Kütüphane deyince - Yazan: Ayşe Göktürk Tunceroğlu
Kütüphane deyince
Amerika'da en iyi işleyen müesseselerden biri kütüphanelerdir, dersem mübalağa etmiş olmam. Burada kütüphane halkın yaşayışıyla içiçedir. Her semtte bir Halk Kütüphanesi vardır ve en küçüğü bile "müşteri" cezbedici şekilde donatılmıştır. 1911 yılında açılan, New York Halk Kütüphanesinin Manhattan'da- ki merkez binası ihtişamlı mimarisi ve size sunulan imkânları ile -bu civarda- başı çekiyorsa da semt kütüphaneleri de ondan aşağı kalmaz. Bir keresinde New York Halk Kütüphanesinde, görevli memurlardan birine, ABD'nin diğer ülkelerle yaptığı ticaret antlaşmalarının kütüphanelerinde mevcut olup olmadığı, eğer varsa, hangi kitapta bulabileceğimi sormuştum. "Hangi ülke ile olanları istiyorsunuz?" dedi kız. "Türkiye" dedim, biraz da umutsuzca. O bir taraftan önündeki bilgisayarın tuşlarına basıp ekran; kontrol ederken ve ben "Maalesef, yok!" demesini bekierken, "Hepsini mi, belli senelerin anlaşmalarım mı?" diye sordu. Onu da söyledim. 'Biraz bekleyin." deyip gitti. Az sonra istediğim yıllar arasındaki Türkiye-ABD ticaret antlaşmalarının fotokopilerini bir tomar getirip güler yüzüyle ve herhangi bir ücret talep etmeden elime verdi. Nasıl şaşırmıştım, hatırlıyorum.
Amerika'da kütüphaneler, halka hizmet müessesesi olduklarının şuuruna sahip, gerçekten iyi çalışıyorlar. Halk kütüphaneleri bulundukları şehrin mahallî yönetimine bağlıdır. Hâli hazırda Amerika'da -üniversite kütüphaneleri ve benzeri özel kütüphaneler hariç- 10 bin Halk Kütüphanesi mevcut.
Onlarn gıpta edilecek manzaraları iki tararlı bir tavırdan doğuyor: Kütüphanenîn tavrı ve okuyucunun tavrı. Kütüphane hizmet sunuyor, çünkü hizmetini bekleyen, gözleyen okuyucu kitlesi var. Halk kütüphaneye karşı ilgisiz, sevgisiz değil, çünkü türlü faaliyetleriyle kütüphane onu çekiyor. İnanır mısınız, burada kütüphanelerde çocuklararası karpuz yeme yarışı bile yapıyorlar. Kütüphane ile karpuzun ne alâkası var, öyle değil mi? Maksat anaokulu çağından itibaren çocukların ayağını alıştırmak. Haftada bir gün çocuklar için hikâye saati var. Çocuklar çepeçevre otururlar, kütüphaneci hanımlardan biri yüksek sesle hikâye okur, masal anlatır. Yine çocuklar için, mısır patlatması, meyve suyu ikram edilen; kısa, öğretici filimler seyrettirilen partiler tertiplenir. Resim yarışmaları, satranç müsabakaları yapılır. 10 kitabı okuyup bitiren çocuğun adı duvara yazılıp hediye verilir. (En küçük semt kütüphanelerinde bile çocuklar için ayrı salon var). Yine haftada bir akşam gençlerin okuma günüdür, bir roman yüksek sesle okunup yorumlar yapılır. Amerika'nın bütün özel günlerinde, bayramlarında kütüphaneler kutlama programları hazırlar. Şimdi Noel geliyor ya, kütüphanelere çamlar dikilip donatıldı. "Noel" kabul edilen 25 Aralıktan önceki hikâye gününe de, kırmızı kostümüyle Noel Baba gelecek, çocuklara o hikâye anlatacak, şeker verecek. Kütüphaneler, üyelerinden çok az bir ücret (mesela; 50 kuruş, 1 dolar) alarak civardaki bir parkta piknik bile tertiplerler. Bunlar benim bildiğim faaliyetler.
Amerika'da kütüphaneler daima kalabalıktır. Kütüphaneye gitmek için araştırmacı olmak gerekmez. Belli başlı bütün dergiler ve birkaç günlük gazete bir salonda sergilenir, oraya rahat koltuklar da yerleştirilmiştir. Çevre sakinleri, emekliler çay bahçesine gider gibi oraya gelirler. Sonra civar işyerlerinde çalışanlar öğle tatillerinde gelip hiç değilse gazete, dergi karıştırırlar. Lise öğrencileri arasında okul çıkışında ev ödevini kütüphanede yapmak adeti çok yaygındır. Amerika'da kütüphaneye gitmek her yaştan, her meslekten insan için hamburgerciye, pizzacıya ya da berbere, kuru temizlemeciye gitmek gibi olağan bir iş, bir âdet kabul ediliyor. Amerikalının bu tavrına, kütüphanelerin bu manzarasına ne kadar imreniyorum, bilemezsiniz.
Bizier artık günahımızla, sevabımızla orta yaş grubunu teşkil ediyoruz. Fakat memleketimizin yeni nesli bana kütüphane yolu bilmez, kitap kapağı açmâz, okumaya bigâne insanlar gibi geliyor. (İstisnâlar daima vardır). Yeni nesil, "Amerika" deyince maalesef Michael Jackson ile Madonna'yı hatırlıyor, onları bilmeyi çağdaşlık, modernlik sanıyor. Çok, çok yandığım iki olayı anlatacağım. 'Olay" deyince soygun, bomba, zelzele, su felâketi akla gelir. Bence onlar gibi bir felâkettir şu iki müşahedem: Türk Dili ve Edebiyatı fakültelerimizden birini iki-üç yıl önce bitirmiş bir genç kızımızla tanıştım. Ahmet Kabaklı Hoca ile ilgili birşey söylemiştim. "O kim?" dedi. Birkaç cümleyle tanıtmaya çalıştım. Ve onun Türkoloji mezunu olmasından kendim hicap duyarak sözümü "Hatırladın değil mi?" diyerek bağladım. Başını iki yana sallayıp omuz silkti: "Hayır!" Yazdığı kitapları yok farzedin ama 40 yıllık gazeteci Ahmet Ka- baklı'yı köy kahvesindeki Veli Dayı bile tanır. Bu hanım kız Türkoloji okumuş!
Yine, İktisat fakültelerimizden birini iki sene önce bitirmiş, İstanbullu bir genç... Süleymaniye'de Bayram Şabahı'ndan birkaç mısra okumuştum. Söz arasında, "Çok güzel abla. Sen mi yazdın bunu?" diye sordu. Hayal kırıklığımı örtbas etmeye çalışarak Yahya Kemal'i birkaç cümleyle tanıtmak istedim: "Hani İstanbul sevdalısı bir şairimizdir. Sen de İstanbullusun bak! Bazı şiirleri bestelenmiştir. Endülüs'te Raks, Sessiz Gemi... falan. Hatırladın mı?"
"Çıkaramadım abla!"
"Yahya Kemal... Okumadın mı hiç şiirini?"
"Ha o... Adını duymuştum."
Şükretmesini bilmek lâzım, "O da kim?" demedi. Adını duymuş ne de olsa!
Bizim münevver sınıfımız böyle mi olmalı? Üniversitelerimizden - hangi bölüm olursa olsun, kaldı ki ilk kahramanımız genç kız edebiyat fakültesi diplomalı- kendi kültürlerine bu kadar yabancı insanlar çıkacaksa, üniversiteye 300 bin kişi girmiş, 400 bin kişi girmiş, neye yarar?
Ayşe Göktürk Tunceroğlu
(Türkiye Gazetesi - Aralık 1993)
FACEBOOK YORUMLAR