Organizmacı Görüş Açısından: Namık Kemal'in Hasta Adam Makalesi ve Tanzimat - YAZAN: Prof. Dr. Nurettin ÖZTÜRK
Organizmacı Görüş Açısından:
Namık Kemal’in Hasta Adam Makalesi ve Tanzimat
YAZAN : Prof. Dr. Nurettin ÖZTÜRK
“Organizmacılık” çok eski bir sosyal görüştür. Hint, Çin, Grek ve Roma felsefelerinde, Orta Çağ ve Rönesans çağı düşünürlerinde de organizmacı görüşlere rastlanır. Organizmacı görüş XIX. yüzyılda daha da yaygınlaşmıştır. Farabî, İbn Sina ve Gazali organizmacıdır. Islâm dünyasında organizmacılığın en büyük sözcüsü İbn Haldun ‘dur. Osmanlı tarihçilerinin çoğu İbn Haldunisttir. Nâmık Kemâl de “Hasta Adam” makâlesinde karamsar organizmacılığı eleştirir. iyimser organizmacılığı savunur. Bu düşünce Jön-Tiirklerde de sürer. Bu makalede Nâmık Kemâl’in anılan makalesi organizmacılık açısından çözümlenmektedir.
Toplumun veya siyasî bir varlığın, insana ya da genel deyişle bir organizmaya benzetiliş düşüncesi oldukça eskidir Eski Yunan tarihçisi Thukydides [1], filozof Platon [2] ve Aristoteles, devleti ve toplumu organizmaya benzetirler. Hint kast düzeni bütünüyle sosyal mobiliteye kapalı, katı bir organizmacılık üzerine kurulmuştur. Çin ve Roma felsefelerinde de organizmacı görüşlere rastlanır. Orta Çağ düşünürlerinin de pek çoğu doğu toplumlarım organizmaya benzeterek anlatırlar. İki büyük Hıristiyan düşünüründen biri olan Saint Augustinus (diğeri Saint Thomas); evrenin genesis/yaratılıştan eskaton/kıyamete kadar sürecek tarihini bir yandan İbranî geleneğindeki peygamberlere göre dönemlere ayırırken bir yandan da bu dönemleri;
1.infantia (Âdem’den Nuh’a dek süren çocukluk:0-6 yaş),
2.Puartia (Nuh’tan İbrahim’e dek süren ergenlik öncesi: 7-13 yaş),
3 .adolescentia (İbrahim’den Davud’a dek süren ergenlik: 14-17 yaş),
4.juventus (Davud’dan Bâbil sürgününe dek süren gençlik: 17-24 yaş),
5.aetas senior (Bâbil sürgününden İsa’nın doğuşuna dek süren olgunluk25-34 yaş),
6.senectus (İsa’nın doğuşundan kıyamete dek sürecek olan ihtiyarlık:35 ve sonrası)
biçiminde insan hayatının biyo-psiko-fizyo-organik evrelerine benzeterek sıralar. [3] Bu düşünüş Niccolo Macciavelli, Tommaso Campanella gibi Rönesans çağı düşünürlerince de benimsenerek sürdürülmüştür.
Her türlü politik birime beden metaforu aracılığıyla yaklaşan ve toplum kurumlan arasındaki bağları canlılardaki duruma benzeten iki ayrı kolu bulunan organizmacı görüşün, XIX. yüzyılda daha geniş bir kabul gördüğü söylenebilir. J. D. Bluntschli, Bonald, de Maistre, Burke, Adam Müller, Herder, Lessing, Fichte, Kant, Schelling, Hegel, Krause, Saint-Simon, Comte, Durkheim, Espinas, Spencer, Lilienfeld, Schâffle, Rene Worms, Noviçov, Bogardus ve Parsons gibi adlar, XIX. yüzyıldan bu güne toplumu biyo-organik bir bünye gibi görüp değerlendirenlerin başında gelmektedir. [4]
Türk ve İslâm düşüncesinde de toplumu bedene benzeten görüşlere daha ilk dönemlerden itibaren rastlanmaktadır. Bu kültür dairesinde Farabî, sosyopolitik düşüncelerini yoğun olarak sergilediği “Fusûlü’l-Medenî” ve “Medînetü’l-Fâzıla” adlı eserlerinde kenti/devleti vücuda ve kalbi de devlet başkanma benzetir ve bu görüşüyle kronolojik açıdan organizmacılığın önemli temsilcilerinin başında gelir. [5] İbn Sina, “Ruh ve Nefs Arasındaki Fark” başlıklı risâlesinde organizmacılık açısından bir yandan Platon, Aristo ve Farabî’nin izinden giderken bir yandan da onlardan daha ayrıntılı çözümlemeler yapar. [6] “Kimyâ-yı Saâdet” inde Farabî’den hareketle kalbi padişaha, aklı da vezire benzeten Gazalî de organizmacıdır. [7] Bununla birlikte, Türk ve İslâm dünyasında organizmacılığın en büyük temsilcisi, toplumların da insanlar gibi doğup yaşayarak öldüklerini söyleyen tavırlar nazariyesi sahibi İbn Haldun’dur. [8] Hippocrates’in mizaçlar sınıflamasından ve İbn Haldun’un görüşlerinden yararlanan Kâtip Çelebi, Düstûr’unda, Osmanlı Devleti’nin kurumlarındaki bozulmayı organizmacı yöntemle çözümler. [9] Zaten Osmanlı tarihçilerinin çoğu İbn Haldunisttir. [10] Gelibolulu Âli [11], Taşköprîzâdeİsâmeddin Ahmed[12], Naîmâ[13], Müneccimbaşı Ahmed Dede bin Lütfullah [14], Mansûrîzâde Mustafa Nûrî Paşa [15], Hayrullah Efendi [16], Pîrîzâde Mehmed Sâhib Efendi [17], Abdüllâtif Subhî Paşa [18], Ahmed Cevdet Paşa [19] ve hatta eğitimci Satı Bey [20] ile yine İbn Haldun gibi Tunuslu olup Cumhuriyet döneminde Türkiye’ye gelerek İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsünde Mezhepler Tarihi dersleri veren Tunuslu Prof. Muhammed b. Tâvit et-Tancî (Öİ.29.12.1974) bunlardandır. [21] Fakat şu da söylenmelidir ki İbn Haldun teorik soyutlamalarını (abstraction) oluştururken Yıldırım ve Timur dönemi Anadolusu ve Türkler üzerinde yaptığı gözlemlerden de yararlanmıştı. Dolayısıyla Türk tarihçi ve düşünürleri İbn Haldun’un söylediklerine pratik olarak yabancı değildiler. Onlar zaten Mukaddime yazarının anlattığı fikrî çerçeveyi hayatlarının içinde bulmaktaydılar.
Toplum ve devleti bir organizmaya benzetmekle birlikte, Osmanlı-Türk tarihçi ve düşünürleri toplumun/içtimaî uzviyetin/sosyal organizmanın ölümü konusunda karamsar değildiler. Avrupa’da Rönesans döneminde yeniden canlanan “Altın çağın yeniden geleceği inancı” gibi, Türk siyâsetnâme ve tarih yazarlarında da eski üstün günlerin yeniden diriltilebileceği inancı vardı. Bu, kaderci (fatalistfinalist) organizmacılıktan irâdeci (volontariste) organizmacılığa geçiş bakımından Türk düşünce tarihinde önemli bir ilerlemedir.
“Yeni Osmanlılar ile Bab-ı Alî” adlı makalesinde geçen;
“Devlet bir vücûd farzolımdukta, biz dahî anın erkân-ı âzâsındanız. Hey’et-i vücûda ârız olan fenâlıktan hissemizce biz dahî müteessir oluruz.” [22] şeklindeki sözleriyle, önemli bir Osmanlı-Türk tarihçisi ve düşünürü olarak organizmacı geleneğin içinde olduğu görülen Nâmık Kemâl [23] de “Hasta Adam” makâlesinde karamsar organizmacılığı eleştirir; toplumun tabiî ve mukadder ölümü görüşüne karşı çıkar. Hürriyet’te (Nu:24, 23 Şaban 1285/7 Kanûn-ı evvel-7 Aralık 1868 Pazartesi günü) yayınlanan makâlesine klasik organizmacılığı yansıtan şu sözlerle başlar:
“Hasta adam ta’bîri Fransızlar beyninde öyle bir vücûd-ı ma’nevîye ‘alem olmuştur ki başı Avrupa dediğimiz devlethâne-i medeniyetin en güzel bir noktasına yaslanmış ve kendi üç kıt ‘anın en mühim mevkilerine uzanmış genç, dinç, güzel dünya durdukça yaşamaya müsta ‘idd bir koçak yiğit iken can çekişip yatıyor [24] Bî-çârenin nâmı ise Devlet-i ‘âliyedir.
Ağlamaz mı bakıp ahvâl-iperîşânm ıza
Dil ü can ile seven devletini, milletini.
Nice zâr olmayalım saltanatın hâline kim
Ne zamandır çekiyor, sadr u fu ’âd illetini.” [25]
Ya biz bu müzmin ‘illetleri düşünelim de hastamızın hayâtından kat’-ı ümîd mi edelim? Hayır, devlet bir şahıstır, ama şahs-ı ma’nevîdir. İbn. Haldun’un dediği gibi özyle ömr-i tabi’îsi filanı yoktur. Hatta sadr u fu’âd dediğimiz’illetler de hakikat değil, bir kuru ‘ünvâv ve nâmdan ‘ibârettir….Hastalığının hakikati kıllet-i ricâl, kıllet-i mâl, kıllet-i ‘askeri kıllet-i esbâb, ve’l-hâsıl kıllet, kıllet, kıllet, herşeyde kıllet. Onun menşe’i ise istibdâd-ı hükümettir.
Şâir makalesinin bu sözlerden sonraki bölümünde Rusya gibi komşuları yılana benzetir, ve Fransız Devrimi sırasında Jakobenlerce benimsenen “Vatan tehlikede!” (La Patrie est en danger!) kuramını andırır bir tutumla devletin şifa bulması için alınması gereken önlemlere geçer. Yazarın bir İslam Tarihi ve bir de Askerî Tarih’ten genişlettiği Osmanlı tarihi kaleme aldığı, Evrak-ı Perişan’ı ve Cezmî, Celâl gibi tarihî-edebî eserleri hatırlanacak olursa, onda tarihilik bilincinin kapsamı daha berrak görünür. Nâmık Kemâl, işte bu tarihilik bilinci ile yurtseverce duygularını birleştirerek, baskıya karşı hukukun üstünlüğünü çıkarır ve ilerleyen satırlarda Molla Güranî ile Fatih arasında geçen kazâ gücünün icrâya üstünlüğüne ilişkin öyküyü aktarır. Devletin büyüklüğü ona göre işte bu şeriat/hukuk üstünlüğüdür. Eski büyüklüğe ulaşmanın yolu da halka özgürlüğünün geri verilmesi ve hukukun üstünlüğünün yeniden sağlanmasıdır. Tek yasal egemen ahali/halk olmalıdır. Görüldüğü gibi Nâmık Kemâl tıpkı Renan ve Şinasi gibi yeni düşüncelerini eski kalıplar içinde dile getirmeye özel önem vermektedir. Bu onun anlam sorunundan önce dil ve anlatım sorununa önem verilmesi gerektiğine ilişkin tutumu ile de örtüşmektedir. Üslup ve düşüncedeki pervâsızlığının nedeni, yerli söylemin içinden konuşmasındandır.
Yurtsever şair yukarıya alınan beyitlerde devlet, millet ve saltanatın perişanlığına ağlıyor; çünkü bunlar, epeyden beri göğüs ve kalp hastalığı çekmektedir. Anlaşılacağı gibi, XIX. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’na verilen “Hasta Adam ” ünvam şâirce de benimsenmiştir.
Bilindiği gibi bu ünvam Çar Nikola bulmuştu. 1853 yılında, Grandüşes Helena Petersburg’daki sarayında bir gece düzenler. Geceye bürokrat, aristokrat ve diplomatlarla birlikte Çar Nikola da çağırılır. Davette Çar bir ara İngiliz elçisi Sir Hamilton Seymour’a Türkiye’yi paylaşmak planını açıklarken şöyle der:
“Bakınız ! Kollarımızın arasında hasta, çok ağır hasta bir adam var. ”
Bundan sonra Avrupalılar Osmanlı Devleti’nden söz ederken, hep bu “Hasta Adam” benzetmesini kullanırlar. [26] Ne var ki, yabancıların Hasta Adam ‘dan umutsuz olmalarına karşılık, Nâmık Kemâl umutlu ve iyimserdir. Ona göre hastalık atlatılabilir, bünye eski sağlığına kavuşabilir.
Hastalığın atlatılması için, diğer Tanzimat dönemi devlet adamları ve aydınları gibi Nâmık Kemâl de Osmanlı birliği (Pan Osmanizm) düşüncesini öneriyor ve savunuyordu. Bu konuda iyimserdi. Osmanlı bütünlüğünün korunması durumunda iyileşme sağlanacaktı. Bunun için şöyle yazıyordu:
“(Pan-Osmanizm sayesinde) Osmanlı Devleti, her uzviyete nâtıkıyet gelmiş bir vücuda benzeyecek; ihtilâfımız bir çalgı takımının mukaddemâtında görülen ihtilâflar gibi dâimâ bir hüsn-i âhenge hizmet edecektir. “ [27]
Bu sözlerde geçen çalgı takımı ve hüsn-i ahenk tamamlamaları, organizmacılığın daha da gelişmiş bir biçimi olan Geştalt görüşünü hatırlatmaktadır. Bu görüşe göre “bütün” ün özel ve derin bir anlamı vardır. Parçalar ancak “bütün” ün içinde kıymet taşırlar. Anlam bütünlüktedir. [28] Nâmık Kemâl’in düşüncesinde parçalar Osmanlı kavimleridir ve yukarıdaki benzetmede, tek tek çalgılara karşılık gelmektedirler. Hüsn-i ahenk, Pan-Osmanizme ve Geştalt görüşündeki “bütün” e karşılık olarak kullanılmıştır
Tanzimat’ın üç büyük paşası Mustafa Reşid, Âli ve Fuad Paşalar, Osmanlı birlik ve bütünlüğünün korunmasıyla zorlukların geçeceğini, siyasî hastalığın iyileşeceğini düşünüyorlardı. Bu konuda, muhalifleri olan Yeni Osmanlılar ile hem-fıkirdiler ve onlar gibi iyimserdiler. Diğerlerinden biraz daha iyimser olan Fuad Paşa, Çar Nikola’nın “Hasta Adam” nitelemesine karşı şunları söylüyordu:
“Ben Türkiye’yi Çar Hazretlerinden daha iyi tanırım. Her tarafını vurdum, dinledim, içli dışlı muayene ettim, şu hakikate vardım ki, Türklerin naturası gayet sağlam olduktan maâdâ, uzvî hiçbir hastalıkla da ma’Iûl değildir. Türkiye cild hastalığına yakalanmıştır. Fakat çabuk iyileşmesi için vücûduna süreceği kükürdü yoktur. ” [29]
Bazı kaynaklar, Fuad Paşa’nın iyimserliğinin, kaygısızlık, vurdumduymazlık ve aldırmazlığa kadar vardığını söylerler. [30] Cevdet Paşa’nın belirttiğine göre bu aldırmazlık o derecedeydi ki eşinin ırz ve nâmus yönünden lâubâlî davranışını bildiği halde buna aldırmazdı. Çünkü yine Cevdet Paşa’nın anlattığına göre eşinin babası Ahmed Efendi Nusayri olup, “bunlarda ırz ve hamiyet kaygısı yoktur .” Eşine bu davranış babasından kalmıştı. Eşinin kardeşi de öyleydi. Fuad Paşa iç güveyisi girdiği için, ailenin yapısına uymak zorunda kalmıştı. Ne var ki asıl sebep bu değildi. Cevdet Paşa’nın da bildirdiği gibi, Fuad Paşa kalp hastası idi. 1868’de kalp tedavisi için gittiği Fransa’nın Nice kentinde ölmüştü. [31] Kalp hastalığı babasından kalmaydı. Hasta oğulları Nâzım ve Kâzım da, babalan Fuad Paşa’nın sağlığında aşırı kilo ve kalpten ölmüşlerdi. [32]
Nâmık Kemâl’in başta andığımız beyitlerdeki “sadr” ve “fit’âd” sözleri, göğüs ve kalp anlamlarına gelmektedir. “Ağlamak”, “ahvâl-i perişan”, “zâr olmak’’, “illet” sözleri ile “sadr” ve “fu’âd” kelimeleri arasında tenâsüb vardır. Öte yandan şairin “Hatta sadrufu’âd dediğimiz’illetler de hakikat değil, bir kuru ’ünvân ve nâmdan ‘ibârettir ” sözlerinden hareketle, “sadr”ın bakanlık ve “fu’âd”ın da Fuad Paşa demek olabileceği düşünülürse, bu iki kelimede tevriye olduğu anlaşılır. Gerçekten Fuad Paşa, 1861-1863 ve 1863-1866 arasında iki defa sadrazam olmuş [33], 1852, 1855- 1856, 1858-1860, 1867-1869 arasında da dört defa Dışişleri Bakanlığı yapmıştı [34] Tevriye sanatını kabul ettiğimizde, Nâmık Kemâl’in “fu’âd” sözüyle aynı zamanda telmih de yaptığını görürüz. Çünkü Fuad Paşa yukarıda da belirttiğimiz gibi kalp hastasıydı ve hiçbir işinde tedirgin ve kaygılı davranmaz; devlet işinde de heyecandan kaçınırdı. Zaten Fuad Paşa Tıphane’nin ilk mezunlarındandı ve mezuniyetinin ardından Tophane doktoru olmuştu. [35] Cevdet Paşa’nın işaret ettiği gibi, Fuad Paşa Tıphane’den diploma almış olduğundan, kendinden kalp hastalığının bulunduğunu ve bu illetin baş ilacının da hiçbir iş için telaş etmemek, kaygıdan uzak yaşamak olduğunu bilirdi. [36] Fuad Paşa yalnız iyimser bir organizmacı değil, aynı zamanda kendini “İçtimaî tabib” sayan bir elitisttir. Tıphane mezunu bir devlet adamının böyle düşünmesi de olağandır. Sonradan bu tavır Jön-Türklerde de sürer. Osmanlı gazetesinde 1 Şubat 1898’de yayınlanan “Kıyam” adlı bir makalede, adını vermeyen bir yazar, toplumun kişi vücûdunun aynı olduğunu anlatıyor ve “heyet-i içtimaiye de tabiblere ihtiyaç duyar” görüşünü ileri sürüyordu. [37] Doktor Abdullah Cevdet, 1 Ocak 1905 tarihli İçtihad’da, Gustave Le Bon’un Les Lois Psychologiques de L’Evolution des Peuples adlı eserini niçin Türkçe’ye çevirdiğini şöyle açıklar:
“Bir kavmin İçtimaî tabibi olmak isteyenlere kavimlerin organlarının teşrih ve fizyolojisini göstermek için, bu kitabı çevirdim. ” [38]
DİPNOTLAR
KAYNAKÇA
|
Namık Kemal'in Hasta Adam Makalesi ve Tanzimat - BilgiPedia
www.bilgipedia.org › organizmaci-gorus-acisindan-na...
FACEBOOK YORUMLAR