MİNELSU İNAN YAZDI: YANKI
Şimdi sedefli gözler evsizdiler. Oysa sakindi üç adım öncesi. Renkler dans ediyor, avizeler eşlik ediyor, koltuklar şarkı söylüyordu, üç adım öncesi. Kırgınlığa karışmış öfke hızla çıkıyordu merdivenleri.
24 Nisan 2021 - 16:13
YANKI
Boş koltuk... Eksiği herkes biliyordu, aslında masadaki bardak kırılmış ve sedefli gözler çoktan yaşarmıştı, artık daha parlaktı. Sahipsiz bir çatal, bıçak, tabak ve onlara çöpten eşlik eden bir bardak…
Issız bir sessizlik yankılanıyordu içerde, tablolardan koltuklara eskimeyen yeniler... Şimdi sedefli gözler evsizdiler. Oysa sakindi üç adım öncesi. Renkler dans ediyor, avizeler eşlik ediyor, koltuklar şarkı söylüyordu, üç adım öncesi. Kırgınlığa karışmış öfke hızla çıkıyordu merdivenleri. Suçlunun ayrıldığı ortam tekrar boyanıyor, kuru kilise ortamı yine bir festivale konu oluyordu. Tabaklar ardı ardına boşalıyor, şişeler tekrar tekrar dolduruluyor, boşalan ekmek sepetleri tazeleniyordu, biten şölenin sonunda minderler koltuklara konuyor, masalar temizleniyor, o ağır zarif perdeler yerlerine çekiliyor, ışıklar boşluğa boşluklar karanlığa gömülüyordu. Hizmetliler bile odasına çekilirken hala küçük bir kitabın sayfaları savruluyordu.
Tozlu sayfalar burun tıkasa da Heidi’nin öğretmeni yeni gelmişti ve ders işlemek zorundaydı, küçük çocuk başını alabildiğine büyük cama çevirdi. Ayın görkemini en güzel sunduğu en uzak diyarlara kaçabilme fırsatını veren bu cam onun en kıymetli köşesiydi. Çünkü en yakın arkadaşı Jules Verne ve Tolstoy her ne kadar her zaman biraz geç kalsa da kırlara, onların verdiği kararlara sadık bir arkadaştı Dostoyevski. Dost bir arkadaştır hepsi ve gerektiği zaman o camı kırması gerektiğini söylüyorlardı ama her bir zamanın arkası çukurdu ve şu an buna gerek yoktu.
Dışarıda çiseleyen karlı günlerin habercisi olmuştu, sadece birkaç gün daha lâzımdı sonrası beyaz çarşaf her yeri kaplayacak ve dalga dolu anılar zihinde kaybolacaktı. Neyse ki her şey geçiciydi ve çocuk kışı da yaz kadar seviyordu, çünkü Kibritçi kız öyle istemişti. Elindeki tokayı, ayağındaki yorganı, yumuşacık halıların yanında buz kesen duvarların kıymetini biliyordu. Aslında bir sokak lambasından farksızdı. Bugün ne olmuştu, hayallerine bile sığdıramadığı şiddeti kalbine gömmüştü. Neyse ki bozkırın kuru toprağı da yeşerirdi Sibirya’nın soğu da erirdi.
Kuralcı bir toplum kalp kırmaktan çekinmiyordu, o zaman babamı suçlayamam, dayanamayıp açtı camı okyanusun kalbi çarpıyordu yüzüne. Ellerimi uzatıyorum, dışarı sarkıtsam düşecekmiş gibi buna fırsat yoktu. Fransız işlemesi korkuluklar da buna izin vermezdi. Her zaman kurtarılmayı bekleyen bir dünya, dinmeyen çığlıklara seyirci dünya, zar zor yenen bir yemek yanında kırılan bardak işi daha da zorlaştırmıştı. Ortada Rusya da işlenmiş İngiliz elinde ince iş görmüş zor da olsa Türk bir aileye konuk olan takım vardı, vaka önemli eşsiz ve ağırdı cezası da büyük olmalıydı ve öylede olmuştu. Osmanlı oyması masa titremişti ve bir yumruk bu kadar sert inemezdi. Neyse ki kıpırdayan dudaklardan hiç ses çıkmıyordu.
En ince zaafımdı duyamazsan KÖR darbesi asıl o zaman yerini bulurdu. İlla bir yardımcı gelir ve bana bunu hatırlatırdı, zavallı insanlar hepsi ölü gibi oradan oraya koşuşturmaya mecbur bırakılıyordu kimi zaman kendi aralarında iş bölümü yapıyorlardı. Hiç birinin azar yiyecek hali yoktu. Nasıl böylesine yıkılabilirdi hayatlar. Sevdiğimiz şeyler vardı, mutluluk, merhamet, kumsallar, yağmurlar, böcekler, ateş böcekleri de vardı. Neden onlarla aynı dünyayı paylaşmak mutlu olmaya yetmiyordu.
İnsanların nankörlüğünü düşünmek, düşünme üzerine düşünmek, oturup Jostein Gardır ile düşünmek, zımparasız masanın kıymığını düşünmek. Artık dalgalar titretiyor, tekrar kapanan bir pencere, nerede olduğunu hatırlatıyor. Büyük değil miydi bu laflar bu bedene, hayat yine acımasız davranmıştı kimi gariplere, bazıları şikâyetçiydi bu çilekeş senaryodan, soğuk çarşaflar hanımeli kokuyordu. Her şeyi ayakucuna bırakmış yorganı üstüne çekmişti, gözü yavaştan kapanırken bir pelüşe ilişti, doğru ya artık sarılmıyordu bu obura. Rengi solmuş, kimi yerinden pamuk fışkırmıştı ama yine de atamıyordu içinden ve geçmişinden, onu sevecek başka bir çocuk bulmalıydı tıpkı babası gibi hediye etmeliydi.
Zaman yine dirayetini göstermiş nasıl da unutmuştu baba hediyesini. Vakit artık hızlı geçiyordu pirinçler olmadan yapraklar dökülüyordu. Nefesleri iyice yavaşlamış, sadece cama odaklanmıştı sessizden yumuluyordu yastığa. Her şey geçecekti. Bu his, yorgunluk, dem, karanlık hatta bu perdeler bile eskiyecekti, endişeye yer yok, sabah olacak Allah Kerim...
Minelsu İNAN 20/04/2021
Boş koltuk... Eksiği herkes biliyordu, aslında masadaki bardak kırılmış ve sedefli gözler çoktan yaşarmıştı, artık daha parlaktı. Sahipsiz bir çatal, bıçak, tabak ve onlara çöpten eşlik eden bir bardak…
Issız bir sessizlik yankılanıyordu içerde, tablolardan koltuklara eskimeyen yeniler... Şimdi sedefli gözler evsizdiler. Oysa sakindi üç adım öncesi. Renkler dans ediyor, avizeler eşlik ediyor, koltuklar şarkı söylüyordu, üç adım öncesi. Kırgınlığa karışmış öfke hızla çıkıyordu merdivenleri. Suçlunun ayrıldığı ortam tekrar boyanıyor, kuru kilise ortamı yine bir festivale konu oluyordu. Tabaklar ardı ardına boşalıyor, şişeler tekrar tekrar dolduruluyor, boşalan ekmek sepetleri tazeleniyordu, biten şölenin sonunda minderler koltuklara konuyor, masalar temizleniyor, o ağır zarif perdeler yerlerine çekiliyor, ışıklar boşluğa boşluklar karanlığa gömülüyordu. Hizmetliler bile odasına çekilirken hala küçük bir kitabın sayfaları savruluyordu.
Tozlu sayfalar burun tıkasa da Heidi’nin öğretmeni yeni gelmişti ve ders işlemek zorundaydı, küçük çocuk başını alabildiğine büyük cama çevirdi. Ayın görkemini en güzel sunduğu en uzak diyarlara kaçabilme fırsatını veren bu cam onun en kıymetli köşesiydi. Çünkü en yakın arkadaşı Jules Verne ve Tolstoy her ne kadar her zaman biraz geç kalsa da kırlara, onların verdiği kararlara sadık bir arkadaştı Dostoyevski. Dost bir arkadaştır hepsi ve gerektiği zaman o camı kırması gerektiğini söylüyorlardı ama her bir zamanın arkası çukurdu ve şu an buna gerek yoktu.
Dışarıda çiseleyen karlı günlerin habercisi olmuştu, sadece birkaç gün daha lâzımdı sonrası beyaz çarşaf her yeri kaplayacak ve dalga dolu anılar zihinde kaybolacaktı. Neyse ki her şey geçiciydi ve çocuk kışı da yaz kadar seviyordu, çünkü Kibritçi kız öyle istemişti. Elindeki tokayı, ayağındaki yorganı, yumuşacık halıların yanında buz kesen duvarların kıymetini biliyordu. Aslında bir sokak lambasından farksızdı. Bugün ne olmuştu, hayallerine bile sığdıramadığı şiddeti kalbine gömmüştü. Neyse ki bozkırın kuru toprağı da yeşerirdi Sibirya’nın soğu da erirdi.
Kuralcı bir toplum kalp kırmaktan çekinmiyordu, o zaman babamı suçlayamam, dayanamayıp açtı camı okyanusun kalbi çarpıyordu yüzüne. Ellerimi uzatıyorum, dışarı sarkıtsam düşecekmiş gibi buna fırsat yoktu. Fransız işlemesi korkuluklar da buna izin vermezdi. Her zaman kurtarılmayı bekleyen bir dünya, dinmeyen çığlıklara seyirci dünya, zar zor yenen bir yemek yanında kırılan bardak işi daha da zorlaştırmıştı. Ortada Rusya da işlenmiş İngiliz elinde ince iş görmüş zor da olsa Türk bir aileye konuk olan takım vardı, vaka önemli eşsiz ve ağırdı cezası da büyük olmalıydı ve öylede olmuştu. Osmanlı oyması masa titremişti ve bir yumruk bu kadar sert inemezdi. Neyse ki kıpırdayan dudaklardan hiç ses çıkmıyordu.
En ince zaafımdı duyamazsan KÖR darbesi asıl o zaman yerini bulurdu. İlla bir yardımcı gelir ve bana bunu hatırlatırdı, zavallı insanlar hepsi ölü gibi oradan oraya koşuşturmaya mecbur bırakılıyordu kimi zaman kendi aralarında iş bölümü yapıyorlardı. Hiç birinin azar yiyecek hali yoktu. Nasıl böylesine yıkılabilirdi hayatlar. Sevdiğimiz şeyler vardı, mutluluk, merhamet, kumsallar, yağmurlar, böcekler, ateş böcekleri de vardı. Neden onlarla aynı dünyayı paylaşmak mutlu olmaya yetmiyordu.
İnsanların nankörlüğünü düşünmek, düşünme üzerine düşünmek, oturup Jostein Gardır ile düşünmek, zımparasız masanın kıymığını düşünmek. Artık dalgalar titretiyor, tekrar kapanan bir pencere, nerede olduğunu hatırlatıyor. Büyük değil miydi bu laflar bu bedene, hayat yine acımasız davranmıştı kimi gariplere, bazıları şikâyetçiydi bu çilekeş senaryodan, soğuk çarşaflar hanımeli kokuyordu. Her şeyi ayakucuna bırakmış yorganı üstüne çekmişti, gözü yavaştan kapanırken bir pelüşe ilişti, doğru ya artık sarılmıyordu bu obura. Rengi solmuş, kimi yerinden pamuk fışkırmıştı ama yine de atamıyordu içinden ve geçmişinden, onu sevecek başka bir çocuk bulmalıydı tıpkı babası gibi hediye etmeliydi.
Zaman yine dirayetini göstermiş nasıl da unutmuştu baba hediyesini. Vakit artık hızlı geçiyordu pirinçler olmadan yapraklar dökülüyordu. Nefesleri iyice yavaşlamış, sadece cama odaklanmıştı sessizden yumuluyordu yastığa. Her şey geçecekti. Bu his, yorgunluk, dem, karanlık hatta bu perdeler bile eskiyecekti, endişeye yer yok, sabah olacak Allah Kerim...
Minelsu İNAN 20/04/2021
FACEBOOK YORUMLAR