Nazım Hikmet ve "İnsan Manzaraları"nın analizi

Nazım Hikmet ve "İnsan Manzaraları"nın analizi
14 Şubat 2025 - 09:53

  Ruhsora İMOMOVA

Nazım Hikmet, 1941 yılında Bursa Hapishanesi'nde iken "İnsan Manzaraları" destanını yazmaya başladı. Şair, destanın kahramanlarının yaratılışı ve seçiminin öyküsünü şöyle anlatır: "Ondan önce "Ünlüler Ansiklopedisi" üzerinde çalışıyordum. Sözlüğümde ünlü generaller, padişahlar, sanatçılar, alimler, güzellik kraliçeleri, katiller, milyarderler değil, ünü fabrika ve mahalle duvarlarını aşmayan işçiler, çiftçiler ve zanaatkârlar yer alıyordu. O dönemde Alman faşizmi Sovyetler Birliği'ni işgal ediyordu. 20. yüzyılın tarihini yazmaya karar verdim. "Farklı milletlerden ve farklı sınıflardan insanların yaşamlarını yansıtmanın gerekli olduğunu düşündüm." Eserde aslında Ermeniler, Yahudiler, Türkler, Almanlar, Ruslar, Azeriler, Fransızlar ve Hintliler de dahil olmak üzere birçok milletten temsilci yer alıyor. Her karakterin eserde bir yeri var. Sadece bir kez geçen ismin ardındaki adamın, savaşın ne kadar etkilendiğine tanık oluyoruz. Mesela Sakaryalı Şakir, karaciğer sirozu hastası olup midesinden on kova su alınmış bir adamdır. Adının ne olduğunu biliyor musun?
 
Bu özlem ne kadar da korkunç -
Yumuşak bir kravatta kan birikintisi.
 
Ne yazık ki yumuşak kravat herkese göre değil ve bu şairin dili toplumsal sorunları yansıtıyor:
 
Beni hastanede bırakın doktor, dedim,
Devlet uğruna nice savaşlarda, mücadelelerde kan döktüm.
"Ya yumuşak bir kravat takarak ölürsem?" dedim.
Doktor dinlemedi.
Neyse, yumuşak kravatı bir başkasına takıyorlar; dünyadan umudunu kesmemiş birine.
Evet, eserdeki her karakter, dönemin umutsuz bir yansımasıydı.
 
         Efendim, hâlâ garip düşünceler mi düşünüyorsunuz?"
         Düşünüyorum çocuğum, hâlâ düşünüyorum.
         Uzun yaşa efendim, ama düşüncelerinle baş başa.
Dünyayı düzeltemezsin.
 
Geriye, düşüncelerle ve hayallerle onarılamayacak kadar sakat bir dünya kaldı. Türkiye'de II. Dünya Savaşı tehdidi. Kıtlık çağı. Bakın Nazım Hikmet açlığı nasıl gideriyor:
 
Ölüm Allah'ın emridir,
Tabii ki aç değilseniz.
Mamadça, Mamad
Mamadça, Mamad.
Sadece bir avuç hasat edilmiş arpa
Aygırın dışkısında merhamet yoktur.
 
Oyunda savaştan kaçan kahraman Basri'nin hayatı boyunca yaşadığı korku, hiçbir genci esirgemiyordu. Bu korkuyu ancak her şeyini kaybetmiş olanlar yenebilmişti. Onlar ölümü bekliyorlardı. "Ölümü bekleyenlerin hepsi cesurdur" der Nazım Hikmet.
 

 
Şairin insanlığa duyduğu acı her dizede saklıdır:
 
Bazen kalem düşmanlığı bir yaradır
Mauser düşmanından daha fazla.
 
"İnsan Manzaraları" 20. yüzyılın omuzlarındaydı. Türkiye'de ve aslında tüm Müslüman ülkelerde din ve laiklik konuları sürekli tartışılıyordu. Din devletçiliği, kendi amaçları peşinde koşarken insanları cehalet bataklığına sürüklemiş, toplum iki kategoriye ayrılmıştı: Eskiler ve yeniler. Bu iki güç aynı anda hem tüm dünyaya hükmediyor hem de onu yok ediyordu.
 
Dünyanın karmaşası, insan hayatının boşluğu, yaşama isteğinin eksikliği; bunların hepsi ölüme yol açar. Bu çağda kalmak için değil, ölmek için çok sebep var. Nazım Hikmet, bu sosyo-evsel nedenlerin kökenine inmek istiyor. Destanın ilk bölümü, ellili yaşlarda bir adamın trenden düşmesi veya intihar etmesiyle son bulur. Son kitap bir bebeğin doğumuyla sona eriyor. Böylece savaşta ölümün pençesinde olan bu çalkantılı dünya, yine de yeniden doğabileceğine dair umut besliyor.
 
Eserin ilk iki kitabında olaylar ve karakterlerin yaşamları yenilenirken birinden diğerine geçişleri söz konusudur. Ama hepsini birbirine bağlayan bir şey var: Tren. Bütün kaderler trende çarpışır. Bütün kaderler burada kaderlerini hatırlar ve yaralarını yenilerler. Tren, dönemin simgesidir. Savaş dönemi insanları sarsmıştı. Kim kendi hevasının kölesiydi, kim namusluydu, kim yetimdi, kim dul? Toplumun durumu insanların gözlerinde, gördüklerinde ortaya çıkar.
 
Eserde manzaranın da önemli yükleri bulunmaktadır. Akşamın tanımı aslında tüm evrenin ruhunu yansıtır. Akşamları titrek yanması gerekirken tam ışık vermeyen çaresiz lamba, sahibinin özgürlüğünün sınırlarını dile getiriyor:
 
Akşam oldu, lambamı yakamadım.
Yüksek dağlar karanlık, gel,
Akşam olmuştu ve güneş batıyordu.
Akşam olmuştu ve ben yine garip hissediyordum.
Akşam oldu, ne yapmalıyım?
Akşam olmuştu ve güneş tekrar batıyordu.
 
Eser gerçekten de her türlü temayı ve manzarayı kapsıyor. Fransız tüccarın Mösyö Duvalin biçimindeki katılımı, siyasi bağlantıları birbirine bağlayan ipliğin bir ucudur. Multimilyarder bir adam, Loire Nehri kıyısındaki bir sarayda yaşayan Almanlara süt ürünleri tedarik ediyor. Bu tür işadamları için savaşın iki tarafı yoktur. O, sadece ikisinden de faydalanmayı amaçlar. Mesela bakkal Nazım Hikmet Safer'de onlar hakkında şöyle diyor:
 
Para var - Tanrı var.
Para yoksa Tanrı da yok...
 

 
Türkiye'nin pamuk, çimento ve barut üretimine göz diken şirketin başkanı Mösyö Duval. Bu savaş sırasında bu tür tekelci ticaret rejimleri kendi insanlarını öldürüyordu. Artık ticaret gemileri mültecileri, askerleri ve silahları taşıyor. Şimdi bu torpidolar mayın taşıyor. Böyle zamanlarda bile vicdanıyla hareket edenlerin imgesi eserde bir karşıtlık yaratıyor. Düşman gemilerinin ve dalgaların etkisi altında küçük bir sandalla kürek çeken İsmail, Kemal Paşa'nın emanetini Ankara'ya teslim etmeyi düşünür ve bunu yapmaktan çekinmez. Nazım Hikmet diyor ki: "Amonat ağır makineli tüfektir." Şair, İsmail'in rüzgâra ve denize karşı verdiği mücadeledeki cesaretini, savaşta her şeyden üstün olan üç nesneye bağlayarak anlatır:
 
Sadece İsmail
Ellerine güveniyorlar.
Bu eller
ekmek
kürek
para
Öyle bir özgüvenle tutunuyorlar ki.
 
Fakat deniz İsmail'i yuttu. Böylece hem kaderi, hem de birikimleri mahvoldu. İsmail'in hikayesi destan içinde destandır. Garson Mustafa, şef Mahmud Asher'e şiir okuyordu. Destan içinde okunan bu tür küçük destanlar aracılığıyla şair, kahramanlarının duygu ve düşüncelerini, seçtikleri eserler üzerinden sürdürdükleri yaşam biçimlerini daha güçlü bir biçimde ortaya koymaya çalışır.
 
Eserin okuyucunun dikkatini çeken bir yönü daha var. Kadın teması ve imgelerine pek önem verilmediği, bunların çok küçük bölümlerde yer aldığı görülmektedir. Ama Nazım Hikmet bu küçük olaylara büyük fikirler yerleştirmeyi başarıyor. İşte yolda arabada seyahat eden kadınların bir resmi:
 
Ve eşler,
eşlerimiz:
kaba ve mübarek eller,
zarif, zarif çeneler,
büyük gözlerle
Annemiz, hayat arkadaşımız, ruh eşimiz
ve sanki hiç yaşamadan ölmüş gibi
ve masadaki yerimiz
öküzümüzün peşinden gelen
ve kaçtıktan sonra dağlarda mahsur kaldık
ve tarlalarda, tütün tarlalarında, odun kesmede, pazarda
ve dağlarda
yere saplanmış bıçakların parıltısında
Karılarımız, ağır, dik göğüsleri ve çanlarıyla...
 
20. yüzyılın sonlarına kadar Türk ülkelerinde kadının henüz erkek egemenliğinden kurtulamadığı ve toplumda bir yer edinemediği bilinmektedir. Bedeniyle birlikte sahip olduğu her türlü arzu da şiddete maruz kalıyordu. Nazım Hikmet, eserinin birçok yerinde, fiziksel ihtiyaçlarını gideren, hayvan kadar değersiz bir kadını canlandırır. Bu toplumda kadın aşağılanmıştır. Gerçekten, sofranın başında yok sayılmak, hatta ailenin bir ferdi olarak bile yok sayılmak ne acı bir durumdur! Dünya ülkeleri özgürlük mücadelesi verirken, kadınların özgürlüğüne ne kadar önem verildi? Ama bu maalesef sadece savaş döneminde ortaya çıkan bir toplumsal durum değil. Dünya ve Özbek edebiyatında kadının cinsel arzu ve şehvet objesi olarak görüldüğüne dair pek çok örnek vardır.
 
Freud’a göre insan kişiliği üç önemli bileşenin etkileşiminden oluşur. Bu durumda İd (tanımlayıcı) “haz ilkesi” olup bireyin psikolojisinde açlık, susuzluk, cinsel doyum gibi şeylerde etkindir ve bilinçaltı arzular bireyi kontrol eder. İnsanın kanına işlemiş bir şey. Üç bileşenden diğer ikisi, ego ve süperego, bu bilinçdışı arzuları, yani id'i düzenler ve ahlaki olarak sınırlar. Ama ne kadar uğraşırsak uğraşalım, üçlünün ego ve süperegosu yaşam sürecinin ilerleyen dönemlerinde oluşur. Ve ID, insan yaratısı kadar ilkeldir. Savaşın insan psikolojisi üzerindeki etkisi aynı üç bileşende de değişikliklere yol açıyor. Antik çağlardan beri savaş zamanlarında erkek egemenliğinin önemli nedenlerinden biri toprak ve zenginlik, diğeri ise kadınlar olmuştur. Savaşta en çok zarar gören ve elden ele geçen iki şey vardır. Savaşların yaşandığı bir toplumda kadınlar, diğer zamanlara göre cinsel şiddete karşı daha savunmasızdır. Ataerkil sistemin egemen olduğu bir ortamda savaş erkeklerin iktidarını daha da pekiştirir ve onların İDS'lerini güçlendirir. Özgüvenin artması bir neden olsa da, bilinçaltında oluşan korku ve hayatta kalıp kalamayacağına dair belirsizlik gibi olaylar, kişiye kısa vadede daha büyük haz duyguları yaşatıyor. "Sosyolojik bilimsel araştırmalara göre, örneğin 1995'ten sonraki Bosna Savaşı'nın ardından, savaş sonrası ekonomik nedenler: açlık, yoksulluk ve işsizlik, erkeklere özgü şiddetin artmasında önde gelen faktörlerdi" (Kadınlar ve Savaş. Sosyolojik Analiz. Profesörler Bahor Taner ve Zeynab Gökalp. "İstanbul Üniversitesi Kadın Bilimsel Dergisi", 2019). Bu gibi dış etkenlerden dolayı işsiz, mutsuz erkekler çevrelerindeki kadınlara karşı daha şehvetli hale geliyorlar. Erkeklerin içgüdülerindeki doğal sahiplenme duygusu güçlenir. Çaresizliğin onu her şeyden mahrum bıraktığı bir zamanda, en azından bir kadına sahip olmak gururunu tatmin ediyor.
 


 
Toplumsal süreçleri ve insan psikolojisini göz önünde bulunduran Nûzim Hikmet’teki gerçekçi kadın tasvirleri, topluma ayna tutarak bize dönemi göstermektedir. Acı dolu yaşam deneyimleri her karaktere hayat veriyor. Hepsi yaşanmış kaderlerdir. Kızımız Zehra, omzunda bir sürahi gibi büyük bir anlam taşıyor:
 
Yerin altından küçük bir kız çıktı,
Atladı ama sırtında büyük bir testi taşıyordu.
Trenin arkasına baktı.
Yuvarlak burnuyla havayı kokladı.
Güldü.
Yanaklarında gamzeler belirdi.
Kızımız Zehra'nın babası yoktu.
Neden yoktu?
Belki bir yere gitti ve bir daha geri dönmedi.
Belki geri döner,
Belki bugün öğle saatlerinde çölün derinliklerinden çıkacak.
Zehra'nın annesi hâlâ içeride uyuyordu.
Ama "belki" yok, "kim bilir" yok,
doğru
Bir daha asla uyanmayacak.
Çarşafsız, kara bir battaniyenin altında
çıplak yatmak
Bir daha asla uyanmayacak,
Zıplayan pirelerin arasında,
jilet gibi sert,
uzun ve uzun.
Beş yaşındaki kız çocuğu Zahra çölün üzerinden gülüyordu,
Ölülerden çıkmak
ne olduğunu anlayamayacağın noktaya kadar
dünyadan habersiz
ve dünyanın çok farkında:
boyundan daha uzun bir sürahiyi taşıyarak,
mutlu bir şekilde treni takip ediyor
Çöl havasını içine çekip gülmeye kadar.
 
Cahil küçük kız, dünyanın tecellisiydi. Bu dünya, gözlerinin önünde olup bitenlerin hem o kadar farkında hem de o kadar farkında ki. Zaman bir tren gibi kaygısızca akıp gidiyordu ve insanlık, Zehra gibi, habersiz yetim kalmıştı.
Destanın üçüncü kitabı hastanede bir bebeğin doğmasıyla sona erer:
 
Ve Halil o anı duydu
dünyanın en tatlı sesi,
Yeni doğan bir bebeğin ilk zafer şarkısı...
 
İnsanlığın savaş karşısında zafer kazanması ve hayatın yeni bir formda devam etmesi umuduydu. Nûzim Hikmet aynı sahneleri muhteşem bir üslupla, derin düşüncelerle ve sanatkârane bir dille okuyucusuna aktarmayı başarmıştır. Kitap şairin eşi Hatice'ye ithaf edilmiştir. Şairin üslubunun oluşumunda, o dönemde okuduğu Elizabeth dönemi İngiliz şairlerinin yanı sıra Gogol'ün Ölü Canlar'ının da büyük etkisi olmuştur. Tarihi destan 1908'den 1941'e kadar olan dönemi kapsamaktadır. Görsellerin prototiplerinin varlığı çalışmaya daha da ilham verdi.

*Buxu Devlet Üniversitesi doktora öğrencisi

Kaynak: 13 Şubat 2025, https://oyina.uz/uz/article/3501
Not: Yazıda geçen görüşler tarihistan.org sitesinin görüşlerini yansıtmayabilir.

 

  

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum