Lübnan'da asıl hedef ne? İsrail'in savaşı efsaneleri mi temel alıyor?

İsrail Lübnan’da tam olarak neyin peşinde? Hizbullah etkisini tamamen yitirdiğinde ülkede neler olabilir? İsrail politikalarını realist bir gözle mi belirliyor, efsaneler bu işin neresinde? Dr. Özlem Acar yazdı.

Lübnan'da asıl hedef ne? İsrail'in savaşı efsaneleri mi temel alıyor?
03 Ekim 2024 - 11:06

Özlem Acar
Özlem Acar

Hizbullah’ın lideri Nasrallah’ın öldürülmesinin hemen ardından 1 Ekim günü, İsrail uzun zamandır beklenen kara harekâtına başladığını açıkladı. Hizbullah önce sessiz kaldı, ardından 2 Ekim’de Lübnan’ın güneyinde ilk kez İsrail askerleriyle çatıştıklarını duyurdu.   İsrailli yetkililerin sınırlı olduğuna vurgu yaptığı bu kara harekâtının Litani Nehri’ne kadar uzanması ve ilk aşamada burası ile sınırlı kalması kuvvetle muhtemel.

İsrail’in Litani Nehri’ne kadar uzanan bölgenin -daha önceki işgallerinde de olduğu gibi- temel hedefi olduğu göz önünde bulundurulduğunda aynı bölgede kontrol kurma isteği anlaşılabilir. Peki, neden bu bölge?

İsrail’in hedefindeki bölgenin anlamı ne?

Öncelikle İsrail’in resmî açıklamalarına göre, kara harekatının amacı, ülkenin kuzeyinde yaşamakta iken Hizbullah saldırıları sonucunda yerinden edilmiş 80 bin civarında kişinin geri döndürmesi. Ancak açıkça dile getirilmeyen ve İsrail için önem taşıyan başka konular da var.

Bunlardan ilki, su kaynakları… İsrail’in su ihtiyacının süreklilik arz eden bir sorun olması, bu ülkeyi çevre ülkelerdeki kaynaklara dolayısıyla komşularına mecbur eden bir durum yaratıyor. Çevresindeki ülkelerle sorunlu ilişkileri olan İsrail açısından Lübnan’daki Hasbani-Wazzani Nehri İsrail’i beslediği için önem taşıyor. Ancak bununla birlikte Litani Nehri de İsrail’in geleceği açısından stratejik önem arz ediyor. Bu stratejik önem Litani’nin bölgedeki en önemli su kaynağı olması ve Litani bölgesindeki zirai alanların son derece verimli olmasından kaynaklanıyor. Ayrıca Litani doğal bir sınır hattı oluşturuyor. Ancak bunların yanı sıra 1919 yılında 1. Dünya Savaşı’nı sonlandıran Paris Barış görüşmelerinde İsrail’in ilk Başbakanı David Ben Gourion (1948) ve İsrail’in ilk Cumhurbaşkanı Chaim Weismann (1948) tarafından ortaya konulan İsrail Devleti’nin kuruluş haritasında, İsrail’in kuzey sınırı olarak Litani Nehri belirlenmiştir. Bu iki devlet adamının talepleri Sykes-Picot Anlaşması nedeniyle gerçeğe dönüşmemiştir.

İkincisi, tarım ile ilgili… Lübnan’ın güneyi ülkenin en verimli topraklarını barındırıyor. Hizbullah’ın uzun yıllar Tarım Bakanlığı’nı elinde bulundurmak istemesindeki temel sebeplerden birini de bu durum oluşturdu. Hizbullah bir taraftan bu verimli topraklarda üretilen gıdanın kendi tabanına uygun fiyatlarla yönlendirilmesini sağlarken diğer taraftan da tarım sektöründe olduğu kadar patlayıcı yapımında kullanılan amonyum nitratı stoklayabilmek için bu bakanlığım imkânlarından faydalandı.

Son olarak Doğu Akdeniz’deki enerji kaynakları da bölgedeki ülkelerin geleceği için çok önemli… İsrail mevcut rezervlerini üretim aşamasına taşıdı. Filistin ve Lübnan için hidrokarbon yataklarında keşif çalışmaları yapıldı. Çalışmalar sonucunda Lübnan için deniz petrol rezervlerinin (tahmini) 865 milyon varil, deniz doğalgaz rezervinin (tahmini) 96 trilyon m³ olduğu ileri sürüldü. Filistin’deki doğal gaz rezervininse 1.6 trilyon m³ olduğu tahmin ediliyor.  Söz konusu keşif çalışmalarından sonra araştırma ve sondaj aşamasına geçilemedi. Son bir yıldır İsrail’in mevcut fütursuz saldırılarına karşı uluslararası toplum sözlü tepki dışında herhangi bir yaptırım uygulama yoluna gitmedi. Dolayısıyla İsrail’in işgal ettiği toprakları uzun vadede ilhak ederek bu rezervlerin kendisine ait olduğunu iddia etmesine de uluslararası toplumun sessiz kalması muhtemelen kimseyi şaşırtmaz.

Dolayısıyla işgal ettiği topraklar konusunda hem Batı ülkelerinden hem de Arap ülkelerinden tepki almamanın rahatlığı ile faaliyetlerine devam eden İsrail’in uzun vadede sorgulanmayacak olmasının rahatlığını taşıdığı söylenebilir. Yani işgal ettiği toprakların uzantısı olan deniz sahasında sondaj yapması bugün verilmeyen tepkiyi ilerde hiç doğurmayabilir.

Lübnan’da neler olabilir?

Lübnan özeline bakıldığında, ülke içinde muhalefetin harekete geçirilerek Hizbullah’ı içeriden de zayıflatmak İsrail açısından bir seçenektir. Bu riskin farkında olan Lübnan Ordusu yetkililerinin Lübnan halkına yönelik birlik ve sükûnet çağrıları yabana atılmamalıdır. Ancak Ordu’nun İsrail’e karşı durmasını da beklememek gerekir. İsrail işgalini ilk kez yaşamayan Lübnanlılar Litani Nehri’nin güneyinden vazgeçmiş gibiler… Nitekim Beyrut’ta Hristiyanların ağırlıklı olarak yaşadığı bölgelerde özellikle Hizbullah’a muhalif olan halk, bombaların sesini duysa da kendilerine zarar gelmeyeceğine inanıyor ve mevcut savaşın ülkelerinden Suriyeli göçmenleri çıkarmak ve Şiileri baskılamak için bir fırsat olduğu fikrini gizlemiyorlar.

Lübnan’ın geleceği açısından bir başka senaryo ise ülkede Sünnilerin büyük ölçüde hamisi olan Suudi Arabistan ve Hristiyanların büyük kısmının hamisi olan Fransa’nın desteği ile cumhurbaşkanlığının Hizbullah’a muhalif 14 Mart Kanadı’na geçmesi… Artık Hizbullah’ın cumhurbaşkanını kendi tercihleri doğrultusunda seçilmeye zorlayacak gücü yıpranmış görünüyor.

Daha tehlikeli bir senaryo ise geçmiş dönemde önemli görevler üstlenerek saygınlık kazanan köklü Sünni ailelerin liderlerinin ön plana çıkarılması olabilir. Ancak bu liderlerin kendi konumlarını sağlamlaştırdıkları esnada hami ülkelerden aldıkları destekle -Lübnan siyaset ve güvenlik alanının olmazsa olmazı- kendi milis güçlerinin oluşturulması/güçlendirilmesi gerekir. Lübnan’da Taif Anlaşması sonrasında Hizbullah dışında tüm diğer grupların silahlarını Lübnan Ordusu’na devretmesi, diğer milis yapıların bu tarihten sonra savunma amaçlı kısıtlı silah ve mühimmat bulundurabilmesine sebep oldu. Kaldı ki bu durum Hizbullah’ın da dikkatini çekmemeliydi. Şimdi -özellikle Suriye’de Şiiler ve Sünniler arasında yaşanan çatışmalarda oynadığı rol nedeniyle uzun zamandır Hizbullah’a diş bileyenler başta olmak üzere- ülkede idarede daha fazla rol sahibi olmak ve Hizbullah’a karşı baskın güç olmak isteyen Sünni gruplar da hamilerinin desteğiyle açık bir şekilde silahlanabilir.

Ülkede oluşan güç boşluğunu doldurmak isteyen çok fazla grup ve bu grupları dışardan destekleyen çok fazla ülke mevcut. Lübnan’da yaşanan savaş halinin belirginleşmesi ile bağlantılı olarak bu ülkede geçmişte gazeteci/stk temsilcisi olarak görev yapmış olan yabancıları tekrar görmek de mümkün… Pek çok yabancı ülke güç için istihbarat, istihbarat için de sağlam bir bilgi ağının gerekliliğin farkında ve eski dostlarını Lübnan’a tekrar gönderiyor…

İsrail’in Ortadoğu’ya ilişkin emellerine İran razı gelir mi?

Elbette ki İsrail’in adım adım emellerini gerçekleştirmesi için de öncelikle Hizbullah tehdidinin ortadan kaldırılması gerekliydi. İsrail yavaş ancak emin adımlarla kara harekâtını gerçekleştirip Litani Nehri’ne kadar olan bölgeyi temizleme gayesini gizlemiyor. Aslında vereceği insani kayıpları da çok umursayacakmış gibi görünmüyor çünkü belli ki İsrail kısa vadeli yatırımlarla ilgilenmiyor çok daha uzun vadeli varoluş hesapları içinde…

Bu esnada Hizbullah silah ve mühimmatlarının önemli bölümünü aynı zamanda da yönetici kadrolarının neredeyse tamamını kaybetti. İran’ın karşı saldırısının verdiği hasarı İsrail’in daha önceki saldırılarda olduğu gibi açıklaması beklenmemeli. Rusya ve Çin’in İsrail-İran gerilimi istememesine karşılık ABD’nin İran’a yönelik uyarıları arasında bölgede gergin bir iklim hâkim.

Aslında Haniye’nin öldürülmesinin ardından Nasrallah’ın da öldürülmesiyle İran’ın tepki vermesi zorunlu oldu ve 1 Ekim gecesi İran İsrail’e kendi açıklamalarına göre 500 füze yolladı. Ancak bu saldırının asıl sebebini belki de Netenyahu’nun İran halkına yaptığı rejim değişikliği çağrısı oluşturuyor.

Öte yandan İran’ın Hizbullah’a yönelik desteği kesilmiş gibi görünüyor. Hatta belki de kendi topraklarına dokunulmaması kaydıyla İran’ın desteği tüm Direniş Hattı boyunca yer alan tüm örgütlere de kesilmiş olabilir. İsrail şu anda bu örgütlerin ellerindeki silah rezervlerini harcamaları için teşvik edici saldırılarla bu yapıları kışkırtabilir. Ayrıca İsrail’in ABD ile birlikte İran’a yönelik saldırılarını da beklemek mümkün.

İran ve Şii Direniş Hattı ile İsrail arasında yaşanan çatışmalar artarken bölge ülkelerine bakıldığında ise Filistin kadar Lübnan konusunda da ağırlıklarını ortaya koymaktan uzak, uluslararası mekanizmaları devreye sokacak iradeyi harekete geçirmekten aciz bir profil izlediklerini görüyoruz. İsrail’in bölgeye kaos getiren eylemleri eski düşman ülkeleri tekrar barıştırıp kendi gelecekleri için kararlar almaya zorlarken, İran’ın saldırılarını önceden ABD’li yetkililere haber verdiği yönündeki bilgiler İran’a güvenen çevrelerde hayal kırıklığı yaratıyor.

İsrail’in saldırılarının motivasyon kaynağı efsanelere dayalı hayaller mi?

İsrail’de bugüne kadar ülke tarihinin en sağcı ve dindar hükümetlerinden biri görevde. Bu kabine Ortadoğu’yu bölgesel bir savaşın eşiğine getiren politikalarını sadece güvenlik odaklı amaçlarla değil, aynı zamanda dinî birtakım temellere ya da efsanelere dayanarak da hayata geçiriyor. Ve maalesef tüm bu politikaları uygulayabilmeleri için de dünyada son derece uygun şartlar var. ABD’de kendi derdine düşmüş bir yönetim, Ukrayna-Rusya Savaşı’na takılmış bir Avrupa ve çoktan Filistin davasına sırtını dönmüş ya da kendi derdine düşmüş zengin Arap ülkeleri…

Hal böyle olunca İsrail’in önünde çok az engel kalıyor, Batı da bu tabloya çanak tutuyor. İsrail’in gıda ve ilaç sektöründeki çalışmaları, teknolojisi Batılı ülkeler için Lübnan ya da Filistin halklarından daha kıymetli gibi görünüyor. Özellikle sadece jeo-stratejik gerçeklerle değil de Arz-ı Mevud -yani Tevrat’ta Allah’ın Hz. İbrâhim’e ve onun soyundan gelenlere vermeyi vadettiği ileri sürülen Nil Nehri ile Fırat Nehri arasındaki bölgeyi kontrolleri altına alma inancı- ile şekillenmiş gelecek algısı ile hareket eden bir toplumla ve yöneticilerle karşı karşıya olmak, yaşananların sonlanması ve katliamın durması beklentisini boşa çıkarıyor.

Bir taraftan Netflix gibi medya kuruluşları vasıtasıyla halk, bir taraftan Dünya Ekonomik Forumu’nun ortaya koyduğu projelerle devlet yöneticileri “Yeni Dünya Düzeni”ne hazırlanırken; Türkiye’nin öneminin pekiştiği bir dönem yaklaşıyor.

Cumhurbaşkanı R. Tayyip Erdoğan’ın Meclis açılış konuşmasında dile getirdiği şekilde “İsrail’in gözü vatan topraklarımızın üzerinde” olabilir ancak gözü üzerimizde olan başka ülkeler de var. Burada komplo teorisi sayılabilecek birkaç nokta ön plana çıkıyor. İsrail, vaat edilmiş toprakların kuzey bölgelerini oluşturan ve depremde büyük ölçüde hasar alan şehirlerimizi haritasına dâhil ederken, Türkiye’nin Batısı’nda bulunan Hristiyanlığın ilk yedi kilisesinin de başka bir inanışa temel teşkil ettiği akıllara geliyor. Hatta bunların yanı sıra Mustafa Kemal Atatürk’ün “şahsi meselem” dediği Hatay’ın da ayrı bir öneminin olduğu hatta hepsinin yanında ve belki de üstünde İstanbul gibi bir hazineye de ev sahipliği yaptığımızı da göz ardı etmemek gerek.

Ortadoğu’da ve de dünyada pek çok ülkenin tarihi, manevi ya da inanç açısından önem taşıyan kentleri ve mabetleri var ancak Türkiye’nin hem Yahudiler hem de Hristiyanlar açısından sahip olduğu önem çok üst seviyelerde. Vaat edilmiş topraklar ya da Yedi Kilise konusundaki teorilere gülüp geçilebilir. Dünyanın gerçek düzeninde realizm içinde bunlara yer yok denilebilir ancak karşıdaki müstakbel düşman içtenlikle bu efsanelere inanıyorsa ve bu amaçla saldırıyorsa, göz ardı edilen ya da gülüp geçilen hikâyelerin getirdiklerine karşı koymak zorunda kalınabilir.

Biraz daha ileri gidip bu efsanelerin gerçek dünyada karşılığının olmadığını ve güncel gelişmelerde karşılığının bulunmadığını düşünüp gülenler için küçük bir gülümseme vesilesi de verilebilir: Pek çok kişinin bildiği üzere 2032 İtalya-Türkiye Avrupa Futbol Şampiyonası yapılacak yani bir diğer ifadeyle İstanbul-Roma… O halde umalım ki şampiyona öncesinde yaşanacak gelişmeler yeni dünya düzeni hayallerini Doğu Roma-Yeni Batı Roma üzerine kuran ülkelerin hesaplarına göre şekillenmesin.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir vtarihistan.org'un editöryel politikasını yansıtmayabilir.

*Dr. Özlem Acar, Gazi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi’nde Kamu Yönetimi eğitimi aldıktan sonra aynı üniversitede Siyaset ve Sosyal Bilimler alanında yüksek lisans yapmıştır. Daha sonra Polis Akademisi Güvenlik Bilimleri Enstitüsü’nde Güvenlik Stratejileri ve Yönetimi alanında doktorasını tamamlamıştır.Meslek hayatına 2006 yılında başlayan Acar, Ortadoğu bölgesinin güvenlik ve siyasi durumu üzerine yoğunlaşan çalışmalar yürütmüştür. Bu dönemde Lübnan, Irak, Ürdün ve Yemen’de bulunmuştur. İngilizce ve Fransızca bilen Acar, bölgesel güvenlik ve politika analizleri konularında yayınlara imza atmıştır. “Haşdi Şabi’nin İki Yüzü Irak ve İran Çekişmesi” başlıklı kitabın yazarıdır.

Kaynak: Makale ilk olarak 3 Ekim 2024 tarihinde fikirturu.com sitesinde yayınlanmıştır.

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum