Muhammet Ali DOĞAN: MODERN DEVLET (KİTAP ÖZETİ)

Muhammet Ali DOĞAN: MODERN DEVLET (KİTAP ÖZETİ)
19 Eylül 2021 - 17:06

Modern devlet, gündelik hayatımızda çok büyük bir önem taşımaktadır. Bizlerden gelirimizin neredeyse yarısını vergi olarak alır. Doğum, evlilik ve ölümlerimizi kayıt altında tutar. Çocuklarımızı eğitir ve emekli maaşlarımızı öder. Benzersiz bir zorlama gücüne, hatta bazı durumlarda da hayat kurtarma ya da ölüm emri verme yetkisine sahiptir. Yine de birçoğumuz devletin tam olarak ne olduğunu söylemekte zorlanırız. Christopher Pierson’un “Modern Devlet’’ adlı eseri, bize modern devleti daha yakından tanıtma imkânı sunmaktadır.

Kitabın özeti, aşağıda sunulmaktadır. Özette, kitapın genel itibariyle aşağıda yer alan beş bölümü üzerinde durularak, çeşitli yazarların görüşlerine göre modern devletin tanımlamalarına yer verilecek.

1) Modern devletler

2) Devletler ve toplumlar

3) Devletler ve ekonomi

4) Devletler ve yurttaşlar

5) Devletler ve uluslararası düzen

Modern Devletler

Tanım meselesi: Oldukça farklı siyasi geleneklerden gelen pek çok yazar, devlet kategorisinin herhangi bir açıklayıcı değeri olduğunu reddetmek suretiyle bu sorundan kurtulmuşlardır. Fakat bazı yazarlar, bunların aksine, ‘devlet’e tanım yapma gereği hissetmişlerdir. Abrams’a göre “devlet”; siyasi uygulama maskesinin ardında uzanan gerçeklik değildir. Devletin kendisi, bizim siyasi uygulamayı olduğu gibi görmemizi önleyen maskedir. Yani bizim gözle gördüğümüz siyasetin arka planında bulunan realite değil de, siyasi uygulamaları olduğundan farklı şekillerde düzenleyen ve bizlere sunan sistemler bütünüdür.

Devleti tek başına soyut olarak düşünemeyiz. Onu oluşturan etmenleri de göz önüne alarak hayatımızdaki olaylar neticesinde geçirmiş olduğumuz evreleri bütüncül bir yaklaşımla ele alarak açıklayabiliriz.

Modern Devlet Yaklaşımları

Modern devleti tanımlarken iki tür soru karşımıza çıkar:

1) Devlet ne olmalıdır ve ne yapmalıdır? Bu soru, bizi herhangi bir siyasal otoritenin kurulması ve sürdürülmesi, devlet ve mensupları arasındaki doğru ilişkinin ve devlet eyleminin kabul edilebilir sınırlarının tanımlanması için uygun terimleri düşünmeye davet eder.

2) Devlet gerçekte neye benzer? Bu da, siyaset bilimciler ve siyaset sosyologları tarafından çok daha sık sorulmuş bir sorudur. Savunucuları için de, karşıtları için de, devletlerin gerçekte neye benzediği ve neye benzemeleri gerektiği konusunda makul biçimde ne önerilebileceğini ima eder.

Alman siyaset sosyologu ve iktisat tarihçisi Max Weber, devleti şöyle tanımlar: Devlet, siyasal topluluklar tarafından ele alınan, ama sadece özel olarak siyasi topluluklar tarafından yürütülmeyen, kendine özgü somut kavramlar açısından tanımlanabilir. Devlet, aynı zamanda idari personeli, fiziki gücü ve şiddetin meşru kullanımını kendi tekelinde bulundurduğu müddetçe devlet olarak anılacaktır. Şiddet araçlarının devletin tekelinde bulunması, devletin uygulamalarının geçerliliği konusunda caydırıcı bir güç olması bakımından önemlidir.

Devletin mekanizmaları ise şöyledir:

1) Şiddet araçlarının tekel denetimi,
2) Toprak,
3) Egemenlik,
4) Anayasallık,
5) Kişisel olmayan iktidar,
6) Kamu bürokrasisi,
7) Yetki/Meşruiyet,
8) Yurttaşlık,
9) Vergilendirme.

Şiddet araçlarının tekel denetimini Weber’in en kısa tanımıyla, belli bir arazi içinde fiziksel şiddetin meşru kullanımını kendi tekelinde başarıyla bulunduran insan topluluğu olarak görür.

İngiliz Thomas Hobbes ise devleti; iç savaşa düşmekten kaçınmak için bireylerin kendilerini, üzerinde onları korku içinde tutacak ve onların eylemlerini ortak çıkararak yöneltecek bir “genel güç” kurmaya ihtiyaç duymakta ısrarlı olmaları olarak açıklar. Böylesi bir genel gücü kurmanın tek yolu da, bütün kudret ve güçlerini, tek bir kişiye veya hepsinin iradelerini oyların çokluğu ile tek bir iradeye indirgeyecek bir heyete devretmeleri ile mümkündür. Devletteki her bir kimsenin ona verilen yetkiyle elinde o kadar çok kudret ve güç toplanmış olur ki, o kişi bu kudret ve gücün dehşetiyle bütün insanların yurtta barış yönündeki iradelerini birleştirip biçimlendirmeye muktedir hale gelir.

Bu genel gücün otoritesi bir kez kurulunca “rıza”dan değil, “zor”dan gelişir. Çünkü “kelimelerden ibaret olan ahitlerin, devletin kılıç kuvvetinden, yani egemenliğe sahip olan ve eylemleri herkesçe kabul edilen ve onda birleşmiş herkesin gücüyle yapılan o kişi veya heyetin serbest ellerinden başka, insanları zorlayıcı, denetleyici, sınırlayıcı veya koruyucu hiçbir gücün olmadığı gerçeği” vardır.

Devlet, tekeline aldığı zoru ne kadar etkin kullanırsa, şiddete gerçekte o kadar az başvurabilir. Devlet iktidarının merkezileşmesi, mutlakçı bir iktidar merkezine kayması modern devletlerin ortaya çıkışında önemli yer tutmaktadır.

Modern devletlerin ikinci en önemli özelliği, fiziksel bir alanı (toprağı) elinde bulundurmalarıdır. Modern devletler kendi toprak bütünlüklerini oldukça kuvvetli bir şekilde savunurlar. Bazen hiçbir değeri olmayan topraklar için bile savaşma gereği hissederler. Modern devletlerde egemenliğin özü, egemenin ne isterse yapabilmesi değildir.

Hobbes’e göre egemenliğin yasal otoritesi üzerinde sınırlamalar vardır. Yine uyrukların egemene olan yükümlülüğü, egemenin uyrukları onunla koruyabildiği güç devam ettiği sürece devam eder.

Modern devletlerde siyasi sürecin temel kurallarını ”anayasalar” oluşturur. Devletin varlığını belirleyen ya da güvence altına alan, yasa yapma konusundaki yasaları ortaya koyan düzenlemeler bütününe “anayasa” denir. Devletin, toplumdan ve ekonomiden uzaklaşan güçlerle ayrı ve hukukun üstün olduğu bir alan oluşturduğu fikri modern döneme özgürdür. Bu da modern devletin temellerinin anayasaya dayandırılması gerektiğini ortaya koyar. Modern devletlerde anayasallık, kişilerin yönetimi ile değil hukukun üstünlüğü iledir.

”Kamu bürokrasisi” ise Weber’e göre; bürokratik idare, belirlenmiş kural ve yönetmeliklere göre belirli bir hiyerarşi içinde görev ve sorumluluklarını yerine getirme olarak tanımlanır. Bürokratik örgütün modern dönemdeki ağırlığı, tamamen parasallaşmış piyasa ekonomisinin ortaya çıkmasının bir ürünüdür.

Modern devletin en önemli kaynaklarından birisi ise ”otorite ve meşruiyet”tir. Bir ölçüde meşruiyet olmaksızın herhangi bir devletin varlığını sürdürebildiğini görmek zordur ve dolayısıyla devlet sadece etkin bir güç değildir. Ayrıca meşru otorite uygulama iddiasını savunmaya yönelik çok emek harcanır. Bireyleri, yapmak istemedikleri şeyleri yapmaya zorlayan bir kurumu ‘devlet’ gibi haklı çıkaracak zeminler nelerdir? Elbette ki geçerli bir yanıt (pek çok anarşistin yanıtı) şudur:

“Böylesi bir dayatmanın haklı çıkarılabileceği hiçbir koşul yoktur ve dolayısıyla devlet hiçbir zaman meşru değildir.”

Anarşiyi reddedenler arasında muhtemelen en popüler yanıt, devletin topluluğun özgür iradesini ifade ettiği ölçüde meşru olduğunu savunan yanıt olmuştur. Böylelikle devlet, bireylerin özgürlük ve özerkliğinin gasp edilmesi değil, kabaca bizim bireysel iradelerimizin (toplu) temsil edilmesidir. Devlete itaat edince, basitçe kendi iradelerimize vekâleten ifade edilen emirlere itaat etmiş oluruz.

Modern devletin diğer bir ilkesi ise yurttaş statüsüdür. Held’in yararlı özetiyle: ”Yurttaşlık, ilkesel olarak siyasi topluluk (içinde) bireylere eşit haklar ve görevler, özgürlükler ve sınırlamalar, güçler ve sorumluluklar veren bir statüdür.”

Vergilendirme konusunda ise Braun’un tanımlamasına bakacak olursak “vergiler, kamusal amaçlar için harcanacak gelir elde etmek üzere özel birimlerce konan ve düzenli olarak ödenen zorunlu ödentilerdir.”

On sekizinci yüzyıldan önce vergi toplama ”acil durumlarda başvurulan bir çare ve hatta mümkün olduğu kadar çabuk kamu varlıklarından, özellikle de mülklerinden sağlanan gelirle ve gönüllü katkılarla yerine konması gereken bir suiistimaldi.”

Ancak, Schumpeter’in (1954) deyişiyle ‘modern vergi devleti’ rejimi, Weber’in modern devletinin bütün önemli özelliklerini taşır. Sistematiktir, süreklidir, yasal- ussaldır, yaygındır, yasalarla düzenlenmiş ve bürokratikleştirilmiştir.

Devlet vergilendirmeyi sadece geliri artırmak için değil, ayrıca çeşitli davranış biçimlerini özendirmek ve caydırmak için de kullandı. (İçki ve tütüne vergileri koyarak, tercih edilen aile biçimleri için vergi indirimi sunarak vb.)

Savaş, devleti yaptı ve devlet savaş yaptı. Savaş yapmak vergileri yükseltmek demekti.(Tilly)

Devlet ve Modernite

Modern devleti tarihsel bağlamda incelemek için önce modernizm ve modernite kavramları incelenmelidir. Bu kavramların popüler manaları yanıltıcıdır. Önemli olan, akademik anlamdaki tanımını kavramaktır. Ancak, modern ve modernitenin akademik anlamda kullanımı ve bunların sonuçları ile ilgili yargılar henüz belirsiz. Modernleşme ile ilgili en çok ele alınan unsurları sayacak olursak:

*sanayileşme,
*kapitalizmin yükselişi,
*demografik geçiş,
*bilimsel düşüncenin yükselişi,
*kentleşme,
*ekonomik ilişkilerin ticarileşmesi ve metotlaşması,
*toplumsal ve ekonomik uzlaşma,
*iletişim şekillerinin dönüşümü,
*akılcılık anlayışında ve inançlarında dönüşüm,
*demokratikleşme.

Modernite, belli bir zaman ve belli bir coğrafyada, Avrupa’da ortaya çıkmıştır. Avrupa’daki gelişmenin karmaşık yayılımı sonucunda gerçek bir küresel olguya dönüşmüştür. Bu yüzden modern devletlerin ortaya çıkışı ile ilgili araştırmalar Avrupa merkezli olmalıdır.

Modernite ve Postmodernite

Modernite, aydınlanma düşüncesinin bir ürünü olarak görülür ve bu anlamda da modernitenin aklın gereklerine uygun olarak ilerleme ve toplumun toptan dönüşümü inancından hareket ettiği düşünülür. Postmodernistler toplumu dönüştürme arzusunun ütopya ve ilerleme değil, barbarlık olduğunu düşünmektedirler.

Geleneksel Devletler

Geleneksel devletler çeşitli şekillerde görülürler. Kent devletler, feodal devletler, atadan kalma devletler, göçebe devletler veya fetih devletleri ve merkezi tarihte bürokratik devletler. Geleneksel devlet türleri genel olarak egemenlik, tekelci otorite, ulus, anayasallık gibi kavramlardan uzaktır.

Modern Devletten Önce Feodalizm

Feodalizmi basitçe, çalışan ve bölünmüş bir otorite ile gevşek bir bireysel ve himayeci (efendi-vassal) ilişkisi ile belirlenen ve bunlar bir araya geldiğinde ortaya çıkan ünlü piramitsel, hatta bölünerek çoğalan bir hiyerarşik dünya düzeni olarak tanımlayabiliriz.

Standestaat (Zümreler Düzeni)

Siyaset tarihçisi Poggi’ye göre 12. ve 13.üncü yüzyıllarda kentlerin ticaretin gelişmesi sonucu güçlenmesi ile ortaya çıkan ve iktidarın krallar, efendiler ve yeni güçlenen kentli tüccarlar arasında paylaşılması şeklindeki toplumsal ve siyasal düzene verilen addır.

Mutlakiyet

Mutlakıyetçi devletin geleneksel döneme mi, yoksa modern döneme mi ait olduğu üzerine ciddi fikir ayrılıkları vardır. Tüm anlaşmazlıklar göz önüne alındığında mutlakıyet birkaç yüzyıl sürmüş olsa da bir geçiş dönemi yapısı olarak ele alınabilir. Mutlakıyet her şeyden önce siyasi iktidarın yoğunlaşması ve merkezileştirilmesidir.

Andersson, mutlakıyet ile birlikte görülen beş kurumsal yenilik sayar:

1. sürekli ordu,
2. merkezi bir bürokrasi,
3. sistematik ve tüm devleti kapsayan bir vergi rejimi,
4. resmi bir diplomatik yapı ve açılan büyükelçilikler,
5. ticaretin ve ekonomik gelişmenin sağlanmasına yönelik devlet politikaları.

Modern Devletin Büyümesi

Her devletin deneyimini toplayacağımız tek bir mantık ve dünya devletlerinin makul bir şekilde içine yerleştirilebileceği “tarihsel moderniteye ilerleme süreci” yoktur. Devletlerin harcamalarının modernite ile yükselmesi dikkat çekici ve önemlidir.

Devletler ve Toplumlar, Altyapısal Güç ve İzleme

Artan faaliyetleri finanse etmek için vergiler arttırılmıştır. Devletin modernite girişiminin genel bir özelliği, yönettiği topluma giderek daha fazla nüfuz etmesidir. Modern devlet büyük ölçüde kendi toplumunu yöneten, biçimlendiren hatta yaratan aktif ve proaktif bir devlet olarak görülür.

Toplumlar ve Devletler: Yurttaşlık ve Demokrasi

Yurttaşların ve örgütlerin devletle çok eşitsiz ve değişen şartlarda da olsa pazarlık edebilmeleri için ellerinde bilgi, para, bağlılık, oy, huzursuzluk yaratma gücü gibi kaynaklar bulunur. Bu ilişkinin en yumuşak ifadesi, modern devletin yetkilendirilmiş yurttaşlık karşısında hesap verebilirliğidir.

Devlet ve Ulus

Modernitedeki devletler tipik olarak ulus devletlerdir. Devletler, uluslardan önce kurulmuştur. Avrupa’da ulus kurmak, devlet kurmanın çok önemli bir parçasıdır, ancak onunla özdeş değildir. İkinci olarak ulus ile ulusalcılık arasındaki ayrımı anımsamak da yarar var. Burada Giddens’in sınıflandırması yararlıdır:

“Ulus, devlet içi bir aygıt ve diğer devletlerin benzer aygıtları tarafından izlenen tekil bir idareye sahip, açıkça belirlenmiş bir toprak parçası üzerinde var olan kolektif birlikteliktir.

Ulusalcılık ise; temel olarak psikolojik olup bir politik düzenin öğeleri arasındaki birlikteliğe vurgu yapan semboller ve inançlar sistemine olan bağlılıktır.”

Devletler ve Toplumlar

“Devlet ve toplum arasındaki ilişki bilimin en muğlak ve ihtilaflı konularından biridir.” (Hintze)

Toplumun Tanımlanması; “Toplum, bütün sosyal bilimler için çekirdek kavramdır. Şu ya da bu ölçüde sınırları çizilmiş ve üniter bir sosyalist sistemde özdeşleşmek demektir. Toplumu, modern ulus- devletin sınırları ile tanımlandığı yerde böylesi bir yaklaşımı sürdürmek daha kolaydır. Esas nokta, toplumun ulus devletle tam tamına çakışamamasıdır. Pek çok toplumun sınırları bunları çevreleyen devletlerinin sınırları kadar net çizilmez. Hepimiz çoklu toplumların mensuplarıyız, bunların bazıları ulus devletlerden çok daha küçük ve bazıları da daha büyüktür. Tüm toplumlar müstakil sosyal sistemler olarak var olmazlar. Başka bir dizi kendileri ile çakışan ve bitişik toplumun oluşturduğu bağlam içinde bulunurlar.

Mann toplumu, ”Sınırlarını kendisi ve çevresi arasındaki belirli bir etkileşim düzeyinin oluşturduğu bir sosyal etkileşim ağı” diye tanımlar.
Giddens toplumu dört kısma ayırır:

* zaman ve yer boyunca belirlenebilen kurumlar kümelenmesi,
*sosyal sistem ile özgül bir yer ya da kaplanan alan arasındaki bir ilişki,
*yerin meşru olarak kaplandığı iddiasının desteklenmesiyle iç içe normatif öğelerin varlığı,
*toplumun mensupları arasında bir tür ortak kimliğe sahip oldukları duygusunun hakim olması.

Giddens: Bunlara göre toplumların sınırlarının geçirgen olduğunu ve modern dünyada bütün toplumların topluluklar arası sistemler bağlamında var olduklarını vurgular.

Devlet ve Sivil Toplum

Son iki yüzyılın büyük bölümünde devletin yetki alanının dışında çoğu zaman onunla çatışan ve gerçekte ona karşı denge oluşturan bir alanı tanımlamıştır.

Devlet ve sivil topluma iki bakış:

* Bir yanda sivil toplumu, mütehakkim bir devletin baskılarına karşı bütünlüğü kıskançlıkla korunması gereken, (bireysel) özgürlüğün selim alanı olarak görürler.

* Diğer taraftan sivil toplumu herkese karşı herkesin anti-sosyal bir ‘savaşı’ olarak görür, ki bu savaş ekonomi için zorunludur. Devlet tarafından desteklenmesi ve korunması gerekir.

Marx’a göre sivil toplumun resmi eşitlik ve özgürlük alanının, kabaca özel sermayenin kontrolünü elinde tutanların, bu kaynaklardan yoksun olanların, iş gücünü sömürmekte serbest oldukları bir sosyal düzeni tanımlamaktadır.

Marx’a göre (Hegel’in aksine) ilişkide belirleyici ve hâkim öğenin devletten ziyade sivil toplum olduğu kesindir, fakat devletin güçlerinin artmasıyla bu sorunun üstesinden gelinemez. Bir taraftan devleti sınırlandırırken diğer taraftan da grup sendikalarının savaşı olarak karşımıza çıkmaktadır.

Sivil toplum, devlet karşısında ve devlete karşı güçlendirilmesi gereken bir şey olarak yağın olarak görülse de, mümkün olduğu ölçüde devleti dışlamak üzere sivil toplumun genişletilmesi gerektiği yargısını pek çok yerde göremeyiz. Dolayısıyla hem sağda, hem de solda sivil toplumun özünün özel mülkiyete dayanan piyasa kapitalizmi ekonomisinin bütünlüğünün garantisi olduğu savunulur.

Kapitalist ekonominin dayattığı tehditler olduğu zaman bu tahakkümcü devleti denetleyen (sivil toplum)dur.

Toplum Yapımı Devletler: Çoğulculuk

Adının çağrıştırdığı gibi çoğulculuğun arkasındaki kilit fikir çoğulluk-farklılık, çeşitlilik, çok yanlılıktır. Çoğulculuk, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki otuz yıl içinde ABD’nin deneyiminin disiplin tahakkümüne başladığı bir dönemde siyaset bilimi için açıklayıcı bir model olarak ortaya çıktı.

Çoğulculuk, birleşik olmayan devlette değil, çeşit içeren toplumda ortaya çıkar. Bu tip toplumlar “açık” toplumlardır. Yurttaşlar, kendilerini ifade etmekte özgürdürler ve çeşitli çıkarlarını geliştirmek üzere örgütlenebilir ve seferber olabilirler. Toplumdaki hiçbir özel çıkar, devlete ya da devletin herhangi bir bölümüne erişimde imtiyaz sahibi olamaz.

Devlet ve Ekonomi

Yirminci yüzyılın sonunda, sadece seçimlerin sonucunu belirlemesi bakımından değil, ayrıca daha genel hükümet süreçlerini biçimlendirmesi bakımından da ekonominin önemini hemen herkes anlamış durumda.

Devletin gündelik işi, diğer şeyler arasında, politika oluşturmak ve uygulamak, yurttaşların rızasının yönlendirilmesi, savaşların (maliyetlerin) karşılanması, topluluk baskılarının işlenmesi, sosyal yardım hizmetlerinin sağlanması, hukuk ve düzenin sağlanıp sürdürülmesi benzeri faaliyetlerdir. Bu faaliyetlerin tümünün de ekonomik bir boyutu vardır.

Schumpeter’in (1954) görüşlerinden de anlaşıldığı gibi modern devlet, bir “vergi devleti”dir. Pek çok kişi devlet-ekonomi ilişkisinin son derece önemli olduğunda hemfikir olduğu halde, bu ilişkiyi tanımlamaya çalışınca tanıdık bir sorunla karşılaşırız. Devlet ve ekonomi arasındaki sınırları nasıl kurarız ve daha da önemlisi, bu ikisi arasındaki nedensellik yönü nedir? Devlet mi ekonomiyi biçimlendirir, yoksa ekonomi mi devleti?

Devletin bir ekonomik aktör olarak etkide bulunmasının belki en aşikâr yolu hem toprak, hem de sermaye sahibi olarak rol oynamasıdır. Modern devletler ulusal ve yerel düzeyde çoğu kez toplumlarının en büyük toprak sahibidirler.

Vergilendirmek, yeniden bölüştürmektir. Modern devletin bir vergi devleti olduğunu, vergilendirme ve harcama sürecinin hükümetlerin varlığı yeniden bölüştürmesinin bir yolu olduğunu biliyoruz.

Hükümetlerin vergi ve harcama davranışı ilerici (zenginden alıp yoksula vermek) veya gerici (yoksuldan alıp zengine vermek) olabilir. Devlet kaynakları, öteki gruplar arasında erkeklerden kadınlara, çalışanlardan işsizlere, çalışma yaşında olanlardan emeklilere, yetişkinlerden çocuklara kaldırılabilir. Fakat bu kaynak akışlarından hangisini seçerse seçsin sonuç bir yeniden bölüşüm olacaktır.

Ekonomiler Devletleri Biçimlendiriyor mu?

Genel olarak son yıllarda devletin faaliyetinin niteliğindeki tüm önemli değişmelere rağmen hâlâ hem doğrudan harcama, hem de politika oluşturma bakımlarından devletin bir ekonomik aktör olarak merkezi konumunu sürdürdüğünü gösteren bol bol kanıt olduğu sonucuna varabiliriz. Ne var ki gerçekte devlet- ekonomi ilişkisinde ‘yanlış tarafa ‘bakıyor olmamız muhtemeldir. Devlet ve ekonomi etkileşiminde, belki de gerçekte belirleyici olan ekonomidir.

Devletler ve Yurttaşlar

Yurttaşlık, devlet faaliyetlerinin kurucu öğesi olarak karşımıza çıkar ve modern devletin öznesidir. Fakat yurttaşlık tam olarak nedir? Devlet gibi yurttaşlık da bir bütün olarak mı karşımıza çıkar?

Avrupa yurttaşlığının gerçekten ortaya çıkan bir “Avrupa devleti”nin ürünü olup olmadığı, henüz kesin değildir. “Vergi veriyor ve oy kullanıyor isek modern devletiz, ama yurttaşı mıyız?” sorusunu siz değerli okuyucularımıza sunuyoruz.

Paradoksal olarak modern yurttaşlık, bir statü ilişkisi biçimidir. Yurttaşlık, konveksiyonel olarak atfedilen bir niteliktir, bize genellikle doğumda verilir. Ne kazanılır, ne de gönüllü olarak edinilir.

Elde edinilen bir şeyden ziyade, atfedilen bir şey olarak yurttaşlık normalde “değiş tokuş edilebilir” bir nitelik değildir. Her şeyden önce pozitif bir yasal statüdür, yani bir dizi sorgulanabilir hak ve görevle ilişkilidir.

Turner, “Yurttaşlık, genellikle aşağıdan radikal baskının mı, yoksa yukarıdan dereceli tavizlerin mi sonucuydu?” sorusuna cevap arar. Medeni hakların (18.yy’da) ve siyasi hakların (19.yy’da) kazanılması, 20. yüzyılın bir sosyal haklar çağı olmasını mümkün kılmıştır.

Milyonlarca yurttaşı için çalışma imkânını garanti edemeyen bir devlet, yurttaşlarına yine de “çalışma sınavı” şartı koşabilir mi? Yurttaşlar, tam yurttaşlık haklarından dışlanmaktan kurtulmak için, ne kadar düşük ücretli olursa olsun her türlü işe girmekle yükümlü müdür? Bu soruları ortaya atmak ve onlara cevap aramak gerekmektedir.

Devlet ve yurttaş arasındaki ilişki bağıtsal değildir. Yurttaşlık hak ve görevleri bir sözleşmeden değil, bir statüden doğar. Piyasadaki imkânlara bağımlı bir yurttaşlık statüsü oluşturulması imkânsızdır.

Evrensel Eşitlik Olarak Yurttaşlık

Yurttaşlık, yurttaşlığa kabul edilenler için evrensel sayılabilir. Yurttaşlığı ilkesel olarak daha az genel ölçütlere (toplumsal cinsiyetimiz veya dini mensubiyetimiz gibi) göre değil de, ortak insanlığımız zemininde elde edebiliriz. Etnik-dinsel-mezhepsel yaklaşımlardan tamamen uzak ve herkesin içerisinde kendine yer bulabileceği bir yurttaşlık statüsü pekâlâ yerinde olacaktır. Yurttaşlık, hiçbir zaman belirli bir ülkede yaşayan tüm yetişkinleri kapsayan bir statü olmamıştır.

Modern devletler, yurttaşlığı gerçekten evrenselleştiremeyebilirler, ama kesinlikle bunu amaçlarlar. Evrensellik fikri beraberinde eşitlik varsayımı getirir ki bu, kendi başına modern politikanın en güçlü aygıtlarından biridir.

Yurttaşlığı, etnik-dinsel-mezhepsel ölçekte değerlendirmek, topluluksallığa, parçalanmaya sebep olur. Topluluksallık ise çoğunlukculuğa yol açar, orda da her değişen ideoloji kendi bakış açısına göre tanım yapar. Gruplaşmalar, cemaatler oluşur ve toplumsal ayrılıklar başlar, irade dışı hak talepleri gelir. Birey yok, toplum vardır artık. Kişiler kendi düşüncelerini ifade edemez ve çeşitli gurupların tahakkümü altında hareket eder. Bireysel irade tamamen grupların elindedir. Çünkü artık hak (bireysel) değildir ve görevler vardır.

Yurttaşlık için, bu tür kavramlardan arınmalı ve üst ölçeğimiz her zaman evrensel-herkesi kapsayan nitelikte olmalıdır. Bütünleştirici ve bir o kadar da şeffaf olmalıdır ki herkes kendine yer bulsun.

Devletler ve Uluslararası Düzen

Modern devletler daima daha geniş bir devletler sisteminin parçası olmuşlardır. Giddens’ın vurguladığı gibi, modern devletin egemenliği başından beri devletler arasındaki karşılıklı izlenen bir dizi ilişkiye bağlıdır.

Uluslararası ilişkiler, önceden kurulmuş olan ve uluslararası ilişkiler olmaksızın kendi egemenlik güçlerini sürdürebilen devletlerarasında kurulan bağlantılar değil, ulus devletin üzerinde var olduğu zemindir.”(Giddens, 1985, sf. 263-264).

Bull’un yaklaşımında (1977, sf.8), uluslararası ilişkilerin başlangıç noktası, devletlerin ya da bağımsız siyasi toplulukların varlığıdır, bunların her birinin bir hükümeti vardır ve yerkürenin yüzeyinin belirli bir kısmı ve insan topluluğunun belirli bir kesimi üzerinde egemenlik iddia eder.
Gerçekçi yaklaşımlarda devlet dışı ekonomik aktörlere ve devletler üstü uluslararası örgütlere gerçekçi açıklamalarda bir miktar açıklayıcı ağırlık verilir, ancak uluslararası politikanın itici gücü ağırlıklı biçimde devletlerdir. Gerçekçi literatürün bir ortak noktası da, devletlerin güç uygulamak için mücadele etmeleridir. Nitekim gerçekçilik, kimi zaman güç politikası yaklaşımı olarak tanımlanmıştır.

Morgenthau’nun sözleriyle “Uluslararası politika, bütün politikalar gibi bir güç mücadelesidir. Uluslararası politikanın nihai amaçları ne olursa olsun güç daima yakın amaçtır. En basit şekliyle uluslararası politika ‘güç bakımından tanımlanan çıkar’ olarak kavranabilir ve bu, ‘evrensel gerçekliliğe sahip nesnel bir kategori’dir. (Morgenthau,1978, sırasıyla 2,3,5 ve 8.sayfalar )

Görece kurumlaşmamış sistemlerde, devletlerin fiziksel yetenekleri çok önemlidir. Fakat, görece kurumlaşmış uluslararası sistemlerde devletler yaygın diplomatik normların, yasal olarak kurumlaşmış ulus-aşırı mali ağların ve müttefikler olarak tanınan uluslararası kurumların bulunmasına dayanarak nüfuz uygulayabilirler. (Keohane ,1989,sf.9)

Kapitalist dünya ekonomisi (on altıncı yüzyılda) varlık bulmaya başladığından beri herhangi bir siyasi birimin sınırlarından çok daha geniş sınırlara sahipti ve sahiptir. Gerçekten de kapitalist bir dünya ekonomisinin temel tamamlayıcı özelliklerinden biri, bölgelerin hiçbirinde nihai otoriteye sahip hiçbir siyasi varlığın bulunmaması gibi görünmektedir.

Uluslararası hukukun gelişmesi, bireyleri, hükümetleri ve hükümet dışı örgütleri yeni yasal düzenleme sistemleri altına yerleştirmiştir. Uluslararası hukuk, ulus devletlerin iddialarını aşan ve uygulanması için zorlayıcı güce sahip kurumlar tarafından desteklenmemelerine rağmen hiçbirinin daha kısa erimli sonuçları olmayan güçleri ve kısıtlamaları, hakları ve görevleri tanımaktadır.

Muhammet Ali DOĞAN

SASAM Stajyeri – Gazi Üniversitesi Tarih Bölümü Öğrencisi
Sahipkıran Stratejik Araştırmalar Merkezi – SASAM


FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum