İSLAM DÜNYASI "EY İNSANLAR!" DEME YETENEĞİNİ YİTİRDİ / Dücane CÜNDİOĞLU

İSLAM DÜNYASI "EY İNSANLAR!" DEME YETENEĞİNİ YİTİRDİ / Dücane CÜNDİOĞLU
09 Mart 2020 - 19:15
İSLAM DÜNYASI “EY İNSANLAR!” DEME YETENEĞİNİ YİTİRDİ
 
Rusya, jet krizi, IŞİD vs. Ne diyorsunuz Hocam, dünyanın sonuna doğru emin adımlarla ilerliyoruz galiba…
 
Ne yazık ki durum çok ciddi. İşin üzücü yanı Türkiye bu cehennemin tam da ortasında.  Yıllar önce bir AGİT toplantısı nedeniyle Türkiye’ye gelen Bill Clinton, “21. yüzyılda dünyanın kaderini Türkiye’nin tavrı belirleyecek" diye uyarıda bulunmuştu, ben de bu açıklama üzerine o zaman Yeni Şafak’ta 19 Kasım 1999 tarihli bir yazı kaleme alıp özellikle I. Dünya Savaşı’na ilişkin hatıratlar üzerinden bu cümleyi yorumlamıştım. O yazı şu başlığı taşıyordu: “3. Dünya Savaşı’na Giden Yolda Türkiye’nin Tavrı Ne Olacak?” Geçen 16 yıl içinde Türkiye’nin tavrını gördük, umarım daha da kötüsünü görmeyiz.
 
Bölgede Suudi Arabistan, Katar ve biz; karşımızda ise İran, Esad, dışardan Rusya ittifak kurmuş görünüyor. Bu kamplaşma  dini ve tarihsel olarak kaçınılmaz mı?
 
Hiç kuşkunuz olmasın. Selefiler (Araplar) ile Sünniler (Türkler) bir tarafta, Şiiler (İranlılar) ise karşı tarafta. Sünni Kürtlerin durumuysa ikircimli. Konjönktür değişse de Mezopotamya’nın yazgısını daima coğrafya belirlemiştir. Etnik ve dinsel ayrımlar da ne yazık ki bu yazgının bir parçası.
 
Tunus’ta demokrasi çabaları nedeniyle Nobel Barış Ödülünü alan Tunus Ulusal Diyalog Dörtlüsü’nden Hüseyin Abbasi Türkiye’yi suçladı. Ödül töreninden sonra CNN’de “IŞİD’in arkasında Türkiye ve Katar’ın olduğunu herkes biliyor” dedi. Ne diyorsunuz?
 
Sanırım, bu sözde-hakikati bir ben hariç herkes biliyor olmalı, çünkü her ne kadar para ve insan ihtiyaçları Suud-i Arabistan ve Katar tarafından kotarılıyor olsa da sunumu itibariyle IŞİD son tahlilde bir uluslararası istihbarat konsorsiyumunun marifeti gibi görünüyor. Nazarımda IŞİD bir örgütten çok, tipik bir “işletme”.
 
Terör örgütleri tamamen dini iddialarla ortaya çıkıyor. Kur’an şiddeti onaylar mı?
 
Dini metinler değişik koşullarda değişik biçimlerde yorumlanır. Hz. İsa her ne kadar şefkat ve merhametin timsali bir sevgi peygamberi olsa da Kilise bu imgeyi İncil’deki şiddet öneren pasajlar ışığında yorumlamaktan kaçınmamıştır. Haçlı Seferleri’ni organize eden bilinç gerektiğinde Kitab-ı Mukaddes’i savaşı destekleyecek şekilde yorumlarken, başka koşullarda merhamet, şefkat ve hoşgörüyü öne çıkarmıştır. Bu durum Kur’an-ı Kerim için de söz konusudur. Metinler kendi kendine konuşmaz, konuşturan insandır. Yorumlayan bilinçtir. İslâm Dünyası aynı yüzyılda İbn Teymiye’yi de çıkarmış, İbn Arabi’yi de. Tümüyle karşıt iki yorumcu. Hangisi gerçek İslam?
 
Uzlaşmacı akımlarda reformist bir çaba var mı? Yorumlama, yumuşatma gibi… Dini metinleri kafamıza göre değiştirebilir miyiz?
 
Gelenek bunu yapmasa hiçbir din günümüze ulaşamazdı. Kutsal metinler değişmez ama güncellenir. Değişen koşullara yorumun gücü sayesinde ayak uydururlar.
 
Hep yapılmış mı bu?
 
Elbette. Dini hukukun yüzde 90’ı en nihayet asırlar içinde ulemanın yaptığı incelikli yorumlardan ibarettir, yoksa Kur’an-ı Kerim’deki yasaklar 5-10 maddeyi geçmez. Ancak 18-19. yüzyıllarda İslam dünyası kendisini güncellemeyi, inançlarla dünya bilgisi arasındaki irtibatı tam anlamıyla kurmayı beceremedi. “Hırsızın elini kesin” buyruğu ulema tarafından nasıl tatbik edilmiştir? Uygulanmayarak. Caydırıcı, psikolojik bir araç olarak. İslam tarihinde eli kesilen hırsız sayısı yok denecek kadar azdır.
 
Peki “Bunlar dinden saptı” diyenlere nasıl cevap veriliyor?
 
Kur’an’da Allah’ın elinden, gözünden söz edilir. Allah’ın dünya semasına “indiğine” dair rivayetler vardır. Çoğu alim bu ifadelerin zahiren anlaşılmasını aşırı yorum olarak kabul etmiştir. Çünkü üç boyutlu bir cisim gibi hareket etmek Tanrı’ya yakıştırılmaz. Cisimler çürür, yok olur. Bu ifadeler mecaz olarak görülmüş, ama “kutsal metinde böyle diyorsa böyledir” denmemiştir. Hem akla uygunluk, hem de toplumun maslahatı dikkate alınarak sadece hukukta değil, inanç ilkelerinde bile yorumlar sürekli güncellenmiştir. Modern döneme kadar...
 
Modern dönemde neden durmuş?
 
15. yüzyılda İstanbul’u fetheden, 17. yüzyıl’da Viyana kapılarına dayanan güç ideolojik dayanaklarından hiç şüphe etmedi, ama barutlu tüfekler, Amerika’nın fethi, Atlas Okyanusu’na açılan Avrupa, ve ardından gelen sürekli yenilgiler kuşkuya yol açtı, bir ideolojik yetersizlik duygusuna. Çağın koşullarına entegre olmak zayıflığın onaylanması olarak algılandığından direnç ve ayrışma isteği kemikleşti. Bu ergence bir tepkiydi. Eziklik şiddete dönüştü. Kur’an “Ey insanlar!” der, çünkü iddiası itibariyle tüm insanlara gönderilmiş bir kitap! Ne yazık ki İslam dünyası bu geri çekiliş sürecinde “Ey İnsanlar!” deme yeteneğini yitirdi, ister istemez sadece “Ey iman edenler!” hitabının sınırları içinde kaldı.
 
Eskiden evrensel bir yaklaşımı mı vardı İslam’ın?
 
Hem de nasıl. Salt kendi insanına değil, doğrudan insana hitab eden özenli bir dili vardı: dervişane, birleştirici bir dil. Osmanlı’nın tarihsel zemini bu 13-14. yüzyıl zeminidir. Ellerinde tefler, kudümler, ud çalan, kulaklarında küpe, boyunlarında halkalar, yalınayak, saçlarını kazıtmış nice uyumsuz zekanın toplumu şenlendirdiği bir dönem. Dilenen, hatta kıtlık dönemlerinde halka yiyecek dağıtmak için örgütlenen insanlar komünal yaşantı alanları kurdular. Halk o katılaşma, kutuplaşma yıllarında bu alanların içinde nefes aldı, müslim-gayrimüslim ayrımları zayıfladı. İlk fırsatta İslam Dünyası yine bu refleksi verecektir.
 
Paris saldırıları sonrası neden tek bir İslam ülkesinde kalabalıklar sokaklara çıkmadı? “Biz bu değiliz” demedi?
 
Savaş içindeyiz. Belki üzücü, utandırıcı sahneler yaşıyoruz, ama öte yandan yoksulluklar, sıkıntılar, sürekli yasakçı, korkutucu, ilkel yönetim tarzları altında büyüyen insanlar. Bunları yok sayamayız. Örgütlü azınlıkların ses çıkarma gücü örgütsüz kitlelere göre daha yüksek. Türkiye’de güya yüzde 8 IŞİD’i destekliyormuş, ama kimse o kocaman yüzde 92’yi unutmasın! Halkın uzlaşma, dayanışma yetenekleri gözardı edilmemeli. İnsan zor zamanlarda kötümser bir haklılık yerine, iyimser bir yanılgıyı tercih eder.
 
Paris saldırıları, Charlie Hebdo, Danimarkalı yönetmen, Salman Rüşdi’ye ölüm fetvası… Neden kutsallara dokunulduğunda öldürme refleksi ortaya çıkıyor? Dini temeli var mı?
 
Tanrı değil, asıl peygamberlik sözkonusu olduğu zaman insan devreye girer, bilhassa insani ilişkiler, toplumsal duyarlılıklar... İslam dünyasının kendi kimliğini koruyabilmek için sığınabileceği birleştirici başka bir merkezi şahsiyet mi var? İster istemez bu konudaki eleştirileri varlığının temeline yönelmiş acımasız bir saldırı olarak algılıyor.
 
Duvarlarında Meryem Ana ya da Hazreti İsa resmi olmayan bir Katolik evi bulamazsınız. Onlar için de kutsal figürler. Charlie Hebdo’da onlarla da ilgili de yayın yapıldı. Hıristiyanlar neden öldürmüyor kimseyi?
 
Değerler alanında hiçbir inanç sistemi sözde-hoşgörü üzerinden aklanamaz. Hz. İsa İslam dünyası açısından bir insandır, bir peygamberdir, ama Hıristiyan dünyası için Tanrı’nın insan suretindeki belirlenimidir, yani hem insandır, hem tanrıdır, son peygamber ise sadece insandır, bizim gibi bir insan. İslam dünyasının üzerine titreyeceği, titizleneceği daha üst bir değer mi var?
 
Peki ne olacak? “Biz istediğimizi çizeriz” diyor adam. Sosyal medya var. O olmadı, öbürü yapacak.  Herkesi öldürecekler mi sonsuza kadar?
 
İslâm dünyasında şu anda karşılaşılan şiddet geleneksel duyarlılıkların modernleşmiş bir ifadesi: modern şiddet! Geleneksel değerlerine bağlı halk, Anadolu halkı bu tür tepkiler verir mi?
 
Anadolu’da bir dergi bunu yapsın, verebilir bana sorarsanız…
 
Hürmet karşılıklıdır. Bir Buda heykeline yapacağınız saygısızlığı da Hintliler affetmez. Hindistan’da bir inek kesip kızartma yapın bakalım size ne tepki verecekler? “Ne canım, alt tarafı biftek yiyoruz” diyemezsiniz.
 
Hindu teröristler Paris’te biftek yiyen insanları öldürse onlara itiraz etmez miyiz?
 
Şiddetin her türlüsüne karşı çıkmalıyız, bilhassa örgütlü şiddetin, ama özellikle devlet şiddetinin. Walter Benjamin’in “kurucu şiddet-koruyucu şiddet” ayrımının yanısıra, benim, “nedensiz şiddet” olarak adlandırdığım bir başka durum daha var: şiddet olarak şiddet, varoluşsal şiddet. Tümüyle irrasyonel, nedensiz şiddet. Sorun da burada, İslam dünyası tam da böylesi bir şiddetin içine itiliyor, ne kurucu ne koruyucu, sadece varoluşsal bir ifade aracı olarak kör bir şiddetin içine.
 
Devletleşmek, hilafet kurmak amacıyla yapmıyor mu?
 
İslam savaş hukukunda kadınlar, çocuklar, masumlar öldürülmez. Savaşanla savaşırsın. Savaşmayanla savaşmazsın. Ortaçağ savaş hukukundan söz ediyoruz. Her örgüt, bir bölgede hâkimiyetini kurarken, yoğun ve acımasız, irrasyonel bir şiddet uygular. “Burada artık ben varım, burası benden sorulur” demek ister. Amacı yine kendisidir: şiddet olarak şiddet, yani dehşet. Sözün özü hiçbir İslam âlimi atom bombası atılsın diye fetva veremez.
 
IŞİD’in dayanak aldığı ‘Vahşetin Yönetimi’ diye bir kitap var. Orada “Cihada katılan bilir ki şiddet, sertlik, terörizm, korkutma ve katliam mubahtır” deniliyor. Dinde böyle bir şey var mı?
 
Yorumu kimin ve niçin yaptığı önemli. Oysa bizim hakkında konuştuğumuz ana sorun, İslam dünyasının bilinci değil, bilinçdışı. Sözünü ettiğiniz dil, irrasyonel, çünkü duyusal ve duygusal. Ortadoğu’da olup bitenleri ancak bir düş yorumcusu hakkını vererek yorumlayabilir. İlgisiz, ilişkisiz, kopuk kopuk, muhayyileye dayalı fragmanların oluşturduğu bir düş ortamındayız. Bu yüzden gerçek olguları değil, düşleri yorumladığımızın bilincinde olmalıyız, hatta bir kâbusu. Freud, “Hiçbir düş geleceği göstermez” der. Düşler, gelecekten önce geçmişi analiz etmek için birer vasıta. “Dün ne oldu?”nun yanıtı alınmadan hiçbir düş bugün’den bakılarak yorumlanamaz.
 
Bin Ladin, “Siz hayatı ne kadar seviyorsanız, onlar da ölümü o kadar seviyorlar” demişti. Bu ölüm tutkusunun açıklaması nedir?
 
İşkence görmüş biri olarak diyebilirim ki işkence sırasında ölüm, bazen yaşamaktan sevimli gelir insana. Ölüme bu denli sevdalanmanın nedeni insanca yaşama dair hiçbir umudun kalmaması. Eşini, çoluğunu çocuğunu alıp IŞİD’e katılanların ruh dünyasında, ölümde bir karşılık bulmaktan çok yaşamda bir karşılık bulamama halinin belirleyici olduğunu düşünüyorum. Neşenin yokluğu en temelde arzu yokluğuna dönüyor, arzu yokluğu haz yokluğuna, haz yokluğu ise yaşamı sürdürme güdüsünün yara almasına. Din sadece bu halin bir ifade aracı, kesinlikle asıl gerekçesi değil.
 
Bu gergin atmosferde Türkiye’nin başında kutuplaştırıcı söylemler kullanmakta pek ürkek davranmayan bir iktidar olmasını nasıl görüyorsunuz?
 
Olumsuz tarafı çok konuşuldu, dilerseniz biz biraz da olumlu tarafından bakalım. Çünkü yaşamı sürdürebilmek için umut etmek zorundayız. Birkaç ismi hatırlayalım. Önce eski Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Ali Babacan, Mehmet Şimşek, Mehmet Ali Şahin, belki şimdi dışarıda kaldı ama Bülent Arınç, ve bilhassa Ahmet Davutoğlu. Bu ve benzeri isimlerin kendileri gibi davranmayı becerebildikçe ayrıştırıcı, dışlayıcı, kutuplaştırıcı dilden uzak durma kapasitelerinin bulunduğunu pekala söyleyebiliriz. Diğerleri de ister istemez daha kapsayıcı, daha kuşatıcı bir dil kullanmayı öğreneceklerdir. Taşra siyasetçilerini ciddiye almamalı, arka planda bu demokratik özeni üstlenecek siyasal potansiyeli var AK Parti’nin.

 


Ama oyunun dışında kaldılar…
 
Olsun, oyun yine de devam ediyor. Bu yüzden kendi olmayı başarabilirse, Ahmet Davutoğlu’nun taşıdığı birikim sayesinde böyle bir yöne evrilebileceğini şahsen umut etmek istiyorum. Çünkü Türkiye’de inanan insanlar içinde farklı değerlere müsamaha gösterebilecek sessiz ama güçlü bir zeminin olduğunu biliyorum. Bu zeminin kendisini ifade edebilmesi için olağanüstü hal psikozundan, varoluş-yokoluş modundan çıkması gerekiyor. Tarihteki zengin deneyimleri de hatırlayarak Türkiye adına böyle bir geleceği en azından umut edebileceğimize inanıyorum.
 
Peki geçmişte?
 
Olmaz mı? Umudumuzu zaten geçmişten devşiriyoruz. İslam dünyası farklı kültürlerle kaynaşabilme yeteneği sayesinde antik felsefe ve bilim mirasını alabilmiş, hazmedebilmiş, ustalarını çıkarabilmiş. Aristoteles’in neredeyse bütün eserleri çevrilmiş. Euclides, Ptoleme, Hipokrat, Galen, vs. Ama Haçlı seferleri ve Moğol saldırıları, kıtlık ve veba salgınları bu ortamı darmadağın etmiş. İslam’ın doğusu kan gölüne dönerken, garip bir biçimde İslam’ın batısında, Endülüs’te bambaşka bir uygarlık havzası ortaya çıkmış.
 
İslam dünyasının Altın Çağ’ından söz ediyorsunuz…
 
Endülüs İslam uygarlığının istisnai bir parçası olarak görülür. Bu doğru değil. Bağdat gibi, Kurtuba, Gırnata, Sevilla, Toledo kozmopolit bir başarıdır. Başarı, farklı unsurların yan yana durabilmesiyle mümkün olmuştur, tıpkı 18-19. yüzyıl İstanbul’u gibi. Osmanlı çökmeye yüz tuttuğunda ne yazık ki ayrıştırıcı koşullar bu birliktelikleri tuzla buz etmiştir.
 
Ya bugün?
 
Umut insanın özü. Her şeye rağmen umut var. Geçen birkaç talebe Fransız Saint Pulcherie Lisesi’nde bir oyuna davet etti, Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar’ı oynanıyordu. Salonun en az üçte biri dindar gençlerdi. Contemporary Art’ta, Sabancı Müzesi’nde de aynı durum geçerli. Bienal’e, İstanbul Modern’e, İKSV’nin Film Ekimi’ne gidin, bakın ısrarlı müdavimleri arasında kimleri göreceksiniz? İttifaklara, etkilemeye ve etkilenmeye açık, şehrin ortak havasında soluk alıp veren, belki politik temsil gücü az ama kültürel düzeyi yüksek çok sayıda insan var bu ülkede. Sufiler de politik olarak güçlü değildiler ama toplumsal dokunun üst düzeyini onlar belirliyordu. Allah korusun, İstanbul’da bir deprem olsa, devletin yapacakları mı belirleyici olur, halkın mı? 17 Ağustos’ta gördük. Herkes kötü günlerde birbiriyle kaynaşmayı becerdi.
 
“Uygarlıklar doğar, büyür ve ölür ve bir daha asla dirilmez” diye bir tweet attınız. Ne demek istediniz?  
 
Dirilmiş bir uygarlık hatırlıyor musunuz? Ölmüş bir şey “dirilmez”, ama yeni bir uygarlık “doğabilir”. İslam dünyasının sorunu dirilmek değil, yeniden doğmak, yenilenmek! Geçmişle irtibat kurma, o geçmişi kavrama, zaaflardan ders çıkarma demek yenilenmek, ve bir ‘şimdi’ içinde o değerleri farklı bir biçimde yeniden üretmek demek. Geçmiş Bağdat’tır, Kurtuba’dır, İstanbul’dur.
 
Bağdat’ı, Endülüs’ü hedefleyen yok gibi…
 
Hiç kuşkusuz bunlar saf entelektüel arzular, yoksa adına İslamcılık denen içi boş tepkiselliğin böyle bir derdi yok. En büyük sorunları, ‘şimdi’ye ait olanı kavrama yetersizlikleri. ‘Şimdi’yi düşman görüyorlar. Olumlu yönüyle ânı yaşadıklarında kendilerini kuşatan çerçeve tümden işe yaramaz hale geliyor. Hüzün ve teselli işe yararken, neş’e devreye girdiğinde, yaşamla temas başladığında, işte o zaman sorun çıkıyor.
 
Arada kalıyor yani…
 
Sultanbeyli’de, Gazi Mahallesi’nde, Ümraniye’de yaşayan çocuğun inanç dünyası belki onun mahrumiyetlere katlanmasını sağlıyor ama yaş ilerledikçe, diyelim ki bir gün Taksim’de içini neş’e kaplayınca, elindeki dar çerçeveyle bu yeni deneyimler arasında çatışma başlıyor. Kışın Ağrı dağında okuduğunuz şiirleri yazın Bodrum’da okuyamazsınız. Şehir dönüştürür.
 
1.5 milyarlık bir İslam dünyasında tek bir sağlıklı demokrasi yok. Türkiye az çok örnek gösterilirdi, bizim de halimiz ortada. Değişir mi bu tablo?
 
Tarihsel değişmeler bir çırpıda gerçekleşmiyor. Kilisenin alt edilmesi, aydınlanmanın ortaya çıkışı kolay olmadı. Büyük bedeller ödendi. Ama insan dünyayı bilme, anlama, yorumlama konusunda akla güvendi ve meyvalarını aldı. Şimdi başkaları da bu deneyimden yararlanıyor. Eldeki verilerden hareketle sadece analizle yetinseydik belki daha karanlık bir tablo çizerdik, ama bu sefer bir parçamızı da kenarda bırakmış olurduk. Bir parçamızı, yani sürekli düşünce ve sanat aracılığıyla zenginleştirebildiğimiz hayal kurma gücümüzü. İnsan hayal ettiği, edebildiği kadarıyla önünü görür. Daha özgür ve daha kardeşçe bir dünyayı umut etmekten neden vazgeçelim?
 
Demin “kiliseyi alt etmesi” dediniz. Daha kardeşçe bir dünya için dinin toplumsal yaşamda “alt edilmesi” mi gerekiyor?
 
Dinin evrensel yorumlarının değil ama tarihsel yorumlarının terkedilmesi, o din için sıhhat işaretidir. Hıristiyanlık hâlâ Batı’da aile değerlerini temin ediyor, ama Kilise siyasetin dışında. Sınırlarını biliyor. Türkiye’de de Diyanet İşleri Başkanlığı kültürel bir kurum ve güya siyaset dışı. Kim ne derse desin, insanın aklına, yasa koyucu yeteneğine, düzenleyici yanına, kendini yenileme kapasitesine güvenmek zorundayız. İlahi bilgiyi insan aklıyla ve yaşamla çatışacak biçimde değil, aksine onunla uzlaşacak şekilde yorumlamak gerekiyor. Geç de kalmış olsa aydınlanma sürecinin içinden İslam dünyası da geçiyor ve geçmek zorunda.
 
Yeni anayasa konuşuluyor. Sizce burada dini bir atıf olmalı mı?  
 
Anayasa bu ülkenin geleceğini belirleyecek, umuyorum siyaset ve bürokrasi, saray içi entrikalarla, ayak oyunlarıyla ülkenin geleceğini karartmaz. Anayasa önce insanı, yani yasalar önünde eşit ve özgür yurttaşlığı merkeze almalı. Aklın ve insanın gücüne inanmalı. Evrensel değerlerle uyumlu olmalı. Çağdaş dünyada başımızı öne eğmeden, gururla ve dünyayla eşzamanlı olarak yürüdüğümüzü hissedebileceğimiz bir anayasa yapmalıyız.
 
Başkanlık sistemine nasıl bakıyorsunuz?
 
Başkanlık sistemini, tabii ki Türk tipi başkanlığı değil, kendinde bir siyasi mekanizma olarak olumsuz görmüyorum.
 
Başkanın meclisi feshetme yetkisi olabilir. Şu anda bile sistemin bazı kontrol mekanizmaları mevcut. Bunların tamamen ortadan kalkmasına yönelik çekinceleriniz yok mu?
 
Çağdaş bir anayasa şark toplumlarına özgü despotluğa izin verecek bir yapıyı taşıyamaz. İster istemez başkan anayasaya bağlı olacak, ama anayasa başkana bağlı olursa yandı gülüm keten helva! Bence, güçlü ve sağlıklı bir anayasa başkanlık kurumunu sorun olmaktan çıkarır.
 
Bu toplum nasıl barışır? Ciddi psikolojik travmalar yaşatıldı topluma. Kabataş’ta bir kadına cinsel taciz iddiaları vs. Bu tür yalanlara muhafazakâr neden tepki vermiyor?
 
Ne yazık ki özellikle sağcı iktidarlar açısından toplumun çok hassas olduğu ortak değerlere ilişkin manipülasyon hamleleri her zaman işe yaramıştır. Oysa bizim hatırlamak kadar unutmaya da ihtiyacımız var. Gerçekte tarihi inşa eden hatırlama yeteneğimiz değil, unutma kapasitemiz. Unutmak erdemdir, bir zayıflık değil. Sağlıklı bir gelecek kurabilmek için belki de sahip olduğumuz en önemli yetenektir unutmak!
 
Siz iç dünyanızda neler yaşadınız bunlara tanık olduğunuzda?
 
Ömrünü adadığı değerlerin kötü temsillerinden bir insan ne kadar ızdırap duyarsa, o kadar ızdırap duydum.
 
Sanırım İstanbul da sizin için bir ızdırap kaynağı?
 
Hem de nasıl? Bu ülkenin geleceği kararıyor. Bu yanlış politikaların telafi edilemez sonuçlarını öngörebildiğim için ne zaman doğup büyüdüğüm şehre baksam acı çekiyorum. Çocukken düşlerimde, İstanbul’daki bütün çirkin binaları yıktığımı, sonra düzenli şekilde onları yeniden güzelce inşa ettiğimi görürdüm, artık göremiyorum. TOKİ binaları gibi telafi edilemez hatalar çok üzücü. İstanbul artık bir daha geriye dönülemeyecek biçimde bitti. Trafik problemi asla çözülemeyecek. Bu çirkinlik asla güzelleştirilemeyecek. Kalkınma filan derken insanı unuttuk. Belki sözleri, davranışları unutabiliriz ama her gün içinde nefes aldığımız şu çirkinliği görmemeyi nasıl başarabiliriz?
 
“100 yıl geriye gittik” dediniz telefonda.
 
Biraz daha fazla.
 
Neden?
 
Yaşamak şimdiyle irtibat kurmak demek. Bunun için önce yaşamı sevmek gerek, neş’eye hakettiği değeri vermek gerek. Osmanlı’nın son döneminde neşemizi kaybetmiştik. Cumhuriyet’te ise dünyayla ve şimdi’yle irtibatımızı önemseyerek varolmayı sürdürdük. Fakat 1980 sonrası o ayrıştırıcı nefret dili şimdi’yle temas kurma kapasitemizi köreltti. Oysa siyaset, halktaki irrasyonel dalgalanmaları daima kıvamında tutarak regüle eder, kendisinden de bu beklenir. Ama aksine devlet kendi istikrarı için halkı istikrarsızlığa sürükledi. İşte büyük gerileme budur ne yazık ki.
 
Bu hayat bizi sertleştiriyor mu? Terör, kutuplaşma, vs. katı insanlar mı oluyoruz?
 
Ona ne şüphe! Sertlik ve ağırlıktan çatlayacağız neredeyse. Çatık kaş milli hasletlerimiz arasına çoktan girdi. Artık ne rindlerin sesi çıkıyor, ne kalender-meşreb zevatın. Arif olan köşesine çekilip rıza lokmasıyla yetiniyor. Bâki ne güzel demiş: “Zahid ol sıklet ile uçmağa hazırlanma/çıkar ol cübbe vü destarı biraz hiffet bul”. Yani o ağırlıkla kanatlanamazsın, önce biraz hafifle. Şu çok değer verdiğimiz makam ve mevkilerin ağırlığından kurtulsak biraz hafifleyeceğiz amma irfan ne yazık ki öyle kolay elde edilir hazinelerden değil.
 
Biz nasıl alt edeceğiz bunca kötülüğü? Nasıl bir kavga verebiliriz?
 
 “Dualarımı kabul etmemesinden bildim ben onu” der Hz. Ali. Belki kötülükleri alt edemeyiz ama erdemli olmakta ısrar edebiliriz. Önce evimizden başlayacağız, kalbimizden. İnsan arınmadıkça dünya arınamaz çünkü. Ödevimiz önce insan, sonra insan, daima insan.
 
Aktif siyasete katılmayı hiç düşündünüz mü?
 
1933’te Heidegger’in yaptığı tarihsel yanlışa benzer bir yanlışı yinelemek bana göre değildi, özellikle uzak durdum. Ben bir düşünce adamıyım, sadece ülkem adına düşünüyorum, insanlık adına. Aktif siyaset benim işim değil.
 
 
 

SÖYLEŞİ’DEN NOTLAR
 
* İslam dünyası her geleneksel uygarlık gibi ölmüş bir uygarlıktır. Yeniden doğabilir ama dirilemez. Süleymaniye ile istediğiniz kadar övünün, size Süleymaniye’nin kaçıncı yüzyıla ait olduğunu sorarlar.
 
* Halimiz, İslam Dünyası’nın 13. yüzyıldaki haline benziyor. O dönemin düşünürü İbn Teymiye’nin “Siyaset’üş-Şer’iyye’ kitabı IŞİD’in kuramsal zeminini oluşturur. Moğollar bir taraftan, Haçlı Seferleri bir taraftan, o kaos ortamı içinde “Siyaset’üş-Şer’iyye” selefî şiddetin dinsel ve kuramsal gerekçelerinin kaynağı idi. Bu bakımdan son 30 yıl içinde İbn Teymiye’nin külliyatının Türkçe’de yayımlanması hiç de nedensiz değildir.
 
* Mezopotamya’da sulama kişisel çabalarla becerilemediği için halk daima devlet gücüne ihtiyaç duydu, fakat devlet de toprağa el koydu. Bir türlü toprak mülkiyeti oluşmadığı içindir ki göçebe toplumlarda adalet hukuki değer taşımaz, siyasi değer taşır. İslam hukukunda istinaf/temyiz mahkemesi yoktur, bir üst mahkeme. Tek istisnası vardır Sultan. Geleneğimizde adalet ne yazık ki daima sultanın adaletidir.
 
* Yıldız Kenter geçen bir söyleşisinde zarif biçimde “Devlet tiyatroyu sevmiyor” demişti. Biz bu ifadeyi “Mezopotamya tiyatroyu sevmiyor” diye okuyabiliriz. Antik Yunan şehirlerinin hepsinde tiyatro ve odeon vardı, Persler’de, Mısır’da, Babil’de yoktu. Tiyatroda yönetenlerle yönetilenler aynı mekânda oyunu seyreder. Bizde ne Şah, ne Sultan halkla oturup aynı mekânda oyun seyreder. Ticari mübadelenin zayıf olduğu toplumlarda toplum içine kapanır, siyaset otokratlaşır. Hiyerarşi, üretimi sadece siyasetin ve askeriyenin hizmetine koşar ve ister istemez şehrin oluşmasını engeller. Bizdeki şehirlerin çoğunun gaza şehri olması bundan. Çoğu garnizon şehridir, bir tür nev-şehir, yeni şehir!
 
* Geleneğimizde ‘siyaset’ sözcüğü, şiddetin aracılığından yararlanmak anlamı taşır. “Siyaset etmek”, genellikle siyaseten ve hukuken kelle almaya eş bir terimdir. Siyasetin görevi, esasen düşmanın belirlenmesi ve ortadan kaldırılması demekti.

 
Dücane Cündioğlu ile Pazar Söyleşisi/Tam Metin
(Çınar Oskay, “Hürriyet” 13 Aralık 2015)
Fotoğraflar: Emre YUNUSOĞLU

http://www.hurriyet.com.tr/ducane-cundioglu-islam-dunyasi-ey-insanlar-deme-yetenegini-yitirdi-40026063

Kaynakça: http://dcsgsoylesiler.blogspot.com/2015/12/islam-dunyasi-ey-insanlar-deme.html 


FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum