Osmanlı ulemâsı bilgi değil meşruiyet üretiyordu - TANER AY

Kültür tarihi araştırmacısı Taner Ay “Ayaklı Kütüphane” lakabının sahibi 18’inci yüzyıl alimlerinden Müftîzâde Mehmed Emîn Efendi’nin ayrıksı şahsiyeti üzerinden Osmanlı ulema zümresinin sosyal rolündeki dönüşümü ele alıyor.

Osmanlı ulemâsı bilgi değil meşruiyet üretiyordu - TANER AY
12 Aralık 2020 - 19:38 - Güncelleme: 21 Aralık 2020 - 12:02

Târihimizde çok az âlim için kullanılmış olan “Ayaklı Kütüphâne” deyimi, Şemseddin Sâmi’nin Kamûs-ı Türkî’sinde “müstahzarâtı çok âlim” (İkdam Matbaası, s. 61, 1317 ), Turkish and English Lexicon’un Beyrut baskısındaysa “çok şey öğrenmiş kişi, yürüyen sözlük” (Librairie Du Liban, s. 285, 1996) şeklinde tanımlanmıştır. Kanımca en doğru tanımını, “Kitaba bakmadan her fenden bahsetmeye muktedir olan ulemâ hakkında kullanılan bir tâbirdir” açıklamasıyla Mehmet Zeki Pakalın’ın lugātında yapılmıştır (C. 1, s. 118,1983).  

Antalyalı Müftîzâde Mehmed Emîn Efendi’nin “Ayaklı Kütüphâne” lâkabını Kazâbâdî Ahmed Efendi’nin huzûrunda yapılan bir cihet sınavında bütün soruları yanıtlamasıyla kazandığına ilişkin bir mutabakat sözkonusudur. Ancak, bu sınav için Ahmed Cevdet Paşa’nın, Mehmed Süreyya’nın ve Faik Reşat’ın düştükleri târihlerin sıhhatleri kuşkuludur. Cihet terimi vakıf hizmetlerinde, dînî ve hayrî kurumlardaki görevler için kullanılmıştır. Kelimenin çoğulu cihâttır. Mehmed Emîn Efendi gibi bir âlimin girdiği sınav kayyımlık, türbedârlık ve ferraşlık gibi görevleri tanımlıyan cihât-ı bedeniyye için olamayacağından, cihât-ı ilmiyye sınavı olarak düşünülmelidir. Cihât-ı ilmiyye, müderrislik, hitâbet, imâmet, vâizlik, şeyhlik, kürsü şeyhliği, ders-i âmlık, hâfız-ı kütüblük, mütevellîlik ve câbilik gibi görevlerdir. Bu görevler için mutlaka ilmî yeterlilik aranmaktaydı. Cihet sınavları da bu ilmî yeterliliğin tesbiti için yapılmaktaydı. Antalya Müftüsü’nün oğlu olan Mehmed Emîn Efendi  H. 1112 yılında doğmuş ve H. 1146 yılında İstanbul’a gelmiştir. Faik Reşat sınav için Eslâf’ta “Cevdet Paşa târihinde yazıldığına göre” kaydıyla H. 1146 târihini verir (Tercüman 1001 Eser, s. 307, 1975). Târih-i Cevdet’te ise H. 1146 târihi bulunmamakla birlikte, sadece “İstanbul’a gelince bir cihet sınavına tesadüf edip girdiği” kaydı bulunuyor. Faik Reşat, Ahmed Cevdet Paşa’nın “İstanbul’a gelince” ifâdesine nazaran H. 1146 yılını yazmıştır. Târih-i Cevdet’te, Mehmed Emîn Efendi’nin  H. 1146 yılında İstanbul’a gelmesine rağmen, bir süre A’rec Osman Paşazâde Râtip Ahmed Paşa ile taşrada dolaşıp,  H. 1167 yılından sonra İstanbul’da temelli kaldığını belirtiliyor. Râtip Ahned Paşa’nın görevi itibâriyle taşrada dolaşması H. 1148 ile H. 1168 arasına târihlendirilmektedir (Sicill-i Osmanî, C. 4, s. 1360, 1996). Mehmed Süreyya’nın Sicill-i Osmanîsi’ndeki sınav târihiyse H. 1168 yılıdır (C. 2, s. 472, 1996). Şâyet Antalyalı Müftîzâde Mehmed Emîn Efendi’nin “Ayaklı Kütüphâne” lâkabını kazandığı sınav Kazâbâdî Ahmed Efendi’nin huzûrunda yapıldıysa, Mehmed Süreyya’nın verdiği bu târih hatalıdır. Çünkü, Kazâbâdî Ahmed Efendi’nin vefât târihi H. 1163 yılıdır. Bu nedenle, sınav târihi H. 1146 ile H. 1163 arasındaki  bir yıl olarak düşünülmelidir. 

KÜTÜPHANE GİBİ YANITLAR VERDİ

Kazâbâdî Ahmed Efendi Târih-i Cevdet’te “bütün ilimlerde üstâd ve ders vekili bilinen meşhûr telifler sâhibi” ve “dünyada kendisinden başka âlim denecek ferdin varlığını itirâf etmek istemeyen kendini beğenmiş bir zât” şeklinde tanıtılır (C. 2, s. 1073, 1994). Târih-i Cevdet’ten öğrendiğimize göre, Müftîzâde Mehmed Emîn Efendi sınava girmek istediğinde, Kazâbâdî Ahmed Efendi ona, ”Bu sınav bilindiği gibi müderrislerin seçkin ve nâmlı üstâdlarından bazılarına münsahırdır” der. Bunun üzerine Müftîzâde Mehmed Emîn Efendi, “Benim maksadım cihet değildir, belki kendimi göstermek kaziyesidir” yanıtını verir. Bir softanın bu yanıtı Kazâbâdî Ahmed Efendi’ye ağır gelir ve ona haddini bildirmek için sınava girmesine izin verir (C. 2, s. 1073, 1994). Belirtilen günde ve saatte sınava devrin tanınmış bütün müderrisleriyle birlikte Müftîzâde Mehmed Emîn Efendi de girer. Yazılanlara nazaran onlara Yunus sûresinden bir âyet ders olarak verilmiştir. Müderrislerin mütalâaya oturmalarından bir süre sonra, dersi tamamlayan olup olmadığı sorulunca, Müftîzâde Mehmed Emîn Efendi sınav meclisine çıkar. Kazâbâdî Ahmed Efendi, ne sorulsa, karşısındakinin “bir kütüphâne gibi” yanıt verdiğini görünce, onu sınav makamından ihrâm yerine oturtur. Ardından sınava girenlerin hepsini çağırıp, onlara bu kez de sınav konusunun umdesinde bulunan “muhakkak ki veya şüphesiz” anlamındaki inne edatının rabtına ilişkin sorular yöneltir. Kur’ân-ı Kerim’de inne edatı yalın hâlde 597 yerde, istifham harfi ve zamirden soyutlanmış olarak bir yerde, zamirden soyutlanmış hâlde ama fâ harfi ile birlikte 70 âyette geçiyordu. Ayrıca, yapı ve cümledeki görevleri bakımından inne edatına benzeyen 6 edat daha bulunuyordu. Soru dîn bilgisinden değil de dil bilgisinden olunca, Müftîzâde Mehmed Emîn Efendi dışında hepsi acz içinde kalıp, susarlar. Bunun üzerine Kazâbâdî Ahmed Efendi durumu şeyh-ül islâma bildirerek, sınavı eski ve tanınmış müderrislerden birine kazandırılması kararlaştırıldığı hâlde, Müftîzâde’nin hakkına hürmet ve riâyet edilmesi talebinde bulunur (C. 2, s. 1073, 1994).

Ahmed Cevdet Paşa’nın ifâdesiyle, Kazâbâdî Ahmed Efendi’nin vefâtından sonra ilim meydânı büsbütün Müftîzâde Mehmed Emîn Efendi’ye kalır, “benden başkası yoktur” iddiâsıyla herkesi küçümseyen ulemâ ve fuzelâdan niceleri gelip de ondan feyiz alırlar. Ahmed Cevdet Paşa’nın “teklifsiz” ve “derviş hûylu” biri olarak gördüğü Mehmed Emîn Efendi, bütün zamanını bilim ve tekniğe hasretmiş, dîn işlerineyse pek fazla kafa yormamıştır. Yaşlılığında arâ’is okuttuğu bilinir. Devrin büyük âlimi  olmasına karşın yobaz müftüler karşısındaki şiddeti ve hiddetiyle tanınan Deli Emîn Efendi ile Divrikli Musannif Osman Efendi onun derslerine devâm ederler. Bazı kaynaklarda, onların usûl-i fıkıhın ne demek olduğunu ancak Mehmed Emîn Efendi sayesinde kavrayabildikleri yazılıdır. Vefâtının ardından Hoca Yahyâ Efendi’nin “Usûl-i fıkıh İstanbul’dan Ayaklı Kütüphâne ile gitti ve bu ilim ondan sonra eslâfımızdan bize tevârüs etmedi” şeklindeki yakınmasıysa dikkat çekicidir. 

BİLGİ DEĞİL MEŞRUİYYET ÜRETİYORDU 

Müftîzâde Mehmed Emîn Efendi, 18’inci yüzyıl âlimiydi. Ancak, Osmanlı ulemâsı, Fatih Sultan Mehmed’in dehâsına ve münevver kişiliğine gölge düşüren bir kararla, üst yapıda, sadece sarayın icrââtına meşrûiyyet kazandıracak bir müessese hâline getirildiğinden, bilgi üretemiyordu. Bu nedenle, siyâsîleşen Osmanlı ulemâsının, 18’inci yüzyıldaki yukarıdan aşağıya dayatılan modernleşme faâliyetlerine kadar, ilime ve tekniğe pek katkısı olmamıştır. Ulemânın bilgi üretemediği müddet-i malûmede ise, iktisâden fütûhâta dayanan imparatorluk, 16’ncı yüzyıldan itibâren devâmlı surette toprak kaybetmişti. Saraya eklemlenen ulemâ müessesesi içinden Takıyyüddîn er-Râsıd veya Hezârfen Ahmed Çelebi gibi müstesnâ eşhâsın zuhûru da oluyordu ama, sistem dışına çıkanların hemen hepsi cezâlandırılmışlardı. Müftîzâde Mehmed Emîn Efendi ise  18’inci yüzyılda doğduğu için eslâfına nazaran biraz daha şanslıydı. Çünkü, saray, imparatorluğun çökmemesi için, vaktiyle kendisinin müesseseleştirdiği bilgi üretmeyen ulemânın entrikalarına  rağmen, bu defa da, bilgi üreten ulemâ üzerindeki şeyh-ül islâm ve pâdişâh baskısını biraz hafifletmek zorunda kalmıştı. Buna rağmen, Müftîzâde Mehmed Emîn Efendi’nin, hem sarayla hem de siyâsîleşmiş ulemâyla arasına mesâfe koyarak, bütün zamanını hânesindeki ilim tahsîline vakfettiği anlaşılmaktadır.              

YAZILI ESER BIRAKMADI 

Müftîzâde Mehmed Emîn Efendi’nin talebelerinden Tatarcıkzâde Abdullah Efendi ile Gelenbevî İsmail Efendi büyük şöhret kazanmışlardır. Bilhâssa, Gelenbevî İsmail Efendi, kâmil ve mükemmel olduktan sonra bile Mehmed Emîn Efendi’nin hânesinden çıkmamış, onunla birlikte ilmî çalışmalar ve araştırmalar yapmıştır. Teftâzânî’nin el-Mutavvel,  el-Şerh al-mutavvel veya Şerh al-talhiş al-mutavvel olarak bilinen Arapça eserini birlikte tedkik etmeye başlamışlarsa da, tamamlayamamışlardır. Gelenbevî İsmail Efendi’nin mantık ilmine ilişkin Burhān fī ‘ilm al-mīzān isimli eserini yazıp hocasına sunduğunda, Mehmed Emîn Efendi’nin “Ancak el-Mutavvel’i tedkikini tamamlayıp, bunu öyle yazsaydın, çok daha iyi bir eser olacaktı” dediği rivâyet olunur. Mehmed Emîn Efendi’nin, bu talebesinin dehâsını ve eserlerinin önemini kabûl etmekle birlikte, “gelmiş geçmiş yazarların kitaplarını okuyup anlamak davasını terk edip, alelacele kitap ve risâle yazmak sevdâsına düştüğü için” kınadığı da bilinmektedir (C. 2, s. 1074, 1994). Ahmed Cevdet Paşa, “Keşke Mehmed Emîn Efendi hiç olmazsa sözkonusu sınava ilişkin bir risâle yazmış olsaydı da, Kazâbâdî’nin ince düşünce ve derin anlayışıyla ne yolda hakikatin tozunu kaldırıp hakikati nasıl araştırdığını, herkesin üzerinde tartıştığı, kiminin reddedip kiminin kabûl ettiği inne konusu inne evhaynedeki inne miydi, yoksa en enzirdeki inne miydi, hiç olmazsa bunu öğrenirdik” yorumuyla dolaylı bir biçimde Mehmed Emîn Efendi’nin ardında yazılı bir eser bırakmamasını eleştirmiştir ( C. 2, s. 1075, 1994 ).  Aynı eleştiri çok uzun yıllar sonra İsmail Saip Sencer için de yapılacaktır. İsmail Saip Sencer, “Ayaklı Kütüphâne” geleneğindeki son Şark âlimiydi. Bunlar eser vermekten ziyâde eser yazanların müşkillerini hâlletmeyi önemsiyorlar ve bütün bilgiyi kafalarında muhâfaza ediyorlardı. Sorun bilgiyi arayıştaki ve bilgiyi kullanımdaki Garp ile Şark arasındaki zihniyet farkında belirdiğinden, onların yazmamalarına dâir eleştirilerin haksız ve târihî dayanaktan yoksun oldukları kanısındayım. 

Müftîzâde Mehmed Emîn Efendi, H. 1212 yılının Safer ayı ortalarında vefât ederek, kendisinden önce  H. 1206 yılında dünyadan ayrılan oğlu Müderris Reşîd Mehmed Efendi’nin medfûn bulunduğu Üsküdar’daki Seyid Ahmed Deresi Mezarlığı’na defnolunmuştur. Mezarlıklar, kentlerin ve uygarlıkların hâfızaları olmalarına rağmen, içinde 18’inci ve 19’uncu yüzyıllara âid 200 kadar kabir bulunan bu mezarlık, maalesef, 1983 yılının sonbaharında, yeni definlerin yapılabilmesi için  ortadan kaldırılmıştır.

Görüşler
https://m.karar.com › gorusler

 

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum