını bile duydukça ürker; yakalanmaktan korkar, Rus ordusunun sadece onun peşinde olduğunu vehmeder. Gözlerini kapadığında kâbuslar görür. Marya’ya, yaşama bu kadar yakınken ölmek istemez. Marya onun için yaşamla aynı anlamı taşımaktadır, gelecek, ümit olmuştur.

Savaşın son demleri yaşanmaktadır. Öyle bir hengâme vardır ki halk nerede Almanların, nerede Rusların hakim olduğundan habersizdir. Sadık artık yurdunu tamamen kaybetmiştir. Bir gece gördüğü rüya Kırım’ın ve Türkistan’ın bağımsızlığının hayal olduğunu, yurdunu kaybettiğini yansıtması bakımından anlamlıdır. Annesini, babasını, Bekir’i gülmeyen, konuşmayan, hissiz çehreler olarak görür rüyasında. Karadeniz kıyısındadır ama Dermenköy, Kızıltaş, Gurzuf görünmemektedir. Bağlar, bahçeler kurumuştur, Karadeniz cansızdır. Birden gök kararıp gürler ve “Kırım’ın donmuş, kurumuş, tamtakır olmuş toprakları gözlerin”den silinir. (Dağcı: 1989, 269) Sadık, Kırım’ın bağımsızlığını rüyalarında bile kaybetmiştir.

Marya ile kaçarlarken Almanlarla karşılaşınca Sadık, Alman ordusundaki kimliğini açıklar ve bir kere daha Alman üniforması giyer. Bu defa da düşman üniformasını çaresiz olduğu için giymiştir ama bu çaresizlik öncekinden farklıdır. Türkistan’ın bağımsızlığını Alman desteğiyle kazanmak amacıyla değil Marya ile birlikte hayatta kalabilmek için bu üniformayı giymiştir. Almanlardan aldığı tezkere ile üç günlük yolculuğun ardından Viyana’ya oradan da İnnsbruck’a giderler. Sadık 3 yıl boyunca taşıdığı üniforma yerine bir işçi tulumu giyer. Bu üniforma düşmanın da olsa aslında Sadık için derin bir anlam taşımış, 3 yıl boyunca ona yurdunu kurtarma ümidi veren bir destek olmuştur: “Üç yıl, sırtımda taşımıştım bu üniformayı! Üç yıldır aynı ümit, yurdumu kurtarmak ümidi bana destek olmuştu. Şimdi yurt nerede, millet nerede kalmıştı? Türkistan’ın hürriyeti!. Ne uzak bir hayaldi bu! Beni geçmişe bağlayan yalnız şu bohça, bohçanın içindeki üniformadır. Üç yıl sırtımda taşıdığım üniforma! Bazan korktuğum, bazan azabını çektiğim, bazan da beni büyük ümitlerle yaşatan Alman üniforması! Yarın belki de bu akşam trenden iner, bu üniformayı bir nehre atar, ya da bir çalının dibine bırakır, beni üç yıl Almanya’ya bağlamış bağı da böylece çözmüş olurum. Ama içim boş değil! İçimde kaybettiğim aziz arkadaşlarımın yüzleri arasında, aydınlık yüzüyle yaşayan Marya var. Bilmediğim bir geleceğe doğru yalnız yürümüyorum. Yanımda ve içimde Marya var.” (Dağcı:1989, 274)

 

Marya ile Sadık’ın amacı İsviçre sınırına ulaşmaktadır. İsviçre’ye ulaşmak üzere bindikleri tren Amerikan uçaklarının saldırısına uğrar, ağır yaralanan Marya romanın kurgusu içinde ölür.

Ölüm barakalarından çıkan C. Dağcı da Sadık gibi Türkistan ordusu içinde yer almış, gördüğü kurs ve talimden sonra takım komutanı olarak görevlendirilmiş, Türkistan’ın özgürlüğü için savaştığını zannederek Alman üniforması giymiştir. Yazar hatıratında Alman üniformasını giyerken hissettiklerini şu cümlelerle anlatmaktadır: “Her sabah sırtıma geçirdiğim yabancı üniforma demirden dar bir kalıp gibi sıkıyordu vücudumu dört bir yandan. Ruhum can çekişiyordu. Boğulur gibi oluyordum.” (Dağcı: 1998, 126)

Sadık gibi yazar da Türkistan Lejyonunda çaresizliği, korkuyu, güvensizliği hissetmiş, zaman içinde hâlâ esir olduğunu fark etmiştir. Roman kahramanı Sadık’a verilen iki hafta için Alman işgali altındaki Kırım’a gitme izni C. Dağcı’ya da verilmiş, o da Sadık gibi ruhî bir çöküntüyle Alman işgali altındaki vatanından ayrılmış, bağımsız Türkistan vaadi ile kandırıldıklarını fark etmek savaş yıllarında yazarın da yaşadığı travmayı şiddetlendirmiştir: “Kırım’da başlayan ruhî çöküntüm, yeni bir dönemeci geçerek, korkunç bir safhaya girdi. Savaşla gelen acizlik ve çaresizliğimi ancak şimdi anlıyordum. Yurdumun binlerce kilometre uzağında yaşamanın anlamı kalmamıştı benim için. Hayattan kopukluğum tamdı, tekmildi. Türkistan’ın özgürlüğüyle avutamazdım artık kendimi.” (Dağcı: 1998,139)

Sadık ve Marya’nın kaçışları, bindikleri trenin Amerikan uçakları tarafından bombalanışı gibi olaylar C. Dağcı ile eşi Regina’nın da hayatlarındaki acı gerçeklerdir. Regina da Marya gibi Polonya yer altı gizli örgütü adına propaganda evrakı taşımış ve C. Dağcı’yı Alman üniforması içinde görmekten rahatsız olmuştur. Sadık Marya ile, Biz Beraber Geçtik Bu Yolu romanındaki İzmail, Ramila ile nasıl yaşama yeniden bağlandıysa C. Dağcı da aynı duyguları 1944 baharında Varşova’da tanıdığı Regina sayesinde hissetmiş, Regina’nın dost eli gülümseyen gözleri ve bütün kalbiyle birlikte ona uzanmıştır. Regina sayesinde kendi kendisine acımaktan kurtulup, hüznün, karanlığın, mutsuzluğun, korkularının bittiğini düşünen C. Dağcı Regina ile yeniden doğduğunu hisseder. Onunla hayata yeniden başlar. Dilleri, dinleri, kültürleri, gelenek- görenekleri farklı olan bu iki insanı aynı felâketi yaşama, kader ortaklığı birleştirir. Regina Almanların toplama kampına götürdükleri Varşovalıların acısıyla, C. Dağcı kendi topraklarından koparılan milletinin acısıyla yaşamıştır. Yurdu işgal altında olan bu iki yalnız ruh birbirine sarılır, birbirlerini anlar ve birbirleri için vatan, akraba, anne, baba, kardeş, dost, arkadaş olurlar. C. Dağcı, geçtiği ölüm çemberinin ödülü olarak gördüğü eşi Regina’da vatanının sıcaklığını duyduğunu şu cümlelerle ifade eder: “Yabancı bir âlemde önce şaşırmış, sonra da yolunu kaybetmiş ben, aniden benim dilimde, benim dilimden daha yakın; Gurzufluların şivesinde bana seslenen biriyle yüz yüze gelmiştim.” (Dağcı, 1998, 167)

IV- Savaşın Hemen Sonrasında Sadık’ın Roma’da Tuttuğu Notlar

 

Sadık’ın savaş sonrasında 1946 yılında Roma’da tuttuğu notlar okunduğunda savaş sırasında yaşadığı travmanın aradan bir yıla yakın zaman geçmesine rağmen devam ettiği anlaşılmaktadır. Psikologlar travmanın bir aydan sonraki dönemde de devam etmesi halini “travma sonrası stres bozukluğu” olarak adlandırmaktadırlar. Uzmanlar kişide böyle bir psikolojik durumun gelişmesine yol açan travmaları“ askeri çatışmaya katılma, saldırıya uğrama, işkence, savaşta esir düşme, toplama kamplarında bulunma, doğal ya da insanların neden olduğu felâketlerle karşılaşma” (Özgen ve Aydın: 1999, 36) şeklinde tespit etmektedirler. Yazarın kahramanlarının ve kendisinin yaşadıkları bu tespitlerle örtüşmektedir. Yine uzmanlar korku, güvensizlik, mutsuzluk, yalnız ve çaresiz hissetme, dış dünyadan uzaklaşma, uyku bozukluğu, travmatik olayın tekrar tekrar yaşanması, haksızlığa uğradığını düşünme, gelecek duygusunu kaybetme gibi belirtilerden bahsederler. Bu ruh halleri, Sadık Turan’ın Roma’da tuttuğu notlara yansımıştır.

Sadık’ın korkularının devam ettiği, güven duygusunu ve gelecekle ilgili beklentilerini kaybettiği aşağıdaki satırlarda açıkça görülmektedir: “Ben bugün hayattan kopmuşum. Onların izlerinden, kendimden, insanlardan, dünyadan korkuyorum. Ben yaşamıyorum: yaşamak için savaşıyorum. Önümde yalnız karanlık ve korku var. Ben ilerleyemiyorum. Önümdeki hayatı görmediğimden, daima geriye bakıyorum. Belki bana yardıma gelir. Belki bana kim olduğumu söyler, ileriki hayatın sırlarını açıklar; belki bir gün geçmişim gelir de beni o yılların kanlı faciaları arasından geçirdiği gibi bugün de zayıf, düşkün vücudumu ve ruhumu, önümdeki kara günlerden atlatarak selamete ulaştırır. “ (Dağcı: 1956, 30)

 “Harp yıllarında ölümün gözlerimin içine gözlerini diktiği günler bile ben daha mesuttum. Şimdi bana ne oluyor? Niçin sokaklardaki insanların arasına karışıp ben de onlar gibi olamıyorum? Niçin kendimi onlardan başka hissediyorum? Niçin herkesten aşağı olduğumu sanıyorum. İçimde birbiriyle çarpışan iki kuvvet var. Biri hayat, daha doğrusu beni hayata döndürmek isteyen kuvvet; öteki duygularımı söndürmek isteyen kuvvet. Bu iki kuvvet içimde durmadan boğuşuyor. Onların boğuşması bütün varlığımı temelinden sarsıyor. Beni yavaş yavaş yıkıyor. Korkuyorum” (Dağcı:1956, 44)

 “Dün merdivenlerden inerken aşağıda, kapının yanında iki Amerikan inzibat eri gördüm. Çocuk gibi titredim korkudan. Odama koşup saklandım. Kapıyı kilitledim, pencerenin önüne gittim. Odama girmek isteyecek olurlarsa, kendimi pencereden atacaktım. (…) Her üniformalı görüşümde bir defa korkuyorum. Amerikan hükümeti sanki her inzibat erine, Alman ordusunda askerlik yapmış olan Sadık Turan’ı tutup Ruslara teslim et diye emir vermiş! Ama gene de korkuyor, insanların yüzlerine korkudan bakamıyorum. ” (Dağcı: 1956, 201)

Sadık’ın notlarından uyumakta güçlük çektiği, geçmişi hatırlamak istemese de başını yastığa koyunca gözlerinin önüne esirlik günlerinin geldiği, toplama kampındaki facialardan söz edilmesine dayanamadığı ama bu acının onda tazeliğini koruduğu anlaşılmaktadır. Savaşın hemen sonrasında Kırım’a dönemeyen, yurtsuz kalan Sadık yazar gibi mensubu olmaktan daima gurur duyduğu Türklüğün dünya yüzündeki tek hür ve bağımsız devleti olan Türkiye Cumhuriyetine sığınmak ister: “Yeni Türkiye’nin fabrikalarında, kömür ve maden ocaklarında, Anadolu topraklarında Türk kardeşlerimle omuz omuza çalışır, bu iki kolla, bu iki elle ben de Türkiye’yi başarıdan başarıya ulaştırmak için küçük bir yardımda bulunurum. Ben onlarlayım, onlardan biriyim. Türk yurdu bir tehlikeyle karşılaştığı zaman, sırtıma Türk üniforması giyerim ve o üniformanın içinde, nihayet, hakiki Sadık Turan olurum ben!..” (Dağcı: 1989, 204)

Sadık’ın gerçek kimliğini ne Rus ne de Alman üniforması yansıtmaktadır. II. Dünya Savaşı sırasında cepheden esir kampına, esir kampından cepheye sürüklenirken bu mücadele ve acıları Avrupa ya da Orta Asya’da Türk kimliği taşıyanların bir Türk birliği oluşturabilmeleri için fırsat olarak gören Sadık Turan bu düşüncenin bir hayal olduğunu fark etmiştir. Bağımsız Türkistan düşüncesi iflas edince Sadık taşıdığı Türk kimliğiyle Türkiye Cumhuriyetine sığınmak ve mensup olduğu millete olan borcunu Türkiye Cumhuriyetine hizmet ederek ödemek ister. Sadık’ın Türkçülükten anladığı, “Türkçülük Türk milletini yükseltmektir” şeklinde Türkçülüğü tanımlayan Ziya Gökalp ile aynıdır. Milli kimliğini rahatlıkla ifade edebileceği ve yaptığı hizmetlere anlam katacak Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olma düşüncesi Sadık’ı psikolojik olarak çok rahatlatır. Bu şekilde kendisini dünya yüzünde işe yarar, lüzumlu bir insan olarak görecek, Türklüğe olan sadakatini göstererek adının hakkını verecektir. Ancak Sadık’ın Türk konsolosluğuna yaptığı başvuru tıpkı Cengiz Dağcı’nın başvurusu gibi Türkiye’nin henüz mülteci kabul etmediği gerekçesiyle reddedilir. Sadık, Rus vatandaşı olduğu için Kırım Türkü de olsa Türkiye Cumhuriyeti için mültecidir. Red cevabı alan Sadık bu esnada yaşadığı duyusal travmanın ne kadar şiddetli olduğunu şu cümle ile çok çarpıcı bir şekilde ifade eder: “Evet ben tabiiyetsiz, yurtsuz ve lüzumsuz bir insandım.” (Dağcı: 1989, 209)

SONUÇ YERİNE

Sadık ya da onun temsil ettiği C. Dağcı Kırım’dan, yurdundan, dil, din ve gönül birliği ile bağlı olduğu milletinden ayrıldığı günden itibaren hürriyetinden de ayrılmıştır. Biz Beraber Geçtik Bu Yolu romanında İzmail Tavlı “yalnızca kendi yurdunda ve kendi insanlarının arasında yaşayan bir insan olabiliyordu aydınlığın insanı; yurdunun uzağındaysa karanlığın insanıydı insan” (Dağcı: 1996, 161) cümlelerini sarf eder. Yine aynı romanda İzmail’e askere giderken teyzesi “Yurdun dışına çıkan biri cezaevinde bulur kendisini”(Dağcı: 1996,118) demiştir. C. Dağcı hatıratında “Teyzesinin İzmail Tavlı’ya söylemiş olduğu bu kelimelerin doğruluğundan hiç kuşkulanmadım. Kuşkulanamazdım; yarım yüzyıldan fazla bir süredir bu kelimelerin gerçeğini ben kendim yaşadım” (Dağcı: 1998, 81) diyerek roman kahramanlarının duygu dünyasının kendi duygu dünyası ile birleştiğini açıkça ifade etmektedir. Romanlarda ve hatıratta anlatılan yurdunu kaybeden adamın duyguları benzerliğin ötesindedir, ayniyet ifade etmektedir. C. Dağcı’yı trajik yapan ait olduğu kültürün Rus hükümetinin yaptırımlarıyla yok edilmek istenmesi, II. Dünya Savaşı yıllarında esir kamplarında gördüğü insanlık dışı muamelenin yanı sıra sevdiklerinden, ailesinden, akrabalarından, arkadaşlarından, ana dilinin konuşulduğu ata toprağından, vatanından ayrı düşmesi ve bu ayrılığın ömrü boyunca sürmesidir. O, Kırım’ın dışında yıkılmış bir halde yaşamak durumunda kalmıştır. Bütün bunlar birey üzerinde yıkıcı etkisi olan önemli sosyal değişikliklerdir. C. Dağcı’nın savaş yıllarında yaşadığı travma savaş sonrasında da devam etmiştir. O, kurtulma ve yaşama içgüdüsüyle eşi Regina’ya sarılmış, Regina’yı kaybettiği bütün değerlerin yerine koyarak felâketten sonra yeni bir başlangıç yapmayı başarmış, anılarını roman malzemesi yaparak kendine terapi uyguladığı gibi II. Dünya Savaşı sırasında Rus ordusunda ya da Türkistan Lejyonunda bulunan bütün Türklerin travmasını anlatarak onların da sesi olmuştur.

C. Dağcı’nın dış beni savaş sonrasından öldüğü tarih olan 22 Eylül 2011’e kadar Londra’da yaşarken, iç beni daima Kırım’dadır. İç beni ile dış benini karşı karşıya getirdiği Ben ve İçimdeki Ben adlı kitabı onun bedeninin ve ruhunun iki farklı mekânda olduğunu açıkça göstermektedir. Nasıl Ahmet Hamdi Tanpınar rüya halini yakalayıp yekpare geniş bir anın parçalanmaz akışına kendini bırakmışsa, “Ben her zaman düş görüyorum”(Dağcı: 1993, 115) ya da “Ne zaman ben’i arasam düşler ülkesinde bulurum kendimi” (Dağcı: 1997, 14) diyen C. Dağcı da Tanpınar gibi rüya halini yakalayıp iç beninde yaşadığı zaman ve mekânın dışına çıkmayı başarmıştır. C. Dağcı’nın uyanıkken gördüğü rüyalarında, hayatının tek gerçeği olan Kırım vardır. Ana yurdu Kırım, C. Dağcı için bir coğrafyadan ibaret değildir. Mazisiyle, diliyle, tüm değerleriyle bağlı olduğu Kırım’ı ömrü boyunca yüreğinde taşımış olan C. Dağcı bazen türküleri, bazen destanları, bazen de yer ve insan isimlerini sembol haline sokarak onlarla Kırım’a duyduğu özlemi ifade etmiştir. Bu özleme dayanması ve yaşadığı duygusal travmayı atlatmasında eşi Regina’nın ona çok büyük destek olduğu ortadadır. Ama “ana yurt dediğin dildir aslında sözlerini benim kadar hiç kimse anlayamaz dünyada” (Dağcı: 1990, 74) diyen yazar ana dili olan Türkçe ile yazdığı eserleri sayesinde kaybettiği yurduna yeniden kavuşmuş, duygu dünyasında travmatik etki yapan faciaların izlerini ana dili ile kendini ifade ederek silmeye çalışmıştır. Romanlarını yaşadıklarıyla beslerken Kırım’ın egemen güçler karşısındaki çaresizliğini göstererek kendi yaşadığı travmadan hareketle aslında Kırımlıların, Kırım’ın travmasını yansıtmıştır. Bu açıdan bakıldığında C. Dağcı’nın romanlarının ana kahramanı Kırımdır.

KAYNAKÇA

DAĞCI Cengiz (1956) Korkunç Yıllar, Varlık Yayınları, İstanbul

DAĞCI Cengiz (1989) Yurdunu Kaybeden Adam, Ötüken Neşriyat, İstanbul

DAĞCI Cengiz (1990) Yansılar 2, Ötüken Neşriyat, İstanbul

DAĞCI Cengiz (1993) Yansılar 4, Ötüken Neşriyat, İstanbul

DAĞCI Cengiz (1996) Biz Beraber Geçtik Bu Yolu, Ötüken Neşriyat, İstanbul

DAĞCI Cengiz (1997) Ben ve İçimdeki Ben (Yansılardan Kalanlar) 5, Ötüken Neşriyat, İstanbul

DAĞCI Cengiz (1998) Hatıralarda Cengiz Dağcı, Ötüken Neşriyat, İstanbul

ENGİNÜN İnci (2001) Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı, Dergâh Yayınları, İstanbul

HERBERT Claudia (2007) Travma Sonrası Ortaya Çıkan Psikolojik Tepkileri Anlamak, çev. Mehmet Z. Sungur-Ece Cömert, PsikoNET Yay., İstanbul

KOCAKAPLAN İsa (1992) Cengiz Dağcı’nın Dört Romanı, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul

NARLI Mehmet (2009) “Otobiyografi ve Roman/ Otobiyografik Roman –Her Roman Otobiyografiktir- Otobiyografik Olan Roman Yoktur”, Turkish Studies, Volume 4/1

ÖZGEN Fuat- AYDIN Hamdullah (1999) “Travma Sonrası Stres Bozukluğu”, Klinik Psikiyatri, 1, s. 34-41

TÜRKSOY Nuray (2004) “Psikolojik Travma ve Tanım Sorunları”, Psikolojik Travma ve Sonuçları, haz. Tamer Aker-M.Emin Önder, 5 Us Yayıncılık, İstanbul, s. 9-20

-----------------------------------------------------------------------------------------

* Uludağ Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü

Kaynak: Kardeş Kalemler Dergisi
http://www.kardeskalemler.com/nisan2014/cengiz_dagcim.htm

 

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum