İran'ın Dini ve Mezhebi Azınlıkları (Üçüncü Bölüm) - Yazar: Manas Çamlı

İran'ın Dini ve Mezhebi Azınlıkları (Üçüncü Bölüm) - Yazar: Manas Çamlı
14 Şubat 2021 - 13:15

Bu yazının birinci ve ikinci bölümlerinde İran Anayasa’sı açısından İran İslam Cumhuriyeti’nin dini ve mezhebi azınlıklarla ilgili görüşünü ve fikri dayanağı olan Şii mezhebini ele almaya çalıştık. Bu üçünün yanı sıra son bölümde, önceki iki bölümden elde ettiğimiz çıkarımlar doğrultusunda İran hakkında yayımlanan insan hakları ile ilgili raporlar ışığında devrim sonrasında gayri resmi dinler ve Şii dışındaki mezhebi azınlıklara yönelik İran İslam Cumhuriyeti’nin uyguladığı sistematik ayrımcılık ve şiddet olayları örneklerle açıklanmaya çalışılacak. İslam hukukunun en önemli konularından biri olan irtidad konusu da yazının başka bir bölümünde ele alınacaktır.

Önceki bölümlerde İran Anayasa’sında resmî ve resmî olmayan mezheplerin ve dinlerin konumuna ve söz konusu ideolojinin temel yapısı olan Şii fıkhını inceledik ve Anayasa maddelerine değinerek İran İslam Cumhuriyeti’nin kurulduğu günden itibaren bugüne kadar İran’da resmî ve resmî olmayan mezhepler ve dinlere yönelik yasal ve ayrımcılık yaklaşımını ele aldık.

İran’da adli ve hukuki yapıya dayalı olarak her alanda uygulanan ayrımcılığın oldukça şiddetli ve sistematik bir şekilde yürütüldüğü görülmektedir. Oysaki İran’ın toplumsal katmanlarında uygulanan bu ayrımcılık Anayasa, kanun ve kuralların desteği ile yapılmaktadır. Dini ve mezhebi azınlıkların özellikle Anayasa açısından gayri resmî olarak tanımlananların durumu, ister istemez bir güvenlik ortamının oluşmasına yol açmaktadır. Dolayısıyla söz konusu azınlıklar tarafından mezhebi, kültürel veya toplumsal faaliyetlerin yürütülmesi İran yönetim açısından ulusal güvenliğe aykırı olarak değerlendirilmektedir. Hükûmetin yıllarca güvenlikçi ve ayrımcı yaklaşımının ardından olumsuz görüş ve şiddet kültürünün toplumda kurumsallaştığını ve yayıldığını görmekteyiz.

İran İslam Cumhuriyeti’ndeki tüm yasal alanlarda Şeriat kanunlarının ve Şii mezhebi ile ilgili kuralların yayılması ve genişlemesinden dolayı yönetim, söz konusu ayrımcılığa karşı çıkanlara yönelik düşmanca davranmaya başladı ve mevcut ayrımcılığa her türlü karşı çıkılmasını, hükûmet ve İslam’ın esaslarına muhalefet olarak tanımladı.

İran İslam Cumhuriyeti’nin İslami Ceza Kanunun 500. maddesi dikkate alındığında mevcut durum daha iyi anlaşılacaktır:

“İran’ın siyasi sistemi Şii mezhebi inançları esasında olduğu için diğer mezheplerin ve dinlerin her türlü misyonerlik faaliyetleri, Şii mezhebini reddetme anlamına gelmekte ve rejim aleyhindeki propaganda faaliyetleri suç sayılmaktadır.” (İran İslami Ceza Kanunu, 500. madde)

Anlaşıldığı üzere temel olarak İran İslam Cumhuriyeti’nin hukuki ve siyasi yapısı, Şii mezhebine inanıp inanmama esasında yazılmıştır ve tam anlamıyla Şii mezhebine bağlı kalıp itaat etmek, Anayasa’da tanımlanan vatandaşlık ve temel özgürlüklerden yararlanmanın tek yoludur. İslami Ceza Kanununun 500. maddesi net bir şekilde Şii dışındaki diğer dinlerin ve mezheplerin her türlü misyonerlik faaliyetlerini rejime karşı bir faaliyet olarak nitelendirmekte ve söz konusu faaliyetlerin bastırılmasını meşru kılmaktadır.

Yasal ve sistematik bir şekilde dini ve mezhebi azınlıklara yönelik uygulanan ayrımcılıkları şöyle özetleyebiliriz:

Herhangi bir azınlığa mensup insanlar, İran’da lider olarak seçilme hakkına sahip değiller. Anayasa’nın 107. maddesi gereği sadece birkaç Şii din adamı bu hakka sahip olabilir, ayrıca Anayasa gereği azınlıklara mensup insanların hiçbirinin liderlik konseyine üye olma hakkı da yok.

Cumhurbaşkanı ile ilgili Anayasa’nın 115. maddesi, cumhurbaşkanı adayı olacak şahısın İran İslam Cumhuriyeti’nin ve resmî mezhebinin esaslarını benimsemiş ve dindar olması gerektiğini belirtmektedir. Cumhurbaşkanı aşağıda sözü edilen koşullara sahip dindar ve siyasi şahsiyetler arasından seçilmektedir: “İran asıllı, İran tabiiyetinde, idareci ve tedbirli, iyi bir geçmişe sahip, İran İslam Cumhuriyeti’nin ve resmi mezhebinin esaslarını benimsemiş ve inanmış olmalıdır.” (Anayasa’nın 115. maddesi) Söz konusu 115. madde gereği, ister resmî ister gayri resmî olsun dini ve mezhebi azınlıklara mensup olanlar İran vatandaşı, liyakat ve uzman olmalarına rağmen Anayasa’da net bir şekilde belirtildiği gibi cumhurbaşkanlığı görevine getirilemezler.

Ayrıca Anayasa’nın 64. maddesi gereği sadece resmî olarak tanınan dini ve mezhebi azınlıklar İslami Şura Meclisinde temsilci bulundurma hakkına sahipler ve resmiyete tanınmamış azınlıklara mensup olanların Meclise girme hakkı yok.

Anayasa’nın 61. maddesi, yargı organlarının İslami ölçülere göre kurulması ile ilgilidir. Söz konusu yasa, dolaylı olarak yargı organlarında hâkim vb. görevlere dini ve mezhebi azınlıklara mensup insanların atanmasını engelliyor. “Yargı organlarının yetkisi, İslami ölçülere göre kurulması gereken adliye mahkemeleri vasıtalarıyla kullanılır. Bu mahkemeler davalara bakıp neticelendirir. Umumi hakları (amme hakları) korur, adaleti yapıp icra eder, ilahi had cezalarını uygular.” (Anayasa’nın 61. maddesi)

Böylece dini ve mezhebi azınlıklara yönelik uygulanan ayrımcılıklar ve tüm alanlarda Şii kuralları esasında Anayasa, ceza ve medeni kanunlara istinat etmek Müslümanlar ile gayri Müslimlerin ve Şiiler ile Şii olmayan mezheplerin birbirinden uzaklaşmasına ve sistematik bir şekilde ayrımcılık politikasının yeniden tekrarlanmasına, İran’da toplumsal hasarların ortaya çıkmasına neden olacak. İslami mezhepler, azınlıkta ve çoğunlukta olan dinler arasında sistematik şiddetin ve olumsuzluğun oluşturulması ve azınlıkların medeni, mezhepsel ve kültürel hayatlarını sürdürmek için azınlıkların faaliyetleri ve propagandalarına yönelik çatışmacı ve güvenlikçi bir tutum sergileyip olumsuz tavır almak ve bunlara katlanamamak, oluşan toplumsal hasarın birkaç örneğidir.

…..

Müslüman ve Şii Dışındaki Dini Azınlıklara Karşı Uygulanan Ayrımcılık ve Şiddetin Somut Örnekleri

İran’da dini ve mezhebi azınlıklarla ilgili İran İslam Cumhuriyeti’nin siyasi ve hukuki yaklaşımı, eşit ve makro politikaların ötesinde, ilgili azınlık hakkında (özelinde?) farklı şekilde uygulanmaktadır. Tarihinin her aşamasında İran İslam Cumhuriyeti’nin, azınlıklar ve bunlara mensup olanlara yönelik toleranslı tutumu ve uyguladığı şiddetin oranı doğal olarak dış ve iç faktörle bağlı olarak değişmektedir. Ancak İran, siyasi akımların, yurt içinde ve dışındaki insan hakları örgütlerinin doğrudan baskısına bağlı olan bu faktörleri dikkate almadan insanlık karşıtı kimliğini aynen korumuş ve bugüne kadar durmadan devam ettirmiştir. Bu ayrımcılıklara karşı yurt içinde gerçekleşen çok sayıdaki protestolar sert bir şekilde bastırılmış ayrıca dış itirazlar ve insan hakları kurum ve kuruluşların uyarıları dikkate alınmamış ya da yetkililerin sert cevapları ve gerçekleri saptırmalarıyla karşı karşıya kalmıştır. Ancak bu makalede Dr. Ahmed Şerif’in raporlarına değinerek İran Anayasa’sı ve kanunlarına hükümetin resmî politikasının nasıl yansıdığını özet olarak ele alacağız.

Anayasa’da Şiilik dışındaki mezheplerin konumu hakkında daha önceki bölümlerde de değinildiği üzere Şiilik dışındaki mezhepler, özellikle Sünni ve Zeydiye mezhepleri tam saygın bir konumda bulunmaktadır. İran Anayasa’sı açısından azınlık mezhebi olarak Sünni mezhebi tam anlamıyla saygın konumda bulunmasına rağmen, uygulamada Sünni mezhebine mensup insanlar ayrımcılık, orantısız şiddet, idam ve uzun süreli hapislere maruz kaldılar. İran’da Ehl-i Sünnet cemaatine, cami ve ibadet mekânlarının yapımına izin verilmediği gibi farklı dönemlerde mezhebi mekânları, camileri ve dini okullar dahi tahrip edilmiştir. Örneğin 1386 yılında Bocnurd şehrinde Ehl-i Sünnet cemaatine ait Cevadiye Camisi, 1372 (1994) yılında Meşhed’de Şeyh Feyz Camilerinin tahrip edilmesi ve ardından Zahidan Camisinde bu tahribe karşı oturma eyleminde bulunanların öldürülmesi ve tutuklamaları, 1387 (2009) yılında Zabol Azimabad İmam Ebu Hanife Dini Okulun tahrip edilmesi, 1387 (2009) yılında Gülistan kentinde Fazılabad Camisinin kapatılması, Ehvaz’daki Ehl-i Sünnet camisinin kapatılması ve bununla eş zamanlı olarak Ehl-i Sünnet cemaatine mensup din adamı “Şeyh Abdülhamid Doseri’nin” tutuklanması, 1389  (2011) yılında Tahran’da mescidin kapatılması, Zahidan’ın Çahcemal Dini Okulunun kapatılması, din adamı “Mevlevi Abdulkuddus Mollazehi” ile birlikte “Mevlevi Muhammed Yusuf Serabi”nin gözaltına alınması ve 1387 (2009) yılında Zahidan hapishanesinde Ehl-i Sünnet cemaatine mensup söz konusu iki din adamının idam edilmesi, İran İslam Cumhuriyeti’nin yaptığı işlerden birkaçıdır. İran İslam Cumhuriyeti’nin Sünni mezhebine çeşitli görsel ve işitsel yöntemlerle sistematik bir şekilde hakaret etmesi, aşağılaması ayrıca azınlıkların ve Ehli Sünnet cemaatini asimile etmek ve Şiiliği yaymak amacıyla bütün kitlesel iletişim araçlarını kullanarak yazılı bir şekilde bunları Ehl-i Sünnet cemaati arasında ücretsiz olarak dağıtması son hızla devam etmektedir. Oysaki Ehl-i Sünnet âlimleri ve liderleri, toplumda kendi inançlarını savunmak için medyanın büyük bir sansürü ile karşı karşıya kalmaktadır. Şii din adamları, Sünni mezhebine mensup âlimlere açık bir şekilde her platformda ve her fırsatta hükûmetin desteği ile hakaret etmektedir. İran İslam Cumhuriyeti Ahmedinejad’ın cumhurbaşkanlığı döneminde Ehl-i Sünnet okullarını kontrol altına almak ve Ehl-i Sünnet’e ait dini okulları düzenlenmek amacıyla hazırladığı plan, Kültür Devrim Yüksek Şurası tarafından onaylandı. Bu plan gereği Ehl-i Sünnet okulları doğrudan dini liderin denetiminde olmalı ve dini liderin onayladığı kişiler tarafından yönetilmelidir. Bu sistematik ayrımcılığa yurt içinde ve dışındaki insan hakları örgütlerinin çeşitli itirazlarına karşın İran İslam Cumhuriyeti yetkilileri, bunun Vahhabilik ve Selefilikle mücadele için hazırlanan bir plan olduğunu ifade ettiler.

BM Eski Özel Raportörü Dr. Ahmet Şehid, 2011 yılında yazdığı raporda, İran İslam Cumhuriyeti’nin Ehl-i Sünnet cemaatine, dini ritüellerini uygulamalarına izin vermediğini ve ayrımcılığa tabi tuttuğunu ve bununla ilgili birçok rapora ulaştığına değinerek şu açıklamayı yapmıştır:

“Özel Raportör, İran’da Sünni Müslümanlara yönelik uygulanan ayrımcılıkla ilgili birçok rapora ulaştı. Örneğin elde edilen raporlar ışığında Sünni toplumunun cami ve ibadet mekânları inşa etme hakkı yok ayrıca Cuma namazı ve Ramazan Bayramı namazı gibi toplu namaz kılma hakkına da sahip değiller. 29 Ağustos 2011 tarihinde Sünni liderlerden biri olan Şeyülislam Mevlana Abdülhemid, büyük kentlerde Sünnilerin Cuma ve Ramazan Bayramı namazı gibi toplu namaz kılmalarının önündeki engellerin kaldırılmasını İran liderlerinden talep etti. Şeyülislam Mevlana Abdülhemid ayrıca, Tahran’da Sünni mezhebine mensup araştırmacıların Ramazan bayramı ve Cuma namazını kılmamaları konusunda yetkililer tarafından yazılı taahhüt alındığına dair endişelerini de dile getirdi. Nitekim 6 Şubat 2011 tarihinde İran güvenlik güçlerinin Tahran’da bir evde Sünnilerin ibadet mekânına saldırdıkları, o mekânı mühürledikleri ve Mevlana Musazade adlı imamlarını yakaladıkları yönünde bir rapor bulunmaktadır. Mevlana Musazade 13 Mart 2011 yılında kefaletle serbest bırakıldı.”  (http://shaheedoniran.org/)

Tutuklamalar, uzun süreli müebbet hapisler ve Ehl-i Sünnet cemaatine mensup insanların idam edilmesi son yıllarda insan hakları ve uluslararası toplumun sert itirazlarına neden olan birkaç konudur. Zahidan hapishanesinde 1387 (2009) yılında Abulkuddus Mollazehi, Mevlana Yusuf Sohrabi ve Yakub Mehrneha’nın idam edilmesi, 1388 (2010) yılında 11 gencin İran İslam Cumhuriyeti’ne karşı gelme ve mücadelede bulunma suçundan idam edilmesi, İran’ın uyguladığı şiddet ve insanlık dışı eylemlerinden birkaçıdır.

2014 Mart ayında yazdığı 23 sayfalık raporunda İran’da Ehl-i Sünnet cemaatinin durumuna değinen Dr. Ahmed Şehid, 45. maddede özetle İran İslam Cumhuriyeti tarafından Ehl-i Sünnet cemaatine mensup insanların gözaltına alınması ve özellikle dini liderlerinin muharebe suçundan idam cezaları ile yargılanması hakkında şu ifadelere yer vermiştir:

“İnsan hakları örgütleri, çoğunluğu imam veya dini lider olmak üzere birçok Sünni Müslüman’ın gözaltına alındığını rapor ediyorlar. Etnik azınlıklara mensup bu insanlar, dini ve mezhebi ritüellerini yerine getirme konusunda ayrımcılığa tabi tutulup, kısıtlamalarla karşı karşıya kalıyorlar. Anlaşılan Sünni mezhebine mensup bazı insanlar, siyasi şiddet olduğu iddia edilen eylemlerden dolayı, yani muharebe (Allah’a karşı düşmanlık) suçundan yargılanıyorlar. İnsan hakları örgütü ve eski bir siyasi mahkûmun özel raportöre verdiği ifadede Sünnilerin birçoğu, dini açıdan İran’ın siyasi rejimine karşı oldukları ve barışçıl bir eylemde bulundukları gerekçesiyle gözaltına alındıkları belirtilmiştir. Gözaltına alınanlardan bazıları, işkence altında alınan itiraflardan dolayı mahkûm olduklarını iddia etmişlerdir.” (2014 Mart raporu, Dr. Ahmed Şehid) (http://shaheedoniran.org)

Belirtmek gerekir ki rejim açısından güvenlik ve siyasi olarak nitelenen konularda Ehl-i Sünnet cemaatine mensup insanların yargılanması tamamen kapalı kapılar ardında ve avukat olmadan yapılmaktadır. Söz konusu kişilere yönelik İran İslam Cumhuriyeti’nin yönettiği çok sayıdaki suçlamalar arasında muharebe, ulusal güvenliğe karşı faaliyette bulunma ve sisteme karşı propaganda suçları yer almaktadır. Bazı durumlarda ise uyuşturucu madde taşımak, fesat ve silahlı gruplara üye olma suçları yöneltilmektedir.

İran İslam Cumhuriyeti ve mutlak velayeti fakih esasına dayalı Şii hükûmetin kurulduğu ilk günden ve ilk aylardan itibaren Şii dışındaki mezhepler ve özellikle Kızılbaş Türkler (Ehl-i Hak) sistematik şiddet, zulüm ve ayrımcılığa maruz kaldılar.

“Söylemek gerekir ki İran’daki Aleviler; Kızılbaş, Şamlu, Karakoyunlu, Kırklar, Yediler, Sofiler, Abdal Bey, Kardeş, Şaği, Sir Talibi ve Nebiler gibi birçok isimle tanınmaktalar. Maalesef büyük şehirlerde ve birçok yazıda bu topluluklar yanlışlıkla İranlı Kürt gruplara özgü olan Goran ve Zelzel olarak da adlandırılıyorlar. Alevi ritüelleri (Ehl-i Hak) ne İslam’a bağlı bir fıkıhtır ne de Kürtlerle bir ilgisi vardır. İran’daki Türk Alevileri, gurur verici Kızılbaş tarihinin varisleridir ve mezhepleri ise Kızılbaş Türk ritüellerinin aynısıdır. Bu mezhep aynı zamanda Türk halkının millî mezhebi olarak adlandırılabilir. Türk Alevi kolu, demokratik hareketlerin ve siyasi inançların sentezinden ibarettir ve Horasan, Azerbaycan ve Anadolu gibi Türklerin yurdunda ortaya çıkıp olgunlaşan (örneğin Mevali, Hurremdini, Ehvet, Kardeşlik, Hurufi, İşrak, Işık Felsefesi, Gelenderiye, Abdallar, Heyderiye vb…) bu inanç, Türk savaşçıları tarafından Türk Animizm ve Şamanizm süzgecinden geçmiştir. Zerdüştlik ve Yezidilik Farsların ve Kürtlerin millî inançları olduğu gibi Kızılbaş-Bektaşilik de Türklerin millî inancı olarak görülmektedir. (Ata, Araz, Ehl-i Hak Kızılbaşları’ın Dramı, s. 14.)

Başlangıçta İran İslam Cumhuriyeti, hükûmetin temsilcileri olarak Şii din adamlarını atadılar ve bu vesile ile söz konusu azınlığı asimile etmeye çalıştılar ve onları dolaylı olarak tehdit etmeye başladılar. Kızılbaş Türkler, sadece Şii olmayan bir azınlığın mezhebi değil aynı zamanda millî ve etnik azınlık olarak da sayılmakta ve bu birkaç kat daha fazla ayrımcılık ve zulme maruz kalma anlamındadır. İran’da Pehlevi döneminden itibaren Türklere yönelik uygulanan asimilasyon politikası, İran İslam Cumhuriyeti döneminde de aynen devam etti ve söz konusu azınlık, devrim sonrasında mezhebi asimilasyon politikası ile de karşı karşıya kaldı. Ehl-i Hak Kızılbaş Türklerin dini inançlarını savunmamaları ve hükûmetin Şiileştirme ile mezhebi asimilasyon politikasına karşı çıkmaları, hükûmet organları tarafından uygulanan baskı ve şiddetin artmasına neden oldu. Gizli, resmî veya gayri resmî olarak din adamlarının durmadan verdikleri fetvalar, bu şiddetin artmasında doğrudan etkili olmuştur. Söz konusu mezhebe inananları mürtet ve kötü olarak adlandırmak, bu azınlığa mensup insanların toplumun siyasi ve içtimai alanlarından daha fazla uzaklaşmalarına neden oldu. Hakarete etmek, aşağılamak ve uzaklaştırmak gibi olaylar eğitimin ilk yıllarından itibaren öğretmenler ve eğitim kurumu yetkilileri tarafından uygulanmıştır. Hükûmetin, bu mezhebe mensup çocukları inzivaya sürüklemesi ve eğitimlerini bırakmaya zorlaması ayrıca toplumda ve okullarda kendi düşünce ve inançlarını yaymalarına izin vermemesi ve onları tüm eğitim dönemlerinden mahrum bırakması, İran İslam Cumhuriyeti’nin uyguladığı izole etme politikalarının en önemli nedenlerindendir. Üniversitede eğitim imkânının olmaması ve kamu kurum ve kuruluşlarının her kademesinde bir memur olarak istihdam edilmemeleri, toplumun diğer kesimleri ile toplumsal dayanışma hissinin zayıflamasına ve uzun vadede bu kesimin inzivaya sürüklenmesine ayrıca Kızılbaş Türklere mensup insanların ekonomik durumlarının kötüleşmesine neden olmuştur.

Söz konusu mezhebi azınlığa mensup insanlardaki uzun bıyık, özel bir sembol niteliğindedir. Bu fiziki sembol, her dönemde İran İslam Cumhuriyeti güvenlik güçleri ve polisi tarafından hassasiyetle karşılanmış ve öyle ki birçok durumlarda özellikle kışla ve askerî alanlarda zorunlu askerlik görevini yapan bu azınlığa mensup insanların zorla bıyıkları kesildiğiyle ilgili raporlar bulunmaktadır. (Yazar olarak Tebriz kışlasında böyle bir olaya şahit oldum.) Bu tür davranışlar neticesinde kişilerin yaşadıkları psikolojik sorunlar ve şiddetli aşağılanma duygusu, Kızılbaş Türklerin olumsuz toplumsal sonuçlarla karşı karşıya kalmalarına neden olmuştur. Ancak devrim sonrasında Kızılbaşların adalet arayışı için medeni bir şekilde düzenledikleri protesto gösterilerinin ardından tutuklanmaları, uzun süreli hapse atılmaları ve idam edilmeleri oldukça dehşet vericidir. 

Bu makalede örnek olarak değinilen iki önemli olaydan biri 1366 (1988) yılında dönemin Urumiye cuma namazını kıldıran imamın söz konusu mezhebin mensuplarına yönelik girişiminin ardından geniş çaplı tutuklamaların yaşanması diğeri ise 1382 (2004) yılında Batı Azerbaycan’ın Koşaçay şehrinin Üçtepe köyünde üzücü idamlar, tutuklamalar ve gözaltına alınmaların gerçekleşmesidir. Ancak kuşkusuz en acı ve kanlı olay, Üçtepe köyünde yaşanan olaylardır ki Kızılbaş Türk mezhebine mensup suçsuz insanların tutuklanması, işkence görmesi ve idam edilmesine neden olmuştur. Bu olayların yaşandığı dönemde bu mezhebe mensup insanlardan biri, Ayetullah Hameneyi’ye, söz konusu mezhebin resmî olarak tanınması, toplumda ve askerî kışlalarda Kızılbaşlara yönelik şiddetin azalması hakkında bir mektup yazmıştı. Ancak silahlı polisler, devrim muhafızları ve istihbarat güçleri ağır silahlarla kimlik mücadelesi veren bu azınlığa mensup gençlerin iş yerine saldırarak anlaşılması zor bir şiddet ve nefretle katliam yapıp insanları tutukladılar ve iş yerlerine zarar verdiler. Silahlı güçlerin saldırısı sırasında ölen, tutuklanan ve gözaltına alınanların sayısı toplamda 34 kişidir. Tutuklananlar arasında bulunan Mehdi Kasımzade ve Yunus Agayan adlı şahıslar idama mahkûm edildiler ve Mehdi Kasımzade idam edildi ancak Yunus Agayan, 1394 (2016) yılında ceza indirimi uygulanarak müebbet hapis cezasına çarptırıldı ve şu anda hapiste bulunmaktadır. Hükûmete bağlı silahlı güçlerin doğrudan ağır ve hafif silahlarla gerçekleştirdiği saldırıda 6 kişi hayatını kaybetti. Maalesef burada dikkat etmemiz gereken önemli konu, uluslararası kuruluşların ve insan hakları örgütlerinin Ehl-i Hak Kızılbaş Türklere yönelik uygulanan işkenceleri, idamları ve tutuklamaları önemsememeleri ve habersiz olmalarıdır. Nitekim insan hakları raporlarında söz konusu mezhebe yönelik uygulanan ayrımcılık ve zulümlerle ilgili herhangi bir bilgi yer almamaktadır.  

Bir önceki bölümde de değinildiği üzere İran’da gayri resmî bir azınlık mezhebi olarak bilinen Bahaî mezhebi de sistematik şiddete ve ayrımcılığa maruz kalmıştır. Bahaî inanca ve söz konusu inanca mensup insanlara yönelik Şii din adamlarının düşmanca tavırları sadece İran İslam Devrimi (1979) sonrasına özgü bir olay değildir. Bu düşmanca tavırlar büyük ihtimalle İran’da Pehlevi hükûmeti döneminde de Şii din adamları tarafından uygulanıyordu. Örneğin Muhammed Rıza Pehlevi sarayına yakın Şii din adamlarının felsefe adı altında Ramazan ayında radyo ve camilerde yaptıkları vaazlar, Tahran’da Bahaîlerin merkezinin tahribi ile ilgili talimatın verilmesine neden oldu. Devrim sonrası Bahaî inancına yönelik sistematik baskı ve şiddetin artmasının nedeni, Şii din adamları ile olan düşmanlıkları ve Dini hükûmet kurulmadan önce yaptıkları kışkırtmalarla ilgilidir. Örneğin Aralık 1341 (1963) yılında Ayetullah Humeyni, Bahaîlikle ilgili Kum esnaf ve iş adamlarının referandum taleplerine hitaben onları Siyonist olarak nitelendirdi ve ülkenin ekonomisi ve bağımsızlığı hakkında esnaf ve iş adamlarına uyarılarda bulunarak şöyle dedi:  

“İran’da ortaya çıkan Bahaî Partisi, ülkenin bağımsızlığını ve ekonomisini ele geçirmiş durumda. Ve Müslümanların ölümcül sessizliği üzerinden kısa bir süre sonra ülkenin tüm ekonomisini ajanlarının onayı ile ele geçirecekler.” (Sehife-i İmam, c. 1, s. 108)

1357 (1979)  yılında, Paris’teki ikametinin son günlerinde, ABD Rutgers Üniversitesi Öğretim Üyesi bir hocanın “İran’ın siyasi geleceğinde Bahaîlerin Hukuku” ile ilgili soruya Ayetullah Humeyni, oldukça kısa ama olumsuz bir cevap veriyor:

“Gelecek hükûmette Bahaîler için mezhebi ve siyasi özgürlük hakkı tanınacak mı? Cevap: “Ülkeye zararlı olan insanlara özgürlük hakkı tanınmayacak.”

Röportajı yapan: Dini ritüellerini yerine getirmek için onlara bu hak verilecek mi? –Hayır.” (Sehife-i İmam, c. 5, s. 291.)

İran dini lideri net bir şekilde tutumunu açıkladıktan sonra İran’da sistematik şiddet eylemleri başladı ve Bahaîlere yönelik geniş çaplı gözaltılar, tutuklamalar ve idamlar hayata geçirildi. 1362 (1984) yılında Bahaî liderlerinden 22 kişinin gözaltına alınıp idam edilmesinin ardından uluslararası toplum söz konusu idamlara karşı kaygılarını ve itirazlarını bildirdi ancak Ayetullah Humeyni, rejim yetkilileriyle yaptığı görüşmede uluslararası toplumdan gelen itirazlara karşı sert tepki göstererek bir kez daha sistemin ve kendisinin ideolojik tutumunu çok net bir şekilde açıkladı:

“Biz, onları Bahaî olduklarından dolayı hapse mahkûm etmedik. Bunlar sorunlu insanlardır… Bahaîlik bir din değil bir partidir. Eskiden İngiltere’nin desteklediği ve şimdi de ABD’nin desteklediği bir partidir. Bahaîler, ajandırlar. Hizb-i Tude ve birçoklarında olduğu gibi bunlarda dini sapkınlık söz konusu, bunlar komünistler. Ancak bizimkiler bunları komünist veya dini sapkınlıklardan dolayı tutuklayıp hapse mahkûm etmediler. Konu şu ki Sayın Reagan, siz onları destekliyorsunuz, bu da özel bir durumun olduğunu gösteriyor. Bunlar, onlara çıkar sağlıyor onlar da bunlara. Bunların sağladıkları çıkar ancak bizimle ilgili haberleri onlara aktarmak suretiyle mümkündür. Ajanlık mı yapsınlar? Onlarla İran milleti ve devleti arasında mı?” (Sehife-i İmam, c. 17, s. 459)  

Bahaî inancına yönelik İran İslam Cumhuriyeti’nin resmî tutumu ve şiddet içeren yaklaşımı ideolojik açıdan yanlış olduğu gibi ayrımcılık girişimlerini, topluca idamlarını ve göstermelik mahkemelerini de meşru olarak lanse etmek tamamen siyaseten yapılmış bir olaydır. Ancak olayın siyasi yönü, tamamen İran İslam Cumhuriyeti’nin üst düzey yetkilileri tarafından planlanıp hazırlandı. Bahaîlerin İsraillilere ajanlık yaptıkları ve İsrail’in çıkarları doğrultusunda hükûmeti zaafa uğratmak istedikleri dikkate alındığında İran’da söz konusu azınlığı ortadan kaldırmak için dini hükûmetin bu suçlamaları gündeme getirerek kullandığı ortadadır. İran’da Bahaîlere karşı uygulanan ayrımcılığın çeşitli yönleri var. Siyasi ve toplumsal açıdan incelendiğinde Bahaîlerin yükseköğretimden mahrum oldukları ve devlet kurumlarında istihdam edilmedikleri görülmektedir. Ama ekonomik açıdan ise İran’ın çeşitli şehirlerinde İran güvenlik güçleri tarafından söz konusu mezhebi azınlığa mensup insanların iş yerlerinin kapatılması ile ilgili birçok rapor hazırlanmıştır. İnsanlık dışı yöntemlerle Bahailere, Şii dini empoze çalışılıyor. İran okullarında Bahaî mezhebine mensup gençlerin ve çocukların eziyet gördükleri ve zulme uğradıkları ile ilgili birçok haberin yayımlanmasının ardından uluslararası toplumda buna karşı birçok itiraz yapıldı ancak İran İslam Cumhuriyeti, bu konuların hiçbirine cevap vermedi. Bahaîlere yönelik sosyal ayrımcılığın boyutu oldukça içler acısıdır ve İran İslam Cumhuriyeti, söz konusu azınlığı toplumdan soyutlandırmak ve diğer kesimlerle iletişimlerini kesmek için yazılı, görsel ve işitsel kitle iletişim araçları vasıtasıyla nefret söylemi içeren programlar uygulamaktadır.

Bahaîlerle ilgili kamuoyu yoklaması ile ilgili sorulan soruya hitaben İran Dini Lideri Ayetullah Hamney, Şii hükûmetin Bahaîlere yönelik insanlık dışı görüşünü şöyle açıkladı:

“Sapkın Bahaî fırkasına mensup olanların tamamı necasete mahkûm durumdalar ve onlar bir şeye temas ettiklerinde onlarla ilgili taharet meselelerinin dikkate alınması ve taharete tabi işlemlerin yapılması vaciptir. Ancak Bahaî öğrencilere yönelik öğretmenlerin ve müdürlerin davranışı İslami ahlak ve kurallar çerçevesinde olmalıdır.” (http://farsi.khamenei.ir)

BM Özel Raportörü tarafından İran’daki Bahaîlere karşı dini ayrımcılık ve insan haklarının ihlali hakkında düzenlenen birçok rapor, uluslararası yetkililere sunulmuştur. Konuyla ilgili birkaç rapor aşağıda verilmiştir:

Bahaîler:43- Ağustos 2014 yılında yaklaşık 126 Bahaî, hapiste bulunmakta. Mülakata katılan Bahaîler tarafından sunulan raporlar, hukuki danışmanlığın yetersizliğinden ve yargılanma sürecindeki eksikliklerden söz etmektedir. Mülakata katılanların birçoğu, avukatların genellikle misilleme olaylarından korktukları nedeniyle kendilerinin avukatlığını yapmaktan kaçındıklarını iddia ediyorlar. Uluslararası Bahaî toplumu ve İran’da Protestan Kilise liderleri, ayrıca Hıristiyan veya Bahaîlerin hassas dosyalarını üstlenen avukatların ya tutuklanıp hapse atıldıklarını ya da ülkeden kaçtıklarını belirtiyorlar.

44- Kilise, ibadet merkezleri ve mezarlıklar gibi dini merkezlerin kapatılması ve tahrip edilmesi aynen devam ediyor. Ekim 2014 yılında insan hakları örgütü ve kuruluşların isteklerine rağmen İran İslam Devrim Muhafızları güçleri Şiraz’da Bahaîlere ait bir mezarlığı tahrip etti. Ayrıca Ocak ve Mayıs 2014 yılında yaklaşık 900 makale online şekilde yabancıfobi inançların ve Bahai inançlarına mensup kişilerin ki bunlar siyasi açıdan yıkıcı güç olarak nitelendiriyorlar tanıtılmaya çalışıldı.

45- Aralık 2014 yılında İran devlet televizyonunda bir belgesel yayınlandı. Söz konusu belgeselde Bahaî toplumunun yabancı devletlere ve eski İran hükûmetine yakın oldukları iddia edildi. Mayıs 2014 yılı yayımlanan raporlarda Bahaîlerin ajan oldukları iddia edildi. Yayımlanan rapora göre Haziran 2014 yılında Yezd’de dağıtılan bildirilerde Bahaîlerinin kanının değersiz olduğu iddia edildi ve başka raporlara göre Yezd şehrindeki duvarlarda boyalarla yazılan sloganlarda Bahaîlerin ölmeleri için çağrı yapıldı. 

 46- Devlet, Bahaî toplumunun kötü geçmişi ve yaptıkları mezhep propagandası nedeniyle bunlara karşı toplumun büyük bir kesiminde nefret duygusunun oluştuğunu ancak propaganda faaliyetlerinde bulunmayan kişilerin saygın konumda olduklarını iddia ediyor. (Dr. Akber Şehid, Ekim 2014 Raporu, İran’da İnsan Hakları Durumu)

…..

İrtidad ve Yeni Hıristiyan Olanların Durumu

İslam’dan dönen Hıristiyanların kötü durumları ve son yıllarda bu olgunun hızla yayılması ve irtidad konusunda şeriat hükmüne dayanarak İran İslam Cumhuriyeti’nin uyguladığı şiddet eylemleri dikkate alındığında söz konusu meselenin incelenmesini imkânsız kılmaktadır.

İrtidad, fıkıh açısında İslam dininden dönmek anlamında ve fıtri ve millî olmak üzere iki gruba ayrılmaktadır.

“Fıtri Mürtet: Anne- baba veya ikisinden birinin Müslüman olduğu dönemde embriyosunun oluştuğu ve yetişkin olduktan sonra İslam’ı kabul edip sonra Müslümanken kâfir olan şahsa denir.

Millî mürtet: Embriyosunun oluştuğu sırada anne-babasının kâfir olup kendisi de yetişkin olduktan sonra kâfir olduğunu beyan eden ardından İslam’ı kabul edip ve daha sonra İslam’dan dönen şahsa denir.” (Ayetullah Humeyni, Tahrir el Vâsile, c. 2, Kitab el Mevaris Fi Mevaniülers, Mesele 10, s. 366 ve Ahkami Mürtet, Mesele 1, s. 494.)

Müctehidler ve İslam hukukçuları arasında en az görüş ayrılığı olan İslami fıkıh hükümlerinden biri de irtidad hükmüdür. Ayrıca millî ve fıtri mürtet veya mürtet kadın ve erkek hakkındaki şeriat hükmü arasında fark var.

“Ers kitabında mürtetliğin türleri ve irtidad ile ilgili bazı hükümlerden söz ettik, ancak burada fıtri mürtet İslam açısından kabul edilmez, ona verilen cezalar kaldırılmaz ve mürtet olduktan sonra varisleri arasında dağıtılan mal varlığı, geri verilmez, vicdanen Müslüman olsa bile.) Eğer erkek mürtet olmuşsa cezası ölümdür ve eğer kadın mürtetse müebbet hapisle cezalandırılıp beş vakit namaz sırasında kırbaç vurulur. Tövbe etmesi için yemesine-içmesine ve giyim kuşamına kısıtlama getirilir, fıtri mürtet olan kadının tövbesi kabul edilir ve tövbe ettikten sonra özgür bırakılır ancak millî mürtedin önce tövbe etmesi istenir kabul etmezse öldürülür, ona tövbe etmesi için üç gün fırsat verilir ve dördüncü gün öldürülür.” (Ayetullah Humeyni)

Ayetullah Humeyni’nin Tahrir el Vâsile eserinde belirtildiği üzere erkeklerle ilgili fıtri irtidad hükmünün idam ve kadınlarla ilgili hüküm ise müebbet hapistir. Elbette ısrar ederse. Millî irtidad konusunda ise 3 günlük bir fırsattan sonra eğer ısrar ederse idam hükmü dördüncü gün uygulanır.

Sözü edilen irtidad hükümlerine göre İran’da yeni bir din edilenlerin durumlarının zor ve kötü olduğunu tahmin etmek zor olmasa gerek. İrtidad hükümleri ile ilgili İran İslam Cumhuriyeti’nin mantığı da araştırılmaya değer bir husustur. İran İslam Cumhuriyeti yetkilileri ve sorumluları konuyla ilgili çeşitli sorulara hitaben Bakara suresinin 256. ayetine dayanarak “Dinde zorlama olmaz.” mantığını gündeme getirerek İran açısından kalben ve vicdanen diğer dinlere inanmanın sıkıntılı olmadığını ifade ediyorlar. İran yetkilileri, irtidad hükmünün sadece inançlarını açık bir şekilde toplumda ortaya koyarak İslami sistemin temellerini zayıflatmaya çalışanları kapsadığını belirtiyorlar. Onlara göre bu olay bireysel bir mesele olmaktan ziyade toplumsal bir konudur. Bu nedenle özellikle son yıllarda İran’da dinini değiştirip başka bir dini kabul edenlere yönelik birçok tutuklamaların ve irtidad hükümlerinin uygulanması ile ilgili birçok rapor hazırlanmıştır. İran İslam Cumhuriyeti İnsan Hakları Özel Raportörü Dr. Ahmed Şerif, Mart 2013 yılında hazırladığı raporda İran’da yeni bir din seçme ve bunun riskleri konusunda İranlıların haklarıyla ilgili kaygılarını ifade ediyor.

46- Özel raportör, İranlıların yeni bir din seçme konusundaki haklarının her geçen gün tehlikede olduğuna dair kaygılarını dile getirmektedir. Mülakata katılanlar sürekli kendi inançlarını yaymak için çoğunlukla bu dini yeni seçenlerin katılımı ile gayriresmi ev kiliselerinde toplandıkları ve bu dini yeni seçenlere törenlerine katılma izni verip İslam’dan dönerek Hıristiyanlığı kabul ettikleri nedeniyle yetkililer tarafından hedef alındıklarına dair ifadeleri var. Kendilerini yeni din değiştirenler olarak tanıtan ve mülakata katılanların birçoğu, gözaltında oldukları sırada irtidadla suçlanacakları yönünde tehdit edildiklerini belirttiler. Başka bir grup ise özgürlükleri karşılığında kilise faaliyetlerini durdurmalarını ve bu konuda bir evrakı imzalamalarını istediklerini ifade ettiler. (Dr. Ahmed Şehid, Mart 2013 Raporu, İran’da İnsan Hakları Raporu)

…..

Sonuç:

Dini hükûmetin temeli ve esasını oluşturan İslam’ı Şii fıkhı ve Anayasa’daki kayıtlı maddeler dikkate alınarak İran İslam Cumhuriyeti’nin siyasi ve hukuki yapısının incelenmesi, ayrıca Şii mezhebi ve İslam dini dışındaki dinlere karşı sistemin yaklaşımını ve itikadı açıdan İran rejiminin hoşgörü düzeyini en iyi şekilde ortaya koymaktadır. Bu itikadı hoşgörüsüzlüğün ortaya koyduğu insanlık dışı gibi yönlerinin yanı sıra olumsuz toplumsal boyutları da var. Bu durum uzun vadede İran’da çeşitli etnikler ayrıca mezhepler ve diğer dinlere mensup insanlar arasında nefret edebiyatının oluşmasına neden olacak. İran İslam Cumhuriyeti’nin uyguladığı sistematik şiddet faaliyetleri, genel olarak İran’da kültürel ve ideolojik asimilasyon doğrultusundadır. İran’da ideolojik ve kültürel asimilasyon, yurt içinde ve dışındaki itirazlara rağmen İran tarafından yürütülmektedir. Gelişmiş ülkelerde kültürel ve ideolojik özgürlükler, toplumun güçlü yönü olarak kabul edilmektedirler. İran’da siyaset, hukuk ve hükûmet yapısı, Mutlak Vilayeti Fakih ve Şii şeriat ilkesi üzerine kurulmuş ve medeni, ceza, normal ve temel yasaların tamamı bu çerçevede hazırlanmış ve düzenlenmiştir. Anayasa ve ceza kanunlarında ara sıra bazı maddelerin değiştiğini görüyoruz ancak temel konularda kökü değişimler özellikle ifade ve inanç özgürlüğü gibi doğrudan insan hakları ile ilişkili olan konularda bu dikkate alınmıyor. Kuşkusuz kısa vadede rejimin yapısında bu tür değişikliklerin gerçekleşmesi imkânsızıdır. 

….

Kaynakça:

1-Genel Nüfus ve Konut Sayımı, 2011.

2-İran İslam Cumhuriyeti Anayasası

3-İran Asuri Derneğinin Resmi İnternet Sitesi, www.wotvu.ir   

4-Tahran Yahudi Derneği Resmi İnternet Sitesi, www.iranjewish.com

5-Gedyani Abbas, İran’da Dinler ve Mezhepler Tarihi

6-Ata Araz, Güney Azerbaycan Ehl-i Hak Kızılbaşlarına Kısa Bir Bakış, www.arazata.blogspot.com.tr

7-Uluslararası Bahai Toplumunun Resmi İnternet Sitesi, www.bahai.org

8-Tabnak Haber Sitesi, www.tabnak.ir

9-Koruyucular Konseyi Resmi İnternet Sitesi, ، www.shora-gc.ir

10-İmam Humeyni, Sehife-i İmam.

11-İmam Humeyni, Tahrir el Vasile.

12-Ahmed Şehid, İnsan Hakları Özel Raportörü’nün İran İslam Cumhuriyeti’nde İnsan Hakları konusundaki Raporu, www.shaheedoniran.org

13-Ata Araz, (1390), Ehl-i Hak Türk Kızılbaşlarının Dramı.

14-www.farsi.khamenei.ir

…..

Yazar: Manas Çamlı

“Tebriz Araştırmaları Enstitüsü” (TEBAREN)

 


FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum