MÜTEREDDİD BİR MÜNEVVERİN SERGÜZEŞT-İ HAYATI - Yazan: Selim UMUTLU

MÜTEREDDİD BİR MÜNEVVERİN SERGÜZEŞT-İ HAYATI - Yazan: Selim UMUTLU
15 Haziran 2020 - 19:08

MÜTEREDDİD BİR MÜNEVVERİN SERGÜZEŞT-İ HAYATI

Facialar, Tereddütler ve Fikirler Arasında Bir Yaşam

Bazı hayatlar, ilmek ilmek dokunan, sabır timsali bir kilime benzer. Nasıl ki sabır dolu bir mücadelenin sonunda ortaya rengârenk motiflerle müzeyyen, gönül okşayıcı bir kilim çıkıyorsa böyle hayatların sonunda da zihinlerde sürecek ikinci bir ömür gizlidir. İşte Peyami Safa'nın "facia" kelimesi ile tanımladığı sabır dolu hayat hikâyesi de babasının sürüldüğü Sivas'ta başlar. Muallim Naci'nin yetenekli bir şair olduğu için Şair-i Mâderzât (anadan doğma şair) olarak nitelendirdiği babası İsmail Safa, 1901'de, Peyami henüz iki yaşındayken veremden vefat etmiştir. İsmini Tevfik Fikret'in koyduğu Peyami, artık Yetim-i Safa'dır. Yazar, ailesinin yaşadığı trajediyi bir mülakatında şu sözlerle anlatır: "Benim şuurum bir facia atmosferi içinde doğdu... Belki bütün eserlerimi dolduran bir facia beklemek vehmi(evham) ve yaklaşan her ayak sesinde bir tehlike sezmek korkusu böyle bir başlangıcın neticesidir." Babasının vefatından sonra aile İstanbul'a dönmüş, maddi sıkıntılar nedeniyle tahsilini tamamlayamayan Peyami Safa da Posta-Telgraf Nezaretinde işe başlamıştır. Babasının yakın dostu Abdullah Cevdet'in kendisine sünnet hediyesi olarak verdiği iki ciltlik Petit Larousse sözlüğünü ezberlemiş, kişisel çabaları sayesinde Fransızcanın inceliklerine vâkıf olmuştur. Kısa süren öğretmenlik yıllarının akabinde gazeteciliğe başlamış, uzun yıllar boyunca hayatını kalemiyle kazanmıştır. Peyami Safa'nın fikir hayatı tereddütler ve savrulmalarla doludur. İlk gençlik yıllarında Abdullah Cevdet'in de etkisiyle Batıcılık düşüncesine ilgi duymuş, bir dönem pozitivist/materyalist eğilimleri olmuş, Atatürk döneminde milliyetçi düşünceleriyle inkılâplarının savunuculuğunu yapmış, sonraki dönemde mevcut siyasi havaya uygun şekilde muhafazakârlıkla modernliğin kendince bir sentezini yapmaya çalışmıştır.

Peyami Safa, Doğu ile Batı arasındaki sentezin peşindedir. Ona göre Batı'nın ihtiyaç duyduğu manevi değer Doğu'da, Doğu'nun ihtiyaç duyduğu bilim ve teknik ise Batı'dadır. İki tarafın kaynaşmasıyla bütün eksiklikler giderilecektir. Kendini tanımlaması da sentez fikrini yansıtır: "Halis Türk, Müslüman ve Avrupalıyım. Hiç kimse bunun aksine bir yazımı gösteremez." Yazarın İslam dünyasının geri kalmasıyla ilgili düşünceleri de ilginçtir. O, Batı'nın akılcı ve tabiatçı düşünceyi Müslüman Doğu'dan aldığını, Müslüman Doğu'nun ise Hristiyan mistisizminin tesirinde kaldığını iddia eder. Müslüman Doğu'nun yarı yolda kalmasıyla ilgili olarak Gazzâlî başta olmak üzere Muhyiddin İbnü'l Arabî, Mevlânâ Celaleddin Rûmî gibi mutasavvıf şahsiyetleri ve Eş'ârî kelamını sorumlu tutar.

Zahmetten Rahmete, Hayattan Romana Uzanan Köprü

Hayatının henüz başında meydana gelen facialar, Peyami Safa'nın kendi kendini yetiştirmesinde etkili olmuştur. Peyami Safa'ya göre her başarılı hayatın arkasında geçmişte yaşanmış bir mahrumiyet gizlidir. Önemli olan okulda öğrenilen teorik bilgiler değil, pratik hayattır. "İş hayatından daha büyük mektep, tecrübeden daha büyük ders, ihtiyaçtan daha büyük mürebbi, tecessüsten daha büyük öğretmen, muvaffakiyetten daha büyük diploma olur mu?" diyerek bunu vurgular. Babasından tevarüs eden yazma yeteneği, hayat şartlarıyla birleşince onu gazeteciliğe sürüklemiştir. Aslında henüz 9 yaşındayken Piyano Muallimesi adında bir hikâye yazan, 13 yaşında ise Eski Dost adlı bir roman denemesi yapan genç için gazete onun kısa zamanda görülüp tanınmasını sağlayacak bir vitrin konumundadır. Nitekim ağabeyiyle birlikte çıkardıkları Yirminci Asır adlı gazetede imzasız olarak yayımladığı Asrın Hikâyeleri edebiyat dünyasında ses getirmiş, Peyami Safa kısa zamanda büyük sanatçıların övgüsüne mazhar olmuştur. Yakup Kadri, "Bize üslup getirdin." diyerek hakkını teslim ederken Yahya Kemal, "İsmail Safa'nın en güzel eseri Peyami'dir. diyecektir. Öte yandan gazetecilik, İnci Enginün'ün tespitiyle onu daima günlük olayların içinde tutmuş, hissettiği sosyal bozukluklar için çareler üretmesine vesile olmuştur. Peyami Safa, Osmanlıdan Cumhuriyet'e geçişin sancılarını yaşamış, savaş yıllarında cephe gerisinde cereyan eden olaylara şahit olmuş, zaferle neticelenen millî mücadele sonrasında bir yandan Batı ile bütünleşmek diğer yandan Doğulu köklerini korumak isteyen Türk toplumunu yakından gözlemlemiştir. Bu nedenle toplumdaki ahlaki yozlaşma, harp zenginleri, geleneksel yaşam tarzı ile alafranga yaşam tarzı arasında bocalayan tipler onun romanlarında geniş yer tutar. Savaştan yeni çıkan toplumda birçok hastalık mevcuttur. Bu durum Safa'nın romanlarında "hastalık metaforu" olarak görünür. Yazarın çocuk yaşta mücadele ettiği kemik veremi hastalığı ve eşi Nebahat Hanım'ın yaşadığı sinir krizleri Peyami Safa'yı ister istemez tıp ilminde bilgi sahibi yapmıştır. Doktoru Ayhan Songar "O, gerçekten tıp ilimlerini derinlemesine bilen, okuyan, yazan ve büyük bir salahiyetle tartışan bir insandı." diyerek onun bu bilgisini takdir eder. Yazar, tıp alanındaki bilgi ve tecrübeleri sayesinde eserlerinin ön yapısında hasta bireyleri anlatırken derin yapıda toplumdaki yozlaşmaya değinme imkânı bulmuştur.  Kalp gözü görmeyen materyalist kişilikleri, kökleriyle bağını yitirmiş Batı'ya özenen tipleri üstü kapalı olarak eleştirmeyi de ihmal etmemiştir. Safa'nın romanlarının önemli bir kısmı otobiyografik özellikler taşır. Hastane koridorlarında geçen çocukluğundan hareketle kaleme aldığı Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, yazarın bir dönem yaşadığı bohem hayatını ve kararsızlığını yansıtan Bir Tereddüdün Romanı, hayatının bir döneminde pozitivist anlayıştan mistik anlayışa evrilen düşünce yapısını yansıtan Matmazel Noraliya'nın Koltuğu, Mütareke Dönemi'ndeki sosyalizm, materyalizm, mandacılık, milliyetçilik gibi kimi fikirleri tartıştığı Biz İnsanlar, bütün zıtlıkların birbiriyle barıştırıldığı bir mutluluk adası olarak kurgulanan hayal ülke Simerenya'nın geçtiği Yalnızız, yazarın hayatından ve entelektüel macerasından yoğun izler taşıyan romanlardır. Romanı, "fert ruhunun ve cemiyetin aynası" olarak tanımlayan Safa, romanlarına mekân olarak yaşadığı şehri, yani İstanbul'u seçmiştir. Yazar, zaman zaman kendi düşüncelerini kahramanlar üzerinden tartışsa da yapmacıklığa düşmemiş, teknik yönden güçlü eserler ortaya koymayı başarmıştır. Özellikle kahramanların iç dünyasını yansıtırken yakaladığı psikolojik derinlik ve toplumun çeşitli katmanlarından seçtiği tipler üzerinden yaşadığı dönemin nabzını tutması, yerleşmiş inançlar ile yeni değerler arasında bocalayan toplumun dramını anlatması onun Türk edebiyatında mümtaz bir yer edinmesini sağlamıştır.

Övgüler ve Yergiler Arasında Bir Sanatkâr

Peyami Safa, hayatını yazarak kazanması, şiir dışında edebiyatın hemen hemen her türünde kalem oynatması, velud (üretken) bir yazar olması, uzun yıllar gazetecilikle meşgul olması gibi yönleri itibariyle Ahmet Mithat Efendi'ye benzer. Lakin romanlarında yer alan derin psikolojik tahliller, kullandığı farklı roman teknikleri ve dil konusundaki özenli tavrı onu çok daha başarılı bir romancı yapar. Hatta kimi zaman Peyami Safa için "Türk edebiyatının Dostoyevski'si" gibi yakıştırmalar dahi yapılmıştır. Ne var ki, Safa'nın fikrî yönden yaşadığı savrulmalar ve güçlü kalemiyle savunduğu bazı fikirler onun sanatının objektif olarak değerlendirilmesini engellemiş; daima hesapsız övgülere yahut insafsız yergilere konu olmasına neden olmuştur. Bu nedenle Peyami Safa'nın sanatını değerlendirecek ideolojik saiklerden uzak, nesnelliğin gözetildiği yeni çalışmalara ihtiyaç vardır.

Sivrilen Kalemler, Taşa Dönüşen Sözcükler, Dostu Düşman Eden Polemikler

Peyami Safa'nın edebiyat dünyasında çokça bilinen özelliklerinden birisi de polemikçi yapısıdır. Bir facia atmosferi içinde yetişmesi ve bedensel yönden zayıf olması yaşadığı tartışmalarda onun kalemine sımsıkı sarılmasına ve rakibini sözcüklerle alt etmede maharet kazanmasına neden olmuştur. Bunlar arasında en dikkat çekeni şüphesiz Nazım Hikmet'le yaşadığı polemiktir. 1928 yılında iki sanatçı sıkı iki dost iken, hatta Peyami Safa, Dokuzuncu Hariciye Koğuşu'nu Nazım Hikmet'e ithaf etmişken 1935'te rüzgâr bir anda tersine döner. Peyami Safa, polemiğin başlangıcı olarak Nazım Hikmet'in ağabeyi İlhami Safa'ya komplo kurmasını ve ajanlık yapmasını gösterse de tartışmanın ortaya çıkışında dönemin siyasi yapısının ve fikir ayrılıklarının etkili olduğunu düşünmek daha makul görünmektedir. Aynı gazetede yazan ve birçok konuda farklı düşünen iki sanatçının birbirlerine yönelik ima yollu eleştirileri zamanla -tıpkı küçük bir kıvılcımın büyük bir yangına dönüşmesi gibi- ağır hakaretler ve ithamlar içeren bir tartışmaya dönüşür. Öyle ki aylar süren bu polemik, "Ey zavallı yetim","bolşevik züppesi", "hedonist bir paşa torunu", "bre Türk düşmanı, bre vatan haini" gibi ifadelerle seviyesizleşmiş ve kişiselleşmiştir. Ne yazık ki bu tartışma, her iki sanatçının da sevenlerini uç noktalara taşımış; sanatlarının gölgede kalmasına neden olmuştur. Öte yandan Peyami Safa, Nazım Hikmet'le yollarının ayrılmasının ardından hayatı boyunca anti-sosyalist bir hayat görüşüne sahip olmuştur.

Peyami Safa ile Nazım Hikmet'in dost olduğu dönemlerde ortaya çıkan tartışmalar edebiyattaki eski-yeni kavgası üzerinedir. Hüseyin Suat'ın Akşam'da yayımlanan yazısında Shakespeare'nin bazı eserlerini devri geçmiş antika şeyler olarak nitelemesi kıyameti koparır. Genç sanatçılar bir araya gelip bir bildiriyle bu beyanatı protesto ederler. Hatta Nazım Hikmet ve Peyami Safa'nın girişimleriyle bir Shakespeare gecesi düzenlenir. Gençlerin bu aşırı tepkisine ilk eleştiri Yakup Kadri'den gelir. Yakup Kadri, bu gençleri "Harb-i Umumi'de ekmek bulamadıkları için samanla karışık hamurla beslenen ve ısmarlama harp edebiyatından başka bir şey okumayan" bir nesil olarak niteler. Cevap Peyami Safa'dan gelir: Bugünkü gençlik onlara diyor ki: Cihan Harbi'nde siz has ekmek yediğiniz için biz saman ekmeği yedik; sizi doyurma için aç kaldık; sizi yaşatmak için öldük." Sonrasında Resimli Ay dergisi, "Putları Kırıyoruz" adlı bir kampanya başlatır ve 1 numaralı put olarak Abdülhak Hamit'i ilan eder. Konuyla ilgili görüşü sorulan Yakup Kadri, bu vesileyle Peyami Safa'ya cevap verme imkânı bulur:"Hele bunlar arasında birisi var ki... bir çekirge vücudu üzerinde bir katır kafası taşır..." Bu tartışma başka kişilerin katılımıyla uzayıp gider. Ahmet Haşim ile de "Yetim-i zekâ", Kurbağalıdere Şairi", "çolak" gibi hakaretlerin havada uçuştuğu bir kalem kavgası yaşayan Peyami Safa, aslında bütün bu yıpratıcı tartışmaların anlamsız olduğunun farkındadır. Ahmet Haşim'in vefatı üzerine söylediği şu sözler bunun açık bir göstergesidir: "Keşke sağ olsaydı da benim için yazdığı ve söylediği şeylerin bin kat ağırını tekrar etseydi; ben de büyüklere karşılık vermenin çirkinliğini anlayan bir çocuk gibi dilimi tutup oturaydım." Benzer şekilde bir dönem polemik yaşadığı Necip Fazıl, Peyami Safa'nın ölümü üzerine şunları söylemiştir: "Kafası vardı. Kültürü vardı. Cümlesi vardı. Üslubu vardı. İç dünyası vardı. Hafakanları vardı. Çilesi vardı. Metafizik arayıcılığı vardı. İmanı vardı. Şüpheleri  vardı. Nefs murakabesi vardı. Estetiği vardı. Diyalektiği vardı. Cesareti vardı. Hasılı bir fikir ve sanat adamına gereken vasıflardan birçok payı vardı. Onun yokluğunu, ölüm tarihi olan bugün, bu vasıfların yokluğunda seyrediyoruz."

Dil Meselesine Kafa Yoran Bir Mütefekkir

Peyami Safa, dil meselesi ve Türkçe üzerine düşünen, kafa yoran bir mütefekkirdir. Yeni Lisancılar ve tasfiyecilerin dil konusundaki tutumları dikkate alındığında Peyami Safa'nın mutedil bir görüşe sahip olduğu söylenebilir. O, Türkçeye uzun yıllar önce girmiş Arapça ve Farsça kelimeleri yabancı kabul etmez. Birtakım icat ve teknolojik gelişmeler neticesinde Batı'dan gelen kelimelere de itirazı yoktur. Yeter ki bunlar hayranlıktan değil, bir ihtiyaç nedeniyle dile girsin. Çünkü medeni dünyada dilde yeni kelimelere ihtiyaç duyulması olağan bir durumdur. Hatta her medeni memlekette olduğu gibi terimlerin Yunanca ve Latinceden alınmasını gerekli bulur. Onun itiraz ettiği nokta Atatürk'ün bile vazgeçtiği, dildeki bütün yabancı kelimelere savaş açıp bunların yerine öz Türkçe kelimeler uydurmaktır. Oysa yeni türetilen kelimelerin çoğu, halk için öncekilerden daha yabancıdır. Dilden atılan Arapça ve Farsça kelimelerin yerini Batı dillerinden gelen kelimelere bırakması ise ironik bir durumdur. Safa, Yeni Lisancıların "Halka Doğru" ilkesi doğrultusunda yazı dilini konuşma diline yaklaştırma çabalarına da karşı çıkar. Ona göre hiçbir dil, konuşma dilinden ibaret değildir, edebiyatın kendine mahsus bir dili vardır. Halklaşmak adına yazı dilini konuşma diline indirgemenin yanlışlığına dikkat çeken Safa, dilin en temel birimi olarak cümleyi görür. Kullanılan kelimelerin kökeni ne olursa olsun onları cümle hâline getirip bir biçime kavuşturan yazardır. Bu açıdan onun görüşleri "Sözcükler herkesin malıdır ama cümle yalnızca yazarın." diyen Barthes ile aynı doğrutudadır. Aynı şekilde dile giren yabancı sözcükler de cümle içinde kullanımlarına göre yepyeni anlamlara kavuşarak o dilin bünyesine dâhil olurlar. Mesela "hâl" kelimesi Arapçadan dilimize girmişken hadise, vak'a anlamındaki ahvâl-i âlem ifadesi, dermansız anlamındaki "hâlsiz" kelimesi gibi kullanımlar sadece Türkçeye özgüdür. Safa, başka dillerden dilimize giren kelimelerin Türkçe söyleyişe uygun olarak yazılması gerektiğini savunur. Arapçadan dilimize giren kelimeleri doğru yazmak ve seslendirmek için bu dilin temel dil bilgisi kurallarını bilmenin gerekliliğini ifade eden yazarın döneminde "irtica" suçlamasıyla karşılaşması da ilginçtir. Safa, Öz Türkçecilerin isim mi fiil mi, Türkçe mi değil mi diye kelimelerin durumuna bakmaksızın nispet i'sinin yerine tercih ettikleri "-sal,-sel" ekinin bilinçsiz kullanımını da eleştirir. O, dil meselelerini sadece dilcilerin bulunduğu bir kuruma havale edilmesinin yerine Batı'daki gibi daha geniş katılımlı Dil Akademilerinin kurulmasını önerir. Eserlerini yaklaşık beş bin farklı kelimeyle yazan,"Bütün yazdıklarımdan pişmanım. Onlardan utandığım için daha iyilerini yazmaya çalışıyorum." diyen bir yazarın dil konusundaki hassasiyetini iyi anlamak ve değerlendirmek gerekir.

Çok Yönlü Bir Muharrir

Biyografisini yazan Beşir Ayvazoğlu'nun verdiği bilgiye göre Peyami Safa, yaklaşık elli yılı bulan yazı hayatında, gerçek ismiyle ve Server Bedi, Çömez, Serazad, Safiye Peyman, Bedia Servet gibi takma adlarla 15 farklı gazete ve 28 farklı dergide yazılar yazmış; irili ufaklı kitaplarının sayısı 500'ü bulmuştur. O, edebiyatın ve gazeteciliğin her alanında kalem oynatmış; makale, fıkra, röportaj, tenkit, deneme, biyografi, roman, hikâye, piyes, sosyal bilimlerle ilgili kitaplar yazmıştır.

Aslında Mahfuz Zariç'in tespitiyle "türler, metinlere biçip giydirdiğimiz zihinsel elbiseler"dir. Bu nedenle yazarı yahut metni değerlendirirken onları başat bir ölçüt olarak görmek doğru bir yaklaşım değildir. Bu bağlamda Peyami Safa, sosyal hayattaki gözlemlerini kişisel yaşantısıyla birleştirmiş, zihinsel bir süzgeçten geçirip farklı tür ve biçimlerde dile dökmüştür. Buna rağmen özellikle romanlarında, yazarın estetik kaygılarla hareket ettiğini söylemek mümkündür. Edebî endişelerden uzak, para kazanma kaygısıyla yazdığı Cingöz Recai serisinde gerçek adını kullanmaması bunun en önemli göstergesidir. Polisiye romanlarda ve çocuk edebiyatında hasretle bağrımıza basmak istediğimiz yerli karakterler aradığımız şu günlerde Peyami Safa'nın Kartal İhsan, Tilki Leman, Çekirge Zehra, Cingöz Recai gibi kahramanlarını hatırlamak genç yazarlarımıza ilham verecektir. İngilizlerin meşhur dedektifi Sherlock Holmes'i, haydutlar kralı Fransız Arsen Lupen'i alt etmeyi başaran Cingöz'ün maceraları -her ne kadar taklit ile metinlerarasılık sarkacında tartışılmaya açık ve birtakım teknik kusurları haiz olsa da- polisiye alanında Türk edebiyatı için önemli bir merhaledir. Erhan Akdağ'ın incelemesine göre Peyami Safa, öykülerinde çocuklara zorluklarla mücadeleyi, çok çalışmayı önerdiği gibi "tevekkül, şükür ve hamd" kavramlarını da aşılamaya; onları Türk kültür ve tarihinden haberdar etmeye çalışır. Bu durum, onun sayısı yüzü bulan çocuk öykülerinde yerli ve millî bir anlayışla hareket ettiğinin bir göstergesidir.

Hayatından Kimi Anekdotlar

Peyami Safa'nın kavgaları henüz okul yıllarında başlar. Lisedeyken çelimsiz vücuduna aldırmaksızın okulun külhanbeylerinden biriyle kavga eder, bu meydan okumanın sonucunda günlerce sargılı kolla dolaşmak zorunda kalır. Cesaretinden dolayı arkadaşları ona "sivrisinek sultanı" lakabını takar. Vefa İdadisindeyken yayımladığı kitabın kapağına, "Bu kitabı okumayın!" yazar. Tabi kitabın baskısı kısa zamanda tükenir. Peyami Safa, hayatını yazmaya adamasına rağmen başını sokacak bir eve dahi sahip olamaz."İnsana fakirliğin ve hastalığın öğrettiklerini hiçbir okul ve kitap vermez." derken kastettiği aslında kendi hayatıdır. O, hayatı boyunca bitpazarından giyinen ama dergisinde şiirlerini yayımladığı amatör şairlere bile telif ödeyen onurlu bir insandır. Hemen her konuda yazdığı fıkralarını, kullandığı özenli dil ve özgün üslubuyla okur için cazip hâle getirmeyi başaran bir yazardır. Kendini "hem muhafazakâr hem de inkılapçı" olarak tanımlayan bir fikir adamıdır. Cahit Sıtkı, Sait Faik, Fazıl Hüsnü gibi genç yeteneklerin önünü açan bir çınardır. Ömrü boyunca her türlü fikre şüpheyle bakan mütereddit bir münevverdir.

Bidayeti Faciayla Dolu Olan Ömrün Nihayeti

Peyami Safa'nın bir facia atmosferinde başlayan ömrü, yine bir facia atmosferinde sona erer. Tereddütler ve kararsızlıklar içindeki bohem hayatından çıkış için yaptığı evlilik, birtakım talihsizlikler yüzünden ona huzur getirmemiş, yalnızlığını gidermemiştir. Huzur ülkesi Simeranya'nın hayallerini süslemesi belki de bu yüzdendir. Sürekli sinir krizleri geçiren eşi Nebahat Hanım, hastalığının şiddetlenmesi neticesinde felç geçirir. Sonrasında yazar, doktoru Ayhan Songar'dan aldığı daha büyük bir felaket haberiyle yüzleşmek zorunda kalır. 27 Şubat 1961 yılında Erzincan'da yedek subay olarak askerlik görevini ifa eden oğlu Merve'nin oldukça ilerlemiş bir karaciğer rahatsızlığı neticesinde vefat ettiğini öğrenir. Bidayeti faciayla dolu olan ömrün nihayetinde de bir facia olur. Peyami Safa, oğlu Merve'nin ölümünden yaklaşık dört ay sonra, 15 Haziran 1961'de hayata gözlerini yumar.

Selim UMUTLU

Yararlanılan Kaynaklar

Akdağ, E. (2017). Peyami Safa'nın Çocuk Edebiyatı Yazarlığı. Hece Peyami Safa Özel Sayısı, S.217, 253-264.

Aköz, A. (2017). Yoksun Bir Adam: Peyami. Hece Peyami Safa Özel Sayısı, S.217, 55-59.

Ayvazoğlu, B. (2008). "Peyami Safa", TDV İslam Ansiklopedisi. İstanbul: TDV Yayınları.

Ayvazoğlu, B. (2008). Peyami: Hayatı, Sanatı, Felsefesi, Dramı.İstanbul: Kapı Yayınları.

Bildirici, H. (2017). Peyami ve Nâzım. Hece Peyami Safa Özel Sayısı, S.217, 357-373.

Enginün, İnci (2016). Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı. İstanbul: Dergâh Yayınları.

Korkmaz, E. (2017). Bir İstanbul Romancısı Olarak Peyami Safa. Hece Peyami Safa Özel Sayısı, S.217, 279-290.

Mert, N. (2017). Peyami Safa'nın Dili, Üslubu ve Türkçeye Dair Düşünceleri. Hece Peyami Safa Özel Sayısı, S.217, 225-234.

Sevinç, C. (2017). Peyami Safa'nın Romanlarında Metafor Olarak Hastalık. Hece Peyami Safa Özel Sayısı, S.217, 94-103.

Şahin, S. (2017). Hırsız kim? Cingöz Recai ve Arsene Lupin. Hece Peyami Safa Özel Sayısı, S.217, 104-115.

Taşdelen, V. (2017). Doğunun ve Batının Ötesinde. Hece Peyami Safa Özel Sayısı, S.217, 9-15.

Tenekeci, Z. (2017). Peyami Safa'da Mücadele-i Kalemiyye. Hece Peyami Safa Özel Sayısı, S.217, 298-319.

Tuna, F. (2017). Peyami Safa Bir Tereddüdün Hayatı. Hece Peyami Safa Özel Sayısı, S.217, 411-412.

Uysal, B. (2017). Psikolojik Roman ve Peyami Safa'nın Romancılığı. Hece Peyami Safa Özel Sayısı, S.217, 116-125.

Zariç, M. (2017). Peyami Safa'nın Sanat-Edebiyat Anlayışı ve Duygu-Düşünce Dünyası. Hece Peyami Safa Özel Sayısı, S.217, 66-82.

Gündüz, O.(2009). "Cumhuriyet Dönemi Türk Romanı. "Yeni Türk Edebiyatı El Kitabı, Editör: Ramazan Korkmaz, Ankara: Grafiker Yayınları.

 

 

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum