ÖMER SEYFETTİN'E MEKTUP - Yazan: Fazlı KÖKSAL

ÖMER SEYFETTİN'E MEKTUP - Yazan: Fazlı KÖKSAL
07 Temmuz 2020 - 22:59 - Güncelleme: 07 Temmuz 2020 - 23:04

ÖMER SEYFETTİN’E MEKTUP

 
2020 Ömer Seyfettin’in ölümünün  (06.Mart.1920) 100. Yılı… Balıkesir’de Büyükşehir Belediyesi, Balıkesir Üniversitesi ve Balıkesir Valiliğinin aldığı bir kararla 2020 Ömer Seyfettin Yılı olarak ilan edildi… Keza İstanbul Sancaktepe Belediyesi de 2020’yi Ömer Seyfettin Yılı olarak kabul etti. Çeşitli etkinliklerle Ömer Seyfettin’i anacak… Ayrıca bazı sivil toplum kuruluşları da Ömer Seyfettin’i anmak için çeşitli etkinlikler düzenliyorlar-düzenleyecekler…
Gönül isterdi ki; devletimiz Milli Eğitim ve Kültür-Turizm Bakanlıkları ile TDK başta olmak üzere tüm kurum ve kuruluşları ile vefatının 100. yılında bu büyük yazarımızı layık olduğu şekilde ansaydı…
Üç Aylık Kültür ve Sanat Dergisi BİZİM KÜLLİYE’nin Mektup Özel Sayısında  (2020 Ocak- Mart-83) yayınlanan Ömer Seyfettin’e Mektup başlıklı yazımı beğeninize sunuyor, bu vesile ile de ona Tanrı’dan rahmet diliyorum…
Fazlı KÖKSAL…
 
Cancağızım;
İnanın, size bu mektubu yazarken en çok nasıl hitap edeceğim konusunda düşündüm. “Sayın Ömer Seyfettin” gibi bir hitap fazla alışılmış, hatta fazla yapay olurdu. Sade Türkçe’nin öncüsüne “Muhterem Üstadım” gibi alışılmış ama ağdalı bir ifade ile de hitap edemezdim. Övülmekten hoşlanmadığınınız için,  hakkınızdaki gerçek düşüncelerimi ifade eden “Türk Hikâyeciliğinin Öncüsü”“Sade Türkçenin Yol Açıcısı” gibi hitapları da kullanamadım. Benden çok önce yaşamanıza rağmen, çok genç yaşta vefat etmeniz nedeni ile “Değerli Büyüğüm”,  “Kıymetli Ağabeyim” gibi hitap tarzlarını da kullanamadım… Başta Ali Canip Yöntem, Aka Gündüz ve Ziya Gökalp olmak üzere yakın arkadaşlarınıza, dostlarınıza, sevdiklerinize “Cancağızım” diye hitap ettiğinizi, dostlarınızın da size aynı şekilde hitabından hoşlandığınızı hatırlayınca, tereddütlerim yok oldu, arayışlarım son buldu. Yaklaşık bir asır farkla da yaşasak, sizi kendime çok yakın bulduğum, bir yoldaş, bir arkadaş, bir dost bildiğim için, size “Cancağızım” diye hitap etmemi hoş görürsünüz umarım.
 Cancağızım; sizin o kadar kulağınızı çınlatıyorum ki… Rahmetle anıyorum mu demeliydim yoksa? “Kulak çınlatmak” deyimi canlıların ismini anınca söylenirdi değil mi? Mektup da canlıya yazılmaz mı? Uçmağa varmış birine mektup yazınca canlı için söylenen kavramları kullanmamı da mazur görmeniz lazım.  Neyse, demek istediğim; sizi o kadar çok anıyor ve arıyorum ki…
Sizinle sohbet etme, size mektup yazma ihtiyacını ilk defa 2010 yılında hissettim… İsrail Dışişleri Bakan Yardımcısı, Türkiye’nin İsrail Büyükelçisini makamına çağırmış kendisi yüksek bir koltukta otururken elçimizi alçak bir koltuğa oturtmakla kalmamış, kameralara İbranice, “Bizim yüksek, onun daha alçak bir koltukta oturduğuna, masada yalnızca İsrail bayrağı bulunduğuna ve bizim gülümsemediğimize dikkatinizi çekerim” diyerek, yalnız onu değil Türk Milletini refüze etmişti..  Bu haberi televizyonda –siz saatlerimizi karşısında geçirdiğimiz, yeme, içme, yaşama kültürümüzü ona bakarak şekillendirdiğimiz, onsuz yapamadığımız, düşüncelerimizin mimarı olan aptal kutusunu bilmiyorsunuz değil mi? Başka bir mektubumda televizyonu daha tafsilatlı anlatırım- sinir katsayım yükselmiş bir şekilde izlerken, aklıma siz ve Pembe İncili Kaftan hikâyenizin unutulmaz kahramanı Muhsin Çelebi geldi…  İran Şahı’na elçi olarak gönderilen, ancak Şah tarafından oturması için yer gösterilmeyince, devleti daha iyi temsil edebilmek için bir servet harcadığı pembe incili kaftanını yere sererek ona bağdaş kuran, görüşme bitince de o kaftanı orada bırakarak çıkan Muhsin Çelebi’yi hatırladım… Ve düşündüm, eğer büyükelçimiz, Pembe İncili Kaftan’ı okumuş olsaydı, o hikâyede anlatılan, ikbal peşinde koşmayan, cesur, kimseye mihneti olmayan, devletin vakar ve itibarını kendisinin temsil ettiğini bilen Muhsin Çelebi’yi tanımış olsaydı; ne kendisini, ne de devletimizi o duruma düşürür müydü?
Konu Türklük ve Türkçe olunca da sizinle dertleşmek arzusu bende dayanılmaz bir hal alıyor… Birisi güzel Türkçemiz aleyhinde bir söz söylese,  dilimizi aşağılayıp, Arapçaya, Farsçaya veya Frenk dillerinden birisine övgüler yağdırsa; bir hatip,  bir siyasetçi, bir yazar, bir sunucu Türkçeyi hatalı kullansa sizi hatırlarım…
“Türkçeye Karşı Enderunca” başlıklı yazınızı okuduktan sonra şu cümlelerinizi not almışım: “Milliyetimiz nasıl Türklük, vatanımız nasıl Türkiye ise lisanımız da Türkçedir. Türkçe bizim manevî ve mukaddes vatanimizdir. Bu manevî vatanın istiklâli, kuvveti resmî ve millî vatanımızın istiklâlinden daha mühimdir. Çünkü vatanını kaybeden bir millet eğer lisanına ve edebiyatına hâkim kalırsa mahvolmaz, yaşar ve yine bir gün gelir siyasî istiklâlini kazanır, düşmanlarından intikam alır.
Fakat bir millet lisanını bozar, kaybederse hatta siyasî hâkimiyeti bâkî kalsa bile tarihten silinir. Esirleri onu yutar. Yazık ki bizim lisanımız, bu konuştuğumuz güzel Türkçe de hemen hemen kaybolmağa yüz tutmuş. Eğer uyanmamız biraz gecikseymiş tamamıyla kaybolacakmış”
Ali Canip Bey’e yazdığınız meşhur mektupta ne diyordunuz;  “Geliniz Canip Bey, edebiyatta, lisanda bir ihtilal vücuda getirelim. Ah büyük fikir, sây, sebat ister.”  Ve o arzuladığınız ihtilali başlatmakta da geç kalmadınız… Genç Kalemler dergisinin, ikinci cildinin Nisan 1911 tarihli ilk sayısında yayımlanan "Yeni Lisan" başlıklı makaleniz, öncülüğünü sizin Ziya Gökalp ve Ali Canip Yöntem beylerin yaptığı Yeni Lisan- Sade Türkçe hareketinin bir manifestosu niteliğindedir. Hatta sizin tabirinizle “lisanda bir ihtilal”dir. Bazı kitaplar, bazı yazılar vardır ki tarihin yönünü değiştirir. Fikirlerde ihtilal gerçekleştirir.  Türkçe'nin dirilişinin ve Milli Edebiyat Akımının habercisi olan YENİ LİSAN başlıklı makaleniz de lisanda ihtilal yaratmıştır.
Yeni Lisan’ın sonunda; “Ey gençler! Ey bugün eski devirden kalma kalma mekteplerin dar dershanelerindeki kuru sıralar üzerinde müstakbeli kazanmak için çalışan gençler, sizi bekleyen vazifeler pek ağırdır. Siz bütün dünyaca siyasi ve içtimai mevcudiyeti silinmek istenilen bir milleti kurtaracaksınız. …….     Uyanınız, galebe için düşmanlarımızı tanımak lazımdır ve biliniz ki, bu asırda muharebeyi ordular yaparsa da muzafferiyeti asla kazanamaz. Muzafferiyet intizam ve terâkkinindir…….Terakki ise ilmin, fennin, edebiyatın hepimizin arasında intişarına vâbestedir. Ve bunları neşr için evvela lazım olan milli ve umumi bir lisandır. Milli ve tabii bir lisan olmazsa ilim, fen, edebiyat gene bugünkü gibi bir muamma halinde kalacaktır. Asrımız terakki asrı, mücadele ve rekabet asrıdır. Biz bir köşeye çekilip Nedim’in parlak fakat tabiata muhalif terkiplerini terennüm edersek mezarımızı kendi ellerimizle kazmış oluruz. ………..Evet ey gençler! Hepiniz yeni lisanı ihyâ ve icâda çalışınız, zekanızı, maharetinizi, dünküleri körü körüne taklide değil, yeni lisanı vaz ve tesise sarf ediniz. ……. Eskiler ve dünküler idraklerinde mahdut ve masumdurlar. Sathi ve behimi düşünürlerdi, onların gayesi “hâl ve mâzi” idi, sizin gayeniz istikbal, istikbal, istikbaldir. Sizden sonra gelecek olan nesil, idrâkinize rağmen muhafazakar ve mâziye muhip kaldığınızı görürse size ebedi lanetler edecektir!”  diyordunuz… Bu makalenizde yaktığınız meşale Türk Gençliğinin ufkunu aydınlattı… Yeni Lisan- Sade Türkçe görüşü gün geçtikçe taraftar topladı. Ziya Gökalp, Ali Canip, Yusuf Akçura, Hamdullah Suphi, Ahmet Ağaoğlu gibi yazarlar yazdıkları yazılarla, Mehmet Emin, Orhan Seyfi, Samih Rıfat, Faruk Nafiz, Kemalettin Kamu, Mithat Cemal gibi şairler şiirleriyle,  Refik Halit, Halide Edip, Ahmed Hikmet, Müfide Ferid, Yakup Kadri, Reşat Nuri, Aka Gündüz ve Halide Nusret gibi yazarlar da hikâye ve romanlarıyla Yeni Lisan hareketine destek verdiler. Böylece Milli Edebiyat akımı oluştu… Ve hitap ettiğiniz gençlerden birisi olan Atatürk, sizin ifadenizle “Bütün dünyaca siyasi ve içtimai mevcudiyeti silinmek istenilen” Türk Milletini kurtarmakla kalmadı, Türk Dili Tetkik Cemiyetini kurarak, sizin görüşlerinizi devlet politikası haline getirdi… Türk Dil Devrimini hayata geçirdi.
Yaşadığınız yıllarda Türk Milletini tehdit eden felaketi en iyi gören aydınların başında siz vardınız… Mehmet Emin başlıklı manzumenizde;
“Arap, Acem afyoncusu Türk-ili’nde pek çoktu;
Türklük yoktu Tarih denen hailenin içinde
Sönüyordu bir milletin on bin yıllık varlığı,”
Mısralarıyla Türk Milletinin maruz kaldığı tehdidi açık bir şekilde ifade ediyordunuz…
Siz Türkçeye ve Türk edebiyatına olduğu kadar Fransızcaya ve batı edebiyatına da hakim olan, Osmanlı ve Selçuklu Tarihi yanında İslam öncesi Türk Tarihini iyi bilen dünya tarihi konusunda da bilgisi olan, din ve felsefe konusuna da temel eserleri okumuş bir aydın; askeri lisede ve harp okulunda okumuş bir süre cephelerde savaşmış, esir düşmüş, esaretin acısını yaşamış iyi bir subay; müsabakalarda başarı göstermiş sportmen bir boksör ve “Türk Hikayesinin kurucusu” unvanını hak etmiş önemli bir yazarsınız…
Aydın olmanız olayları sorgulamanızı, meselelere farklı cephelerden bakmanızı, asker olmanız vatanla ilgili tehlikeleri tespit edebilmenizi ve stratejik değerlendirmeler yapabilmenizi, sporculuk hızlı ve çabuk düşünmenizi, esaret dönemi de olayları derinlemesine düşünmenizi ve olayların her yönüyle gözlemleyebilmenizi, yazarlık ise olayları geniş bir perspektifle bakmanızı ve olaylar arasında sebep-sonuç ilişkilerini çok iyi bir şekilde kurabilmenizi sağlamıştır. Tüm bunların sonucunda da ortaya can alıcı yazılar ve mükemmel hikâyeler çıkmıştır.
Eserlerinizi çok farklı edebî türde vermenize karşılık, hep hikâyelerinizle ön plana çıktınız. Ancak hikâyeleriniz kadar hatıralarınız ve edebiyat eleştirilerinizin de çok önemli olduğunu kabul etmek gerekir.
Aslında yazdıklarınız; okuduklarınız, yaşadıklarınız ve düşüncelerinize tutulmuş bir aynadır sadece… Düşüncenizin net olması, yazdıklarınızın da net olmasını sağlamıştır…
Bir yazınızda, okuma ve yazma eylemlerinizi anlatırken “… Okumanın şehvetini benim kadar duyan yoktur sanırım. Sıcak bir odada koltuğa yaslanıp eğlenceli meraklı bir romanı okumak. İçinde en keskin heyecanları, en sıcak gözyaşlarını saklayan şiirleri sakin sakin gülümseyerek gözden geçirmek. Fakat yazmak! işte bu güçtür. Ben yazarken çok ıstırap çekerim. Sinirlerim bozulur. Sağ ayağım buz kesilir. Okurken neşelenirim. Hafif bir hararet her tarafımı kaplar.” Diyorsunuz… Okumayı, yazmaktan çok daha zevkli bir uğraş olarak gören, yazarken ıstırap çeken bir insan,  yüz elli civarında hikâyeye, yüzlerce makaleye, Kalevela ve İlyada gibi dev çevirilere, halk masalları ve destanlarının derlemesine ve de pek çok şiire imza atmışsa, zevk aldığı okuma eylemine ne kadar zaman ayırmıştır, ne kadar kitap okumuştur diye düşünmeden edemiyorum.
Yazdıklarınızdan da neleri okuduğunuzu anlamak mümkün. Okuma serüveninizde Homeros’un ayrı bir yeri olduğunu anlıyoruz.  Çeşitli hikâyelerinizde Shakespeare, Emile Bergeret, Gaston Deschamps, Cervantes, Maurice Leblanc, Sir Artur Canon Doyle, Daniel Defoe, Piere Loti Antoine Albalat, Gustave Flaubert, Emile Zola, Guy de Mauppasant, Lawrence Durel gibi edebiyatçılardan, J.J.Rousseau, Marguies de Sade, Max Narda, Spencer, Montaigne, Bacon, Darwin gibi düşünürlerden yaptığınız alıntı ve  göndermeler batı edebiyatına hem vakıf olduğunuzun, hem de ilgi duyduğunuzun göstergesi… 
Gerek bir makalenizdeki; “Bir insan kendi edebiyatının tarihini bilmezse mümkün değil millî bir satır yazı yazamaz. Meselâ Divan edebiyatının -buna “Edebiyat-ı atika” da derler- son derece suni olduğunu, hiçbir vakit hayatın makesi olmadığını bize ancak edebiyat tarihi gösterir. Klasikleri, naatları, gazelleri, terkipleri, tercileri, kıtaları okumalıyız: fakat tecessüs için! Tıpkı bir müzenin içindeki eski eşyaya bakar gibi…” şeklindeki ifadelerden, gerekse çeşitli hikâyelerdeki göndermelerden, pek sevmediğiniz divan edebiyatını da iyi bildiğinizi anlıyoruz… Gerek makalelerinizden, gerekse hikâyelerinizdeki göndermelerden anlaşılıyor ki; Edebiyatı Cedide ve Fecr-i Ati edebiyatçılarının yazdıklarını çok yakından takip etmişsiniz. Milli Edebiyat akımının mimarlarından olduğunuz için, zaten onları takip etmek zorunda hissediyordunuz.   Ama sizin okumalarınızın merkezine Halk edebiyatı ve Türk-İslam klasikleri oturmuş. Bir yazınızda Halk edebiyatının önemini şöyle belirtiyorsunuz; “Türkçülüğe göre, edebiyatımız yükselebilmek için, iki sanat müzesinde terbiye görmek mecburiyetindedir. Bu müzelerden birincisi Halk edebiyatı, ikincisi Batı edebiyatıdır. Türkçü şâirler ve yazarlar bir taraftan halkın güzel eserlerini, öte yandan Batının şâheserlerini model olarak almalıdırlar. Türk edebiyatı, bu iki çıraklık devresini geçirmeden, ne millî olabilir, ne de tekâmül edebilir. Demek ki edebiyatımız bir taraftan halka doğru, öbür yandan Batı’ya doğru gitmek mecburiyetindedir.” Oğuz Destanı, Ergenekon Destanı, Binbir Gece Masalları, Dede Korkut Hikayeleri, Nasrettin Hoca Kıssaları, Leylâ ile Mecnun, Tahir ile Zühre, Aşık Gârip, Âşık Kerem hikayeleri gibi sözlü/yazılı halk anlatısı kaynaklarına vakıf olduğunuzu Millî edebiyatların oluşumunda destanların rolüne dikkat çekmek amacıyla “Kırk Kız” ve “Köroğlu Kimdi?” gibi destan metinleri üzerinde çalıştığınızı biliyoruz. Kuran-ı Kerim, Hadis Külliyatı, Mesnevi,  Peçevi Tarihi, Naima Tarihi, Tarihi Cevdet gibi temel klasik kaynakları okuyup incelediğiniz de malum… Okuma yelpazenizin genişliği, okuduğunuz eserlerin çeşitliliği, tecessüsünüzün derinliği karşısında da hayran olmamak mümkün değil.
Siz müthiş bir takım oyuncusunuz aynı zamanda. Hikâyelerinizde, Yeni Lisan hareketini birlikte başlattığınız Genç Kalemler dergisindeki kalem arkadaşlarınız Ziya Gökalp ve Ali Canip Yöntem’den yaptığınız alıntılar ve çağırışımlar dikkat çekici ölçüde. Mesela Primo Türk Çocuğu isimli hikâyeniz Gökalp’in Turan şiirinin son beytinden yapılan alıntı ile başlar “Vatan ne Türkiye’dir Türklere, ne Türkistan/ Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir Turan…”  Ayrıca; Piç, Çağrışım, Küçük Hikaye ve Şimeler simli hikayelerinizde de  Ziya Gökalp’ten, Piç’te Ali Canip Yöntem’den Ashab-ı Kehfimiz’de Mehmet Emin (Yurdakul) Bey’den alıntı ve çağrışımlara yer verdiğiniz tespit ettim… Böylece hem onların kamuoyu tarafından tanınmasına, hem de görüşlerinin yayılmasına katkıda bulunmayı düşündüğünüzü tahmin ediyorum. Bilmem yanılıyor muyum?
Cancağızım; hikâyelerinizde kadını ikinci sınıf insan olarak gören anlayışı sıkça eleştirirdiniz. Aradan yıllar geçti, kadına seçme-seçilme hakkı verdik. Kadınlarımızın okuryazarlığı arttı. Kadınlarımız, erkeklerin yaptığı her işi yapar hale geldiler, kadın milletvekillerimiz, bakanlarımız, hatta başbakanımız oldu.  Ama kadına bakışımız pek değişmedi. Hatta kadın tacizlerinde ve kadın cinayetlerinde büyük artışlar oldu. Kadın Cinayetlerine şahit oldukça, acaba hata yalnızca erkekleri kadından üstün olduklarını düşünecek şekilde yetiştiren, toplumsal ve ailevi eğitim anlayışında mı? Yoksa bazı erkeklerin yaratılış itibariyle sadizme eğilimli olmalarının bu olayların oluşumunda payı var mı? Diye düşünmeden edemiyorum... Sizin "Busenin Şekl-i İptidaisi" isimli hikayenizin kahramanına "Sadizm mi?… Oh, bu müthiş bir erkek hastalığıdır. Buna müsab olan erkek, kadını ezmek, kadını dövmek, kadına zulüm ve îtisaf etmekle mütelezziz olur. Bazen bilâ-sebep kadının saçlarını yolmakla, gözlerini çıkarmakla, yüzüne zaryağı dökmekle vücuduna iğneler, şişler batırmakla, burnunu veya kulaklarını kesmekle meyl-i marazisini tatmin edemez, öldürür." Dedirttiğinizi görünce, sizin insanı, insanın yaratılışını, eksikliklerini, sapkınlıklarını mükemmel bir şekilde tahlil etmenize hayran oldum…
Hangisini ilk okudum tam hatırlamıyorum ama ilk okuduğum hikâyeleriniz;  Kaşağı, Ant ve İlk Cinayet’ti… Aslında birkaçı dışında bırakın hikâyelerin, romanların bile konusunu, kahramanlarını ancak notlarıma bakarak hatırlayabiliyorum… Ama sizin hikâyelerinizin çoğunu, özetini yazacak şekilde net olarak hatırlıyorum…
Mesela, Primo Türk Çocuğu’nda; milli benliğinden habersiz yetiştirilmiş Babası Türk, Annesi İtalyan bir çocuğun, Türk milli benliğine dönüş arayışları anlatırsınız… Şimdi milli benliğinden kopuk yetiştirilen  o kadar çok çocuğumuz var ki… Yabancılarla  evliliklerden doğan ve Türklükten uzak yetiştirilen on binler var…  Yurtdışında Türk anne-babadan meydana gelip tek kelime Türkçe bilmeyen yüzbinler var..  Ancak,  bürokraside bu soruna, sizin gösterdiğiniz ilginin yüzde biri kadar önem veren yetkililer yok...
Mesela, Bomba’da; Balkanlardaki Bulgar eşkıyanın vahşeti anlatılır… Türkiye’de, Bulgar vahşetinin, Sırp vahşetinin kat kat büyüğünü PKK vahşetini yaşadık- yaşıyoruz… Ama ne yazık ki, bu vahşeti, sizin ustalığınızda aktaracak, ne hikâyeci, ne romancı ne de sinemacı çıkaramadık…
Siz iyi bir hikâyeci olduğunuz kadar iyi bir romancısınız… Bazıları “Uzun Hikâye” dese de, Efruz Bey ve Yalnız Efe Türk Romanının en güzel örnekleri arasındadır… Siz de iyi bir hikaye yazarı olduğunuz kadar, iyi bir roman yazarısınız. Öyle nitelediğim için bu iki romanınıza “Meyve Tadında Romanlar” isimli kitabımda yer verdim…
Efruz Bey’de;  Batı öykünmecisi, taklitçi, şekilci bir sözde aydının çelişkileri, inançsızlığı, çıkarcılığını ne güzel anlamışsınız.  Efruz’u köksüzlüğün, şarlatanlığın, meziyetsizliğin, yalancılığın bileşkesi olarak tanımlamışsınız Sık sık fikir değiştiren Efruz Bey’i eleştirirken aslında, o günün düşünce önderlerine i!) eleştirdiğinizi düşünüyorum.  Günümüzde de öykünmecilik gündemde. Türk(!) Aydını (!) yine taklitçi, yine şekilci ve yine Türk’e ve Türk’ün geleneklerine göreneklerine düşman…
Yalnız Efe’de; bir Türk Kadınının -Kezban’ın-  şahsında haksızlığa ve zulme isyanın hikâyesini dile getirdiniz…  Ne kadar ihtiyacımız var günümüzde, zulme, haksızlığa karşı sesimizi yükseltmeye… Zulme karşı mazlumun sesi olmaya… Ve bu duyguları kâğıda dökecek Ömer Seyfettin’lere…
Sizi idealist kahramanlarınıza benzetirim. İdealist kahramanlarınızı kaleme alırken, belki de kendinizi anlattınız…
Pembe İncili Kaftandaki, Muhsin Çelebi, başa kakılan diyetlerin bedelini gerekirse kolunu feda ederek ödeyecek Koca Ali, Fermandaki Tosun Bey Nadan’daki doğru bildiğini kellesi pahasına söyleyecek  Köse Vezir gibi yöneticilere, halk önderlerine, rol-modellere ne çok ihtiyacımız var biliyor musunuz? Bazen insanlarımızın, bu kahramanlar gibi kişileri örnek aldığını, önder edindiğini hayal eder ve mutluktan mest olurum.
Şuna tüm kalbimle inanıyorum; sizi iyi bir yazar yapan özelliğiniz yalnızca güçlü kaleminiz değil, eserlerinizin konularını bulmanızı ve kahramanlarını  kâğıda dökmenizi   sağlayan dünya  görüşünüzdür… İdealistliğiniz, ülkücülüğünüzdür. Ünlülerin yaşam öyküsünü anlatan pek çok eser okudum…   Şunu rahatlıkla ifade edeyim ki, bu eserler içerisinde ismi en isabetli seçilmiş olanı, Tahir Alangu’nun sizin hayatınızı anlattığı kitabıdır; “Ömer Seyfettin; Bir Ülkücü Yazarın Romanı”. Evet sizi tanımlamak için en uygun kelime “ülkücü”dür…
Sizin İttihat ve Terakki’ye üye olduğunuzu biliyoruz… Bu o tarihte kendisini “Türkçü” olarak tanımlayan bir aydın için doğal bir seçim… Buna rağmen siz siyasete hep mesafeli oldunuz. İttihat Terakki’nin güç ve nüfuzundan faydalanarak çıkar sağlamayı, makam ve menfaat sağlamayı hiç düşünmediniz… Hatta İttihat ve Terakki’yi en sert şekilde eleştirmekten geri durmadınız… İttihat Terakki’nin gücünün zirvesinde olduğu dönemde, parti üyesi olmanıza rağmen şu cümleleri yazmanız ancak idealistliğinizle açıklanabilir;  “İttihat ve Terakki evvelden ne idi? Sonra ne oldu? Evvelâ bir Meşrutiyet fırkasıydı. Sonra memleketin bünyesine uydu. Bir ‘Talât Paşa’ fırkası oldu. Fakat Talât Paşa yalnızdı. Karşısında kendisi gibi fırkalı bir şahsiyet yoktu. Gayr-i ihtiyarî otokrasi girdabına yuvarlandı.”
Başka bir yazınızda mebus olacaklarda partilerin aradığı şartları şöyle sıralıyorsunuz;
 “ 1-Efendilere sadakat-i kâmile.
2-İntihab olunduğu yeri harita üzerinde bile bulamamak.
3-Hemen Ömer Âbid Hanı’nda yahut başka bir handa bir daire kiralayarak ‘Sermayesiz ticaret’ denilen anafor ameliyesine başlamak...”
Ki bu şartlar bugün de geçerli. Belki daha da fazlasıyla…  Tek farkla ki; bugün hiçbir parti üyesi, partisine böyle eleştiri getiremez. Getiren olursa da, partiden hemen ihraç edilir…
Sizinle dertleşeceğimiz o kadar konu var ki… Mesela Türkçülüğünüz. Türkçülük hakkında yazdığınız makaleleriniz, kitaplarınız. Çağdaş anlamda yayınlanan ilk günlük olarak nitelenebilecek hatıralarınız. Mutsuz evliliğiniz. Genç yaşta ölümünüzün nedeni. Ölümünüzden sonra cesedinizin Tıp Fakültesinde kadavra olarak kullanıldığı iddiaları… Ama zaman müsait değil… İnşallah bu konular hakkında da başka zaman tafsilatlı olarak mektuplaşırız… 
Cancağızım, mektubuma son vermeden, size bir şey sormak isterim:
Çok genç bir yaşta, 36 yaşında vefat ettiniz… Ama hayatınızı, eserlerinizi, arkadaşlarınızın anılarını ve konuya ilişkin belgeleri incelendiğimizde;
Çok maceralı ve yoğun bir hayat sürdünüz. İlköğretim, askeri okullar, subay olarak orduya katılma,  askerlik, cephede savaş, bir yılı aşkın esaret, ringlerde yapılan yüzlerce boks maçı, gazetecilik, yazarlık… Okunan binlerce kitap. Hayatınızın son on beş yılında yazılan binlerce sayfa hikâye, roman, anı, şiir, makale… Yapılan tercümeler, verilen konferanslar, çıkarılan dergiler… İnanın, 30-40 sene memurluk yapan kişilerin çoğu, tüm memuriyet hayatları boyunca sizin 1911-1920 yıllarında ortaya koyduğunuz eserlerin sayfa sayısının onda biri kadar yazı yazmamıştır… Bir de, daktilo, bilgisayar gibi yazım araçlarının olmadığını, tüm bunların elle yazıldığını düşünürsek, bir yere bakarak bile yazılsa bunca sayfanın tek tek yazılması aklın alacağı bir şey değil…
 Kuzum, bu kadar şeyi 36 yıllık bir ömre nasıl sığdırdınız? Sizi bütün kalbimle alkışlıyorum..
 Saygılarımı sunuyorum. Muhabbetle…
 
 Fazlı KÖKSAL

Kaynak: 
http://fazlikoksal.blogspot.com/

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum
Günün Başlıkları