ÖPÜCÜĞÜN İLK HALİ – ÖMER SEYFETTİN
(1909 yılı “Teşvik” dergisi 2.Sayı)
Gece yarısı…
Gayet muhteşem, gayet süslü ve heyecan verici bir yatak odası…
Karşımda fevkalade bir pembe düş, muhteşem bir vücut…
Yeşil ipek örtülü, geniş divanın üzerine uzanmış, hırslı ve şaşkın gözlerimle, elektrik ışığının menekşe renginde ki fanustan sızan çığ kalıntısı uykusunun ardı sabahta, başka dünyalardan kaçırılmış, sanki bilinmeyen masallardan dirilen ve şekillenen esir bir peri gibi, zarif ve nazlı, soyunan bu güzel kadının serabımsı hareketlerini izliyordum.
Gökten ve Tanrısal bir beyazlıkla, tevazu yorgunluğu sarhoşluğuyla, bir melek yuvası gibi sakin ve insanlık dışı duran mavi perdeli yatağın ayakucunda, büyük aynaya bakarak yavaş yavaş korsajını çözerken beyaz kolları, beyaz omuzları, bütün hissi duyguları, ruhu, bütün varlığı küçük düşüren tanımlanamaz bir aydınlanma ile parlıyor, etekliklerini çıkarmak için eğildikçe dolgun kalçalarıyla, pembe nurdan arkasıyla, rüyalarda görülen bir şiir abidesi gibi, ruhani, belirsiz ve gerçekten uzak görünmüyordu.
Kalbim çarpıyordu. Birkaç dakika sonra benim ihtirasın kucağı-ma yansımasında pembe ve titrek bir gerçekliğe çekilecek olan bu güzel gençlik hayalini sabaha kadar, sonsuza kadar böyle izlemek, uzaktan bir zevk bilinciyle zevk almış olmak istiyordum.
Her tarafım titriyor, yüzüme sıcak, geçersiz ve kendine has olmayan bir rüzgâr temas ediyor, pantolonum ceplerinde ki ellerime şiddetli bir titreme geliyordu.
***
İşte üçyüz franka alınan tek gecelik bir aşk!
Bu kadar nefis ve muhteşem bir dolgun güzellik, rastlanılan pınardı. Hani evliliğin o kaba ve ihtiyar eli, mümkün değil bana bunu sunamazdı.
Bu kıllı, katı ve buruşuk el, bize bazen yanılarak, istemeyerek verdiği iyiliği, balayından sonra ne kadar yıkıcı, ne kadar zehirleyicidir…
Geçiminin başına kalkılacağı soğukluğuyla, evlilik sahnesinin en göz alıcı dekorları yıkılır.
Bu feci, yavaş yavaş çöküşten başka ne görürüz?
Söyleyiniz. Sonuçta bir gün anlarız ki, tamiri imkânsız, feci bir harabe ortasındayız. Saçlarımız ağarır.
Sebepsiz ve derin bir üzüntüyle acı çekeriz.
Borç senetleri, hesap pusulaları ceketlerimizin iç ceplerini şişmanlatır. Ve bu kabartıların, topluma karşı kişisel duruşumuzu azalttığını düşünemeyiz. Tasalı, acı çeken, sıradan, şiir ve hayalden uzak bir hayat yaşamaya başlarız.
Sonra doktorumuz da sanki yeni bir şey keşfetmiş gibi, bir gün bize der ki:
“Dostum sizde, nevrasteni( Sinir zayıflığı) var. Okumayınız, düşünmeyiniz, üzgün olmayınız. Açık havada geziniz. Şehirlerden uzak yerlerde oturunuz.
Fakat nasıl?
Bunu bilmez, bilmekte görevi değildir. Çaresizliği tarif etseniz anlamaz. Anlamak istemez. Hatta detaylı açıklamalarınızı bile, isteksizce dinlediğini belli eden ifadeler kullanır.
***
Çoraplarını çıkarıyordu, ah ne ayaklar!
Ne tombul ne muntazam dizler!
Kahverengi, gri arası renginde, ince ipekten dekolte gömleği ile parlayan bu kadın, ideal bir hayalin ta kendisiydi.
Kendimi, alakalı ve renkli bir sinema makarası levhası karşısında zannediyordum.
Biraz sonra şu beyaz ve hazır bulunan yatağın içinde, tamamıyla benim olacaktı.
Ve bu mutluluk üç frangın karşılığında bana sunuluyordu.
Böyle bir ilerleme, böyle bir hoşgörü çağında ve birlikteliğin çok rahat olduğu bir yerde doğduğumuz için kendimizi mutlu hissetmeye hakkımız yok muydu?
Vaktiyle çok iyi bir bedenle, bir gecelik temasa hayatın tamamı veriliyordu.
Kleopatra, âşıklarını kavuşmalarının ardında öldürüyordu.
Bir aşk, bir kadın için yıllarca değil, asırlarca savaşılıyor, yüzbinlerce adam boğazlaşıyor, kabul edilen tarih ve din, ormanlarda yaşayan ilkel insanlar, kuyruklu atalarımız gibi, birbirlerini parçalıyorlardı.
Şimdi onlardan ne kadar uzaktayız.
Artık kahramanlığa, kana, heyecana, cesarete, hatta erdeme gerek yok.
Üç yüz frank!..
Yalnız bir gece..!
Mademki geçecek, asırlık gecenin de sonsuz bir yarını gelecek.
Madem ki her şey geçmiş ve hayal olacak..!
Düşünüyor ve ona bakıyordum. Yatağa giriyor, çevik ve zinde bir doğallıkla uzanıyordu.
Kahverengi, gri arası ince ipek gömleğinin altında kendine has, kabaran dolgun kalçaları, narin ve şuh bel, kim bilir ne kadar heyecanlı olan enfes oyluklar…
Kalbimin şiddetle çarptığını hissediyordum.
Ağzımın kuruduğunu, dudaklarımın birbirine yapıştığını hissediyordum.
***
Gülerek “Seyir yeterli artık” diyordu “soyununuz ve çabuk olunuz, sabah olacak”
Cevap vermedim.
Üçyüz frangın, zevk hakkını, sıradan bir iş ve ciddiyetle çıkaracak yerde, boş düşüncelerle hassasiyet ve şairane, yani kolay ve istemsiz uygunsuzlukla zaman geçiyordu.
Ancak senede iki defa ele geçirebildiğim bu zevk fırsatını tepiyordum.
Çabuk kalktım. Soyunmaya başladım.
İçimden geçen anlık hissi düşüncelerimde, yanı anlık his denen sersemlik sırasında, kendime seslendiğim “maddi olalım” derin tavsiyeyi tekrar ediyordum.
O soyunuyordu.
Tamamıyla düşünce ve şaşkınlığımdan kurtulmuş, yan gözle ona bakıyordum.
O kadar güzel, bunula beraber, o kadar heyecanlı o kadar tahrik ediciydi ki!
Gülümseyerek “Ya aşka inansaydım!” diyordum.
Evet bir gecesi üçyüz frank eden bu üstün varlığı sevseydim?
Bir ay itibar etmek için.. Zihnen hesap ediyorum. Dokuz bin frang!
Ne !!!
Dörtyüzelli lira…
Üç nazırın, dokuz mebusun maaşı…
Benim ancak iki senede toplayabileceğim paradan bile çok.
Birden dönüyor, yüzükoyun uzanmış.
Benim dalgın dalgın soyunmamı seyreden bu enfes vücuda bakıyorum.
Beni bu kadar zevklendiren bu istisna kadın, bir masum için, bir tahsil görmemiş, okumamış, anlamamış, saf bir genç için ne müthiş bir felaket olmaya adaydı.
Bu iyi, dolgun kadın karşısında etkilenen bu zavallı, kaybetmeye, cinnete, hırsızlığa, cinayete hatta intihara yönlendirebilirdi.
Bu sefer gülmeyerek, yüzünü yastığa kapatarak diyor ki “Rica ederim. Bu garip bakışla bana bakmayınız… Korkuyorum, korkuyorum…”
***
Soyunarak kendi kendime “İşte isterik bir kadın” diyor iyice zevklenmek için biraz fazla yorulacağımı, bunula beraber daha çok yorularak daha çok zevk alacağımı tahmin ediyordum.
Tamamıyla soyundum.
O halen başı kollarının arasında, yüzükoyun yatıyordu.
Nefis ve davetkâr ensesi pembe bir gül halinde, sanki bir öpücük için açılmıştı.
Yavaşça yaklaştım. Ve dudaklarımı gayet hafif, gayet nazikçe dokundurdum.
Ansızın, cildine yakıcı bir ateş temas ettirilmiş gibi haykırdı ve fırladı.
Sonra yine bitkin düşerek, elleriyle yüzünü kapadı. Ve ağlamaya başladı.
Canım sıkıldı “Lakin azizem” dedim “Niçin böyle yapıyorsunuz, sizi acımı veriyorum?”
Aynı vaziyette, yüzü elleri içinde, ağlayarak cevap veriyordu “Beni korkutuyorsunuz… Korkuyorum. Gözlerinizden bakışlarınızdan korkuyorum. Rica ederim bana acıyınız, bu odadan çıkınız, bana laf söylemeyiniz. Elinizi dokundurmayınız. Yaklaşırsanız haykıracağım. Allah aşkınıza çıkınız, çıkınız”
Cidden canım sıkıldı. Bu buhran, tatsız, münasebetsiz, lezzetsiz, sıkıntı veren bir buhrandı.
Biraz sertçe sordum “Fakat niçin benden korkuyorsunuz?”
Sinirsel hıçkırıklar arasında cevap veriyordu “Ah, siz sadist bir adamsınız. Bakışınızdan anladım, iç sesim bana söyledi. Ah siz müthiş bir sadistsiniz…”
Hayretle tekrar soruyorum “Sadist ne?”
Sorumdan kaynaklı şaşkınlığı, heyecanından daha çoktu. Dağınık saçları altında kızararak daha çok güzelleşmiş, daha çok be-yazlaşmış olan yüzünü yastıktan kaldırdı. Baktı. “Sadizmin ne olduğunu bilmiyor musunuz?”
Hafif ve öğrenmek isteyen bir tebessümle cevap verdim “Hayır”
Biraz durdu. Azıcık kızarmış gözlerinde, hani o hepimizin tanıdığı bakış “Genç Türklerden kuvvetli bir cahil daha” diyen o içten ve Avrupalı bu kelimeyi bilmenin verdiği güçle ansızın parladı. Sakin bakıyordu, birden ağlamasını kesmiş, soruyordu “Ciddi mi söylüyorsunuz?”
“Gayet ciddi”
Gülümsüyor ve yine bakıyordu. Sanki benden yavaş yavaş emin oluyordu. Bu sakinliğine güvenerek yatağın kenarına oturdum.
Korkusunun yersiz olduğunu söylüyor, sakinleşmesini, inanması gerektiğini rica ediyordum.
Ellerini tuttum. Ateş gibiydi. Ve ne kadar yumuşaktı…
Ricamı tekrar ediyordum. O kısa cevaplar veriyordu. Ve görüyordum ki iyice sakinleşiyordu, biraz cesaretlendirdim.
Tamamıyla yatağa girdim. Yüzüm ondan tarafa yan uzanmıştım. Çıplak omzunu öpmek istedim.
Yine haykırdı “Oh öpmeyiniz, bari öpmeyiniz!” diyordu “öpülürken beni parçalıyorlar düşüncesiyle titrerim. Bilseniz bu öpüşten ne kadar dehşete düşüyorum”
***
Yorulmuştum, o kadar ki artık taciz olduğumu bile hissedemiyordum.
Onun kırmızı ve küçük dudakları, daima reddeden hareketleri, her sarılışımı iten kolları bana daha şiirsel geliyordu, imkânsız isteklerime ulaşma arzularımı üstünkörü harekete geçirmeye çalışıyordu.
Nihayet laf olsun diye sordum “Söylesenize, sadizm nedir?”
Epey sakinleşmişti. Kaygısız ve cilveli veriyordu. “Sadizm mi? Oh, bu ne müthiş bir erkek hastalığıdır. Buna yakalanan erkek, kadını ezmek, dövmek, zulüm ve haksızlık ederek zevk alır. Bazen sebepsizce kadının saçlarını yolmakla, gözlerini çıkarmakla, yüzüne kızgın yağ dökmekle, vücuduna iğneler batırmakla, burnunu ve yahut kulaklarını kesmekle, hastalık eğilimini tatmin edemez, öldürür. Fakat nasıl? En vahşi ve korkunç şekilde… Ya ufak bir çakı ile boğazını keser ya da ustura ile karnını yarar ve yahut yavaş yavaş parmakları ile boğar. Katil Jacques Levantreur ve Vacher işte bu hastalığın en ileri derece hastalarındandır. Bu hastalık bazı hayvanlarda da vardır. Gagalıların hepsi sanki bu hastalığın esiridir. Horoz, en sevdiği tavuğu en çok döver. Güvercin eşine, bütün şairlerin bestelediği o muhabbeti beslemesine rağmen o kadar haksızlık eder ki… Sülünler bu hususta en çok dikkat çekendir. Çiftçiler çoğunlukla kafeslerinde zavallı dişiyi tüyleri yolunmuş, kafası parçalanmış, ölü bulurlar. Onu öldüren erkeğin gagası, erkeğin aşk hastalığı, daha doğrusu sadizmdir.”
***
Yatağa, henüz dokunduğum vücut ateşinden, tatlı ve bayıltıcı bir sıcaklık yayılıyor, ben onun yanında, hemen yakınında, boylu boyunca uzanmış, bu tarifsiz hararet içinde mest oluyordum.
O devam ediyordu “Sadizm. Ah bu kelime bile ismini bir deliden almıştır. Siz ‘Justien’i’ yahut ‘Faziletin Felaketlerini’ okudunuz mu? Okumamışsınızdır. İşte bu eserin yazar Marquis de Sade… Bu zavallı, kitabının her sayfasında, bu hastalığının aşamalarını, nöbetlerini, buhranlarını gösterip tanımlıyordu. Sonuçta kendi ismi ile tanımlanan hastalık tanımlanır oldu…”
Elimi yavaşça beline atmıştım. Artık uygun davranıyordu. Hatta çıplak kolunu elimin üzerine uzattı. Mutlu elim, hususi bir zevkle kendinden geçerek uyuşuyordu.
Ben daha yaklaşıp ilerleyerek “O halde benden tamamıyla emin olabilirsiniz” diyorum. “Bu kadına işkence etmek gibi bir düşünce, meylime oldukça yabancıdır. Aksine sonsuz bir istekle isterim ki, bir kadın bana zulmetsin, beni dövsün, beni aşağılasın. Beni acınası kılsın… Ben ağlayayım. Onun ayaklarına kapanayım. O benim başıma vursun. Ayakkabılarını öperken dudaklarımı kanatsın. Beni kovsun ben yalvarayım. Yine kovsun. Ben yerlerde sürüneyim. O yine işkencesine devam etsin. Hatta öldürsün. Ah sevilen bir vücut karşısında ki itaat, bu alçalmada ki lezzet.. Nasıl tarif edeyim…”
***
Gülerek dinliyor ve yavaş yavaş koynuma, kendini teslim ediyordu. Elleriyle saçlarımı karıştırarak diyordu ki “Azizim, o halde yine hastasın. Yine tam sağlıklı ve doğal değilsin. Fakat bu hastalığın sadizm değil, onun aksi. Mazoşizm ki bu be-nim çok hoşuma gider. Bir köpek kadar yumuşak başlı ve itaatkâr, bütün sinirimin, huysuzluklarımın, buhranlarımın, bütün işkencelerime dayanıklı, hatta bunlardan zevk alan bir erkek… Muazzam bir hayal!”
Kollarımın arasında ateşli göğsünü, şeffaf ve hayat dolu tazelikle parlayan memelerini kendimden tarafa çekerek “İşte ben müthiş bir mazoşistim” dememe gülüyor ve “Ayda onbin frank da gücün olaydı o vakit benim gerçek hayalim olurdun” diye cevap veriyordu.
Artık tamamıyla benim olmuştu. Barışmıştık. Göğsümün üzerinde sıkıyordum. Dayandım. Öpmek istedim. Eliyle ağzımı tuttu “Ooo, bu yasak” diyordu “öpüşe kesinle izin veremem, kesinlikle”
Israr etmedim. Lakin en genç sinir hastalıkları ve psikiyatrilerden daha çok bilgisi olan bu kadının niçin öptürmediğini merak ettim ve sordum
“Niçin mi? Öpücük kadar çirkin bir şey tanımlayamam” diyordu. “O da sadizmin işaretlerinden bir şey, müthiş bir hatıra… Öpücüğün ilk hali neydi ki? Biliyor musunuz? Şüphesiz hayır… Değil mi? Isırmak, ısırmaktı. Bizim pek eski asırlarda yaşayan atalarımızda müthiş sadistlerdi. Dişisini gagasıyla öldüren sülünler gibi analarımızı ısırıyorlardı. Zaman, geçen asırlar onların hastalığını tedavi etti, eğilimlerini yumuşattı. Bu ısırma daha yavaş yavaş iffetli bir görünüm alarak, öpücük oldu.”
***
Ve biraz heyecanla ilave etti. “Öpücük, öpücük… Kırk asırdan beri erkeklerin ellerinden atamadıkları baston gibi, bakir ve el değmemiş ormanların, vahşetin, hayvaniyetin, vahşiliğin, hatırası… Kadınların hukukunu tanımayan, feminizmi yok sayan, kadınları esir ve doğurgan bir zevk aleti ve üreme gören sadist erkeklerin zevk aracı… Bundan nefret ederim. Bilirim ki vahşilik ve bayağı bir ateşle temas eden kıllı dudakların arkasında sert ve keskin kesici ve koparıcı dişler vardı. Dönem içinde annelerimizi ısıran, annelerimizi inciten, annelerimizi haykırtan bu dişler bugün faaliyette değil! Lakin bütün hırsını küstah ve şımarık dudaklar üstlenmiş durumda. Onların adına emiyor, duygularımızı tahrip ediyor. Kirletiyor. Bizi iğrendiriyor. Erkek öpmekle zevk alıyor. Çünkü ne kadar olgunlaşsa, ne kadar değişse de atalardan gelen ona bir hastalık parçası, biraz sadizm hediye ediyor. Lakin hiçbir kadın, erkeğin bu vahşi zevkinden, bu ısırmanın hatırası olan zülüm ve işkenceden taklidinden hoşnut değildir. Nefret eder.”
Susuyor, dinlenir gibi başını koluma koyuyor, ricacı bir bakışla yavaşça soruyordu “Vaad eder misin? Beni öpmeyeceksin, vaad eder misin?”
Göğsümün üstünde bütün kuvvetimle sıkarak vadediyor, vaadimi en doğru ve samimi yeminlerle doğruluyordum. Lakin üzülerek bu mümkün sözü tutamadım. İki saat geçmişti. Ne o, ne ben yorulmamış, birbirine dolaşan kollarımız gevşememişti.
Ben artık zorla ve aralıklarla onu öpücüğün ilk haliyle öpüyor, yani ısırıyorken o gittikçe azalacağına, artan aşk susuzluğu ve istemiyle şaşkın, kuralsız, hoşnut, yalnız “merhamet yamyam, merhamet!” diye fısıldıyor, fakat asla direniş göstermiyordu…
Yayına Hazırlayan: Serdar Alp Öztürk
https://www.bilgipedia.org/category/oyku-ve-denemeler/
FACEBOOK YORUMLAR