İran'ın Dini ve Mezhebi Azınlıkları (İkinci Bölüm) - Yazar: Manas Çamlı
İran’ın Orta Doğu’daki hassas ve stratejik coğrafi konumu nedeniyle bu bölge tarih boyunca birçok din, mezhep ve tarikatın kaynağı ve geçiş güzergâhı olmuştur. Geçmişten günümüze kadar bu mezheplerin, dinlerin ve tarikatların her birinin incelenmesi, fazla çeşitliliği nedeniyle oldukça önemli bir konu hâline gelmiştir ancak bu yazının konusu dışındadır. Makalenin ilk bölümünde değinildiği gibi İran’ın güvenlikçi yaklaşımları ve resmî verilerin olmadığından dolayı İslam dini dışındaki diğer dinler ayrıca İran Anayasası açısından legal olmayan İslami tarikatlar ve mezheplerle ilgili pek fazla bilgi yok ve çok az mevcut bilgiler ise gayri resmî ve yazılı olmayan kaynaklardan elde edilmiştir. İran’daki mevcut mezhep ve dinlerin incelenmesi bu bakımdan oldukça zor bir iştir, bu nedenle bazı din ve mezheplerin önemli hükümleri ve inanç yapıları hakkında kısa bilgiler aktardıktan sonra diğer dinlerin, mezheplerin ve tarikatların adlarını vermekle yetineceğiz. Ardından İran İslam Cumhuriyeti’nin resmî olmayan dinlerle ilgili eylemsel yaklaşımlarını ve görüşlerinin boyutunu ve yine İran İslam Cumhuriyeti Anayasası’nın dinî ve mezhebi azınlıkların hakları ile ilgili çelişkileri ele alacağız.
Yasal olarak tanınan ve saygınlığa haiz İran Sünnilerinin de durumu farklıdır. Çünkü Sünni cemaatle Anayasa’da açıkça bir madde olmasına rağmen İran İslam Cumhuriyeti farklı bir davranış sergilemekte ve ayrımcılık yapmaktadır ve makalenin devamında “Sünni Cemaati ve İran İslam Cumhuriyeti’nin Şii Fıkhına Dayanarak Yaklaşımı” başlığı altında ele alınacaktır.
İran İslam Cumhuriyeti Anayasa’sı Açısından Resmî Olmayan Mezhepler ve Dinler
1) Ehl-i Hak Türk Kızılbaşları
Şii âlimleri ve Fars Şii din adamları tarafından “Ehl-i Hak Türk Kızılbaşları’nın” sistematik ve korkunç bir şekilde yok edilen ilk grup olduğu kesinlikle söylenilebilir. İran’da resmî olmayan din ve mezheplerin (İran İslam Cumhuriyeti Anayasası açısından) birçoğu gibi Ehl-i Hak Türk Kızılbaşları’nın inançları hakkındaki haberler ve söylemler oldukça çelişkilidir.
Bu makalede Ehl-i Hak Türk Kızılbaşları’nın inançları hakkında kısa bilgi verilecektir. Tüm akımlar ve batini mekteplerin kaynağı entelektüel ve ideolojik eğilimdir, bu da hulûl ve tenasüh inancına inanmaktır. Şii mezhebini Ehl-i Hak Türk Kızılbaşları’nın mezhebi ile neredeyse aynı gören bazı Şii söylemlerin aksine söz konusu mezhebin Şii mezhebi arasında pek çok fark vardır.
Ehl-i Hak Türk Kızılbaşları mezhebinin temel özellikleri şöyledir:
– Birliğe, beraberliğe, hulûl ve insanda Allah’ı tecessüm etme inancı
– Tenasüh inancı; ahrete, ölüm sonrası hayata, kıyamet, cehennem ve cennete inanmamak
– Mevcut Kur’an’ın tahrif edilmesine inanmak (Bunu Osman’ın mushafı olarak adlandırıyorlar.)
– Batini ve zahiri konulara inanmak ve buna dayanarak tüm İslam ilke ve kurallarını yorumlamak ve bunun sonucunda şeriat, fıkıh ve namaz, oruç, hac, hicap, kadınlar, İslami helal ve haram, yas, hums ve zekât gibi ibadetler ve İslami kurallara inanmamak.
– Şarap ve Türklerin millî musiki aleti sazı kutsal saymak ve dinî metinlerde ve ifadelerde Farsça ve Arapçanın yerine Goranice ve Türkçe gibi millî dillin kullanımı.
– Yazılı fıkha sahip olmayan Alevi mezhebinde Şii mezhebinin aksine (Molla, imam, Şeyhülislam, Hücetülislam, Ayetullah vb…) gibi dinî sınıflar mevcut olmayıp bunun yerine farklı alanlarda “dede”, “baba”, “pir”, “şeyh”, “mürşit” vb. mevcut olmuştur.
– Kızılbaşların ibadet merkezleri cami yerine “Cemevi” veya “Cemhane”dir ayrıca ibadet olarak Aleviler, namaz yerine toplu olarak sofi dansı veya Sema dansı yapıyorlar. (Türklerde genel olarak kadınlar ve erkekler birlikte dans ediyorlar.)(Dadaş Karakoyunlu)
“Ehl-i Hak Türk Kızılbaşları, genel olarak İran, Türkiye ve Irak’a dağılmış durudalar. İran’da daha çok Güney Azerbaycan’da bulunuyorlar. İran’ın birçok şehrinde İran İslam Cumhuriyeti’nin ayrıştırıcı politikalarına rağmen hayatlarını sürdürüyorlar. Ehl-i Hak Kızılbaşların nüfusu ile ilgili resmî istatistik elde olmadığından ve İran’ın güvenlikçi yaklaşımlarından dolayı net bir rakam söylemek imkânsızdır.” Güney Azerbaycan’da (Doğu ve Batı Azerbaycan, Erdebil, Zencan ve Heedan) Ehl-i Hak Kızılbaşlarının yaşadığı bölgeler şöyledir:
Yapılan araştırmalar sonucu Tebriz ve Sofyan, Gerus, Şişevan (Gogan’ın yakınlarında), Ilhıçı, Hamene, Acepşir ve Binab gibi şehirlerde yaşan Ehl-i Hak Kızılbaşların çoğu yanlışlıkla Goran adıyla tanınmaktadırlar.
Makü etrafındaki Karakoyun bölgesindeki köyler. Bu bölgede Aleviler Karakoyunlu adıyla bilinmektedirler. (Sofi, Nohur, Tazekend, Şut, Karazemi, Kızılcakale, Yukarı ve Aşağı Mergen vb.)
Urmiye ve çevresi (Palanc, Reyhanabad, Hacı Pirlu, Geçler, Ozan, Merzlu, Güldani, Noli, Topuzabad, Nahcivan, Rehimabad vb.)
Ziyaeddin, Muhil, Hoy’un etrafı; Selmas, Koşaçay ve çevresi, (Üç Tepe Kale, Yarıcan, Köktepe, Yelgentepe, Lelektepe, Tophana vb.)
Karadağ ve Şamlu olarak tanınan kasabaları (Mincevan bölgeside: Ahmedli, Şeyh Hüseyinlu, Daş Arası, Suten, Human, Meçidli, Aşıklı, Karakoç, Mahmud Kaği; Keyvan bölgesi: Sığasağ, Seferli, Bydı, Kızıl Yol; Keleyber bölgesinde: Kalla, Mahmudabad, Güldür, Heyran, Sarıdere, Çeri, Şirna, Vine, Koğma, Karçı vb.)
Miyana ve çevresi (Ağça Kışlak, Balaşkendi, Avşar vb.)
Serap (Endis köyleri vb.)
Marağa (Neva, Kasımkendi vb.), Melikan, Kazvin ve etraf kasabaları (Abeklu, Cerendek, Suludere, Âşık Hisar, Karaku salar, Karadaş Kalesi, Sıçanlu, Behzavuç, köyleri ve Kazvin şehri)
Hemedan ili (Hemedan şehri ve Kişen, Hemedan’ın Esedabad bölgesindeki Menderova ve Veliabad)
Nehavend ve çevresi (Encire, Şatırabad, Emirabad, Sultanabad vb)
Melayir (Sultanabad, Gelhe Ali Murad vb.)
Tuyserkan (Gelgel, Şehnabad, Kender vb.) ve Zencan ve Hemeden arasındaki Rezn ve Avec bölgelerinin bir kısmında Ehl-i Hak Kızılbaşları dağınık vaziyette yerleşmiş durumdalar.
Zencan ili (Zencan ve Enguran bölgesinde ve Zencan’ın çevresindeki başka birkaç köyde Ser talebiler ayrıca bu iki il arasındaki bazı köylere yerleşmişler.)
Takap veya Dikantepe ve çevre bayındırlıkları (Yukarı ve aşağı Kutan köyleri ve Avşar bölgesi, Tazabad, Kazımabad, Hoşmakam vb.)
Söylemek gerekir ki Türk dilli Ehl-i Hak Kızılbaşların birçoğu Tahran ve çevresinde yaşıyor. (Ata Araz, Güney Azerbaycan Ehl-i Hak Kızılbaşlarına Kısa Bir Bakış, arazata.blogspot.com.tr)
2) Bahaî İnancı
İran İslam Cumhuriyeti, 1979 Devrimi’nden bu yana aralıksız olarak dinî ve mezhebi azınlıkları özellikle Bahaî inancına mensup insanları yok etme politikasını sürdürmekte ve rejim her aşamada söz konusu inanç ve bu inancın mensuplarına yönelik güvenlikçi görüşü ve yaklaşımını sürdürmektedir. Bahaî inancı ile mevcut bilgiler o kadar çelişkilidir ki doğruyu yanlıştan ayırmak oldukça zor ve neredeyse imkânsızdır. Ancak bizim açımızdan önemli olan şu ki günümüz dünyasında Bahaî inancının tarihçesi ve bir inanç olarak ortaya çıkması dikkate alınmadan bir inanç olarak kabul edilmiştir ve dünyanın birçok yerinde kurum, kuruluş ve nüfusa sahip olmuştur. Bu bakımdan Bahaî inancına yönelik İran İslam Cumhuriyeti’nin ayrımcı ve gaddarca yaklaşımı ve bu yaklaşımın en önemli dayanağı olan sistemin yasal ve ideolojik köklerinin tutumu tamamen güvenlikçi bir politika üzerine kurulmuştur.
Bu nedenle bu bölümde Bahaî inancının inanç çerçevesi ile ilgili kısa bilgiler vereceğiz.
İran’da Bahaî inancı 19. yüzyılda ortaya çıktı. Hâlihazırda Bahaîlerin merkezi Hayfa şehrindedir. Bahaî inancı Bahaullah adı ile bilinen Hüseyin Ali Nuri tarafından kurulmuştur. Bahaî inancı Babiye inancından ayrılmıştır. Babiye inancı, Bab olarak tanınan Ali Muhammad Şirazi tarafından kurulmuştur. Şirazi İran’da kâfir hükmü ile idam edildikten sonra ona bağlı insanlar Osmanlı topraklarına sürgün edildiler ve İstanbul’da Osmanlı sultanının talimatıyla yoğun güvenlik önlemleri çerçevesinde kısa süreliğine hayatlarını sürdürdüler ve Şirazi’nin Süphi Ezel adındaki halefi öldükten sonra Mirza Yahya Devletabadi, Babiye’nin tüm liderlerini Şiiliğe geri getirdi. Yukarıda belirttiğimiz gibüzerei Hüseyin Ali, Süphi Ezel’in kardeşi idi ve bu iki tarikat arasında çok sert bir rekabet vardı. Bu yaşanan sert çatışmaların ardından Bahaîliğin merkezi Hayfa’ya intikal etti.
Bahaîliğin inanç sistemi özet olarak şu şekilde açıklanabilir: Tek Tanrı ve ortak din, insanlığın birliği, taassuplardan kurtulmak, insan türünün zati onuru, dinî gerçeklerin yavaş yavaş ortaya çıkması, ruhani niteliklerin geliştirilmesi, hizmet ve ibadetin birleşmesi, kadın erkek eşitliği, din ve bilimin uygunluğu, insani çabalarda adaletin merkezde olması, eğitimin önemi ve insanın ergenlik çağına yakınlaşması ile kişileri, toplumları ve kuruluşları birbirine bağlamalıdır. (Uluslararası Bahaî toplumunun resmî internet sitesi, www.bahai.org.)
Bahaî inancı, 100 binin üzerinde dünyanın birçok bölgesinde yerleşmiş durumdadır. (Uluslararası Bahaî toplumunun resmî internet sitesi, www.bahai.org.)
İran’daki Bahaî toplumlu İran İslam Devrimi öncesine kadar herhangi bir sorun yaşamadan yaşamlarını devam ettiriyorlardı ancak Devrim’den ve Şii egemenliğinin iktidara gelmesinden sonra Bahaî inancı da diğer dinî ve mezhebi azınlıklar gibi zulme ve ayrımcılığa maruz kaldı.
3) Mendaiyan (Sabein)
Mendai dinine mensup insanlar, kendilerini vaftiz eden Hazreti Yahya’ya bağlı olarak biliyorlar ve pazar günlerinde akarsularda yapılan vaftiz olayı onların ibadetlerinden biri sayılmaktadır. Mendailer, İran, Irak ve Suriye gibi ülkelere dağılmış durumdalar. İran’da “Saebin” adıyla da bilinen “Mendailer” Huzistan ilinde ve daha çok Ahvaz şehrinde yerleşmişler ve 200 bin civarında bir nüfusa sahipler. Menda kelimesi Aramice bir sözcük olmasına rağmen bu dine mensup insanlar, kendilerini asil Aryen ırkından olduklarını söylüyorlar. Bu nedenle kapalı bir toplumdurlar ve dinî propaganda ve dışarıdan evlenmeyi dinlerine aykırı olarak değerlendiriyorlar. Mendaiyan’ın kendilerine özgü yazıları, dilleri, peygamberleri ve kutsal kitapları vardır. Yani dinî bir grup olmalarının dışında etnik bir grup olarak da değerlendirilmektedirler ve yukarıda belirtildiği üzere bu dine mensup insanlar kendilerini Aryen olarak adlandırıyorlar. “Genza Raben” veya “Gök Hainesi” Mendaiyan’ın kutsal kitaplarının adıdır.
Kur’an’da “Saebinlerin” kitap sahibi oldukları belirtilmiştir. “Gencur”, Mendaiyan’ın en üst dinî rütbesidir. Hâlihazırda İran İslam Cumhuriyeti Dinî Lideri Hamney’in olumlu yaklaşımı ve yine Hamney’in Saebin hakkında Kur’an ayetlerine dikkat çekmesi nedeniyle bu dine mensup insanlar ayinlerini ve ibadetlerini özgürce yerine getirebilmektedirler ve bu konuda herhangi bir olumsuz ve ayrıştırıcı tavır rapor edilmemiştir.
4) Türk olmayan Sofi ve Ehl-i hak Mektepleri
İran’da Ehl-i Hak olarak da bilinen Sofi mekteplerinin kısmen birbirinden farklı olmakla birlikte çeşitli isimlerde birçok çeşidi vardır. Belirtildiği üzere çok fazla çeşitlilik nedeniyle bu bölümde sadece birkaç mektebe değinmekle yetinilecek. Son yıllarda birçok basında haberlere konu olan Sofi mektebi, aslında Sofi tarikatının kollarından biri olan “Nimetullahi” veya “Deraviş Gonabadi” mektebidir ve “Seyyid Nureddinşah Nimetullah” tarafından kurulmuştur. Bu mektep, Sofi mektebinin en önemli mekteplerinden biri sayılmaktadır. Sofiliğin diğer mekteplerinden “Yarsan” mektebine işaret edilebilir. Bu mektep yaklaşık on bir aileden oluşmakta ve doğal olarak on bir isimli adlarla İran’da bulunuyorlar.
5) Ateistler ve Dinsizler
Son yıllarda ve özellikle medyanın ve internetin yayılmasıyla birlikte İran’da dine inanmayan, ateist veya deist adıyla bilinen bir kesimin ortaya çıktığını görüyoruz. İran’daki bu kesimle ilgili ne resmî ne de gayriresmî bir veri yoktur. Ancak bu makalenin ilk bölümünde değinildiği üzere İran İstatistik Merkezinin resmî verilerine göre 2006-2011 yılları arasında hangi inançtan olduğunu belirtmeyen yaklaşık 200 bin kişi görünmektedir. Bu rakamın yüzde kaçının bu kesimi kapsadığı net olarak bilinmemektedir ama İran devletinin bazı dinî ve resmî yetkilileri tarafından yapılan birçok açıklamaya göre son yıllarda bu kesimin sayısının arttığı çıkarımı elde edilmiştir. İmam Humeyni Eğitim ve Araştırma Enstitüsü Başkanı Ayetullah Misbah Yezdi, Eğitim Bakanlığı müdürlerine yaptığı açıklamada nicel olarak bu kesimin sayısının arttığı ile ilgili tehlikeye değinerek, “Dinsizlik, toplumu tehdit etmektedir.” ifadelerini kullanır. Son yıllarda İran’ın farklı şehirlerindeki dinî lider Hamney’in temsilcilerinin açıklamaları, ateizmin İran’da arttığını ve bu konunun devletin dinî ve resmî yetkililerini kaygılarını göstermektedir.
Azınlık ve Anayasa’nın Bakışı
Her şeyden önce belirtmemiz gerekir ki İran İslam Cumhuriyeti Anayasası’nın azınlıklarla ilgili yaptığı tanımlama dünyanın hiçbir yerinde görülmemiş bir tanımdır. Genel olarak azınlık ile ilgili farklı tanımlar yapılmıştır ancak dinî ve mezhebi azınlıklar hakkında en anlaşılır tanım, kuşkusuz Flicks Armakura tarafından yapılmıştır. Armaura, “Dinî ve mezhebi azınlıklar, mezhepleri ülkenin resmî mezhebi olarak kabul edilmemiş gruplardır veya halkın büyük çoğunluğu bu mezhebe katılmamıştır. Bir dinî azınlık, mezhebi ayinlerini yerine getiren mensupları olmadan, var olması imkânsızıdır.” der. (Armakura, 1983, 280)
Birleşmiş Milletler Teşkilatının birçok arşivinde azınlıklarla ilgili mevcut faktörlerin ve tanımların incelenmesi gösteriyor ki bir ülkede hâkim gruplarla dil, etnik, dinî ve mezhebi özellikler açısından farklı olan gruplar dil, etnik, dinî ve mezhebi azınlık olarak tanımlanmaktadır. İktidara ortak olma konusu, azınlık olarak belirli bir grubun ayırt edici özelliklerinden biridir. Başka bir deyişle bir grup tarafından azınlığın tanımlanmasında dil, etnik, inanç, dinî ve mezhebi farklılıklar gerekli şart ise ülkenin siyasi egemenliğinde azınlık bir grubun yer almaması da yeteri şartı oluşturur. Bazı kuramcılar tarafından geleneksel azınlıkla ilgili tanımda nicel faktörünün gündeme gelmesi ve azınlığı nicel olarak çoğunluktan kısmen az tanımlamaları aslında azınlığın kelime anlamını esas almış ve tanımlamışlar. Daha kapsamlı tanımlarda azınlık, belirgin bir faktör olarak gündeme gelmemekte ve işaret edildiği gibi dil, etnik, kültürel, dinî ve mezhebi farklılıkları ve hâkimiyete siyasi ortak olmamak bu kavramın temeli olarak ileri sürülmektedir.
Dinler ve Mezheplerle İlgili İran Ceza-Medenî Kanunu ve Anayasa’daki Maddeler
1) Ceza ve Medenî Kanunu ve Anayasa’nın İdeolojik Dayanağı Olarak İslam Şii Fıkhı
İran’daki dinler ve mezhepler hakkında İran ceza kanunu ve Anayasa’sındaki maddelerle ilgili tartışmaya girmeden önce Anayasa’nın teorik temellerini ve buna bağlı olarak İran’da ceza ve medenî kanunlar hakkında bilgi sahibi olmamız önem arz etmektedir.
İslam Şii Fıkhı hükûmeti olarak İran İslam Cumhuriyeti yönetiminin esasını oluşturan İran Anayasası’nın maddelerini, ceza ve medenî kanunlarını anlamak için böylesi önemli bir sistemi anlamadan kesinlikle imkânsızdır. Devrim sonrası yazılan Anayasa’nın ideolojik ve düşünsel dayanağı ve temeli tamamen İslam Şii Fıkhı ve Ayetullah Humeyni’nin mutlak Vilayet-i Fakih teorisi ve düşünceleri üzerine olmuştur. İran’dan on beş yıl uzak kaldıktan ve Fransa’da ikamet ettikten sonra 1979 yılında İran’a dönen Ayetullah Humeyni, Devrim’in başarıya ulaşmasında önemli rol oynayan Müslüman Halk Cephesi ve sol gruplarını dinî hükûmete karşı oldukları gerekçesiyle yok etmeye başladı ve İran’da ilk kez Şii hükûmetinin temellerini attı. Daha sonra Şii fıkhından hareketle kendisinin Mutlak Velayet-i Fakih teorisi esasında ideolojik ve dinî bir hükûmet çerçevesinde İslam hükûmetini kurdu. Böylece bu husus dikkate alınarak İran Anayasası, ceza ve medenî kanunu yazıldı.
Son yüzyılda İran’da meydana gelen diğer hareketler karşısında bu inkılabın temel özelliği, belirli bir öğretiye (doktrine) bağlı ve İslami oluşudur. (Koruyucular Konseyi resmî internet sitesi). Anayasa maddeleri, giriş kısmı ve İslami hükûmetin çeşitli organlarının resmî görüşleri hakkında yapılan farklı yorumlarda, rejimin ideolojik bir rejim olduğuna açık bir şekilde işaret edilmiş ayrıca asil fikri açıdan İslami dünya görüşüne geri dönme konusuna vurgu yapılmıştır. Ayrıca “ان هذه امتکم واحدة وانا ربکم فاعبدون” ayetine vurgu yaparak İran İslam Cumhuriyeti’nin hedeflerini İran’ın resmî sınırlarının dışına taşıyarak dünyada İslam ümmeti birliğinin kurulmasını rejimin en önemli hedeflerinden biri olarak tanımlamıştır. Dolayısıyla, kamu yönetiminin ilkelerini açıklayacak olan yasama, Kur’an ve sünnet yörüngesinde dönmektdir.
İran Anayasası’nın 4. maddesi, net bir şekilde ceza ve medenî kanunların İslam hukukuna dayalı olduğunu ve İslami ilkeler esasında yazıldığına vurgu yapmaktadır.
Dördüncü Madde: Medeni, ceza, mali, iktisadi, idari, kültürel askerî, siyasi ve diğer bütün kanun ve kararlar İslami ölçülere dayanmalıdır. Bu madde kayıtsız şartsız olarak Anayasa’nın bütün maddelerinin ve diğer kanun ve kararların üstündedir ve bu hususun tespiti ve belirlenmesi, Koruyucular Konseyi (Şura-i Nigehban) mensubu olan fakihlerin uhdesinedir (İran İslam Cumhuriyeti anayasası, I. Bölüm: Genel İlkeler, 4. Madde)
İran İslam Cumhuriyeti Yüksek Yargı Konseyinin 1360 yılında yasaların, yönetmeliklerin ve benzeri gibi hususların İslam kurallarına aykırı olduğuna dair mektubuna cevaben İran Anayasa Koruyucular Konseyinin yorumu dikkate değerdir:
“Anayasa’nın dördüncü maddesinden anlaşılan şu ki tüm alanlardaki kanunların ve kuralların tamamı İslami ilkelere uygun olması gerekir ve bu görev Koruyucular Konseyi fıkıhçıları (hukukçuları) tarafından yürütülmektedir. Böylece mahkemelerde uygulanan kanun ve kurallar, Yüksek Yargı Konseyi tarafından İslami kurallara aykırılığı tespit edilirse İslami ilkelere uyup uymadığının araştırılması ve belirlenmesi için Koruyucular Konseyi hukukçularına gönderilir.”
Burada oldukça önemli olan husus şu ki Anayasa metninde ciddi değişikliklerin yapılmasının imkânsız olmasıdır. Günümüz dünyasında ideolojik kavramlar dışında demokratik sistemlerle yönetilen birçok ülkedeki insan hakları gibi ciddi kavramlara ayak uydurmak, bu dönemde İran Anayasası’nda ciddi değişikliklerin yapılmasını kesinlikle imkânsız kılmıştır. Ayrıca “Milletin Egemenlik Hakkı ve Bundan Doğan Güçler” başlığındaki 5. bölümün 72. Maddesi dikkate alındığında dünyada çağdaş insan hakları sistemine uyum sağlama konusunda İran kanunlarında ciddi değişikliklerin yapılamaması gerçeğini ve hukuk yorumcuların, hukukçuların ve kanun koyucuların kanunlarda değişiklik istediklerini daha iyi anlamak yararlı olacak.
Anayasa’nın 72. Maddesi, ülkenin Anayasa’da kayıtlı resmî dinî hükümlere ve ilkelere vurgu yaparak Milli Şura Meclisine, sözü edilen ilkelere aykırı düşen kanunlar çıkarmasına kesinlikle izin vermiyor. (Anayasa, V. Bölüm, 72. Madde)
2) Anayasa’da Resmî Mezhepler ve Dinler
Bu makalenin ilk bölümünde İran Anayasası’nda dinî ve mezhebi azınlıklar ve söz konusu azınlıklarla ilgili İran Cumhuriyeti’nin resmî görüşü hakkında özet olarak ifade ettiğimiz gibi İran İslam Cumhuriyeti Anayasası net bir şekilde İran’daki mevcut dinler ve mezhepleri resmî ve resmi olmayan iki gruba ayırmaktadır. 1979 Devrimi’nden sonra İslami Şii Fıkıh esasında yazılan ve onaylanan Anayasa, ceza ve medenî kanunlarda İslam dışındaki dinler arasından sadece üç dinî azınlık, resmen tanınmaktadır. Anayasa’nın 13. maddesi net bir şekilde dinî azınlık olarak İranlı Zerdüştiler, Museviler ve Hristiyanler şeklinde tanımlamaktadır. Yalnız Zerdüşti, Musevi ve Hristiyan İranlılar kanun çerçevesinde dinî merasimlerini icrada serbest olan azınlıklardır ve ahval-i şahsiye ile dinî öğretimlerinde kendi geleneklerine göre davranabilirler. (Anayasa, I. Bölüm, Genel İlkeler, 13. Madde)
Ayrıca Anayasa’nın 12. maddesi, İran’ın resmî dininin İslam dini (İslam ve Caferi-i İsna aşeri) bu maddenin sonsuza değin değiştirilemez olduğunu nitekim Ehl-i Sünnet ve Zeydiye gibi diğer İslami mezheplerin de tam saygınlığı hak ettiklerinin altını çizer.
“İran’ın resmî dininin İslam dini ve Caferi-i İsna aşeri ve bu maddenin sonsuza değin değiştirilemez. Hanifi, Şafii, Maliki, Hanbeli ve Zeydiye gibi diğer İslam mezhepleri de tam saygınlığa haizdirler ve bu mezheplerin mensupları kendi fıkıhlarına göre dinî merasim icrasında serbesttirler ve dinî eğitim ve öğretimleri ile ahval-i şahsiye (evlenme, boşanma, miras ve vasiyet) ve mahkemelerde buna ilişkin davalarda resmen tanınmış olup, bu mezheplerden herhangi birinin çoğunlukla olduğu yörelerde şuraların yetki sınırı içindeki mahalli kararlar diğer mezhep mensuplarının haklarını dikkate almak kaydı ile o mezhebe uygun olacaktır.”
Anayasa tarafından dinî azınlıklar, “tanınıyorlar” ibaresiyle kabul edilmişler ve aynı maddede geçen haklardan yararlanma imkânına sahip olmuşlar. İslam Fıkhında, Şii mezhebi “Ehl-i Kitap” ve “Ehl-i Zimme” olarak tanımlanmış ve ilahi bir mezhep olarak tanıtılmıştır. Söz konusu madde ile yapılan birçok yorumda din âlimleri ve yorumcularının birçoğu, dinlerin bu bölünmesini Kur’an ayetlerinden kaynaklandığını ileri sürüyor ve Kur’an ayetlerine dayanarak 12. maddeyi bu şekilde yorumluyorlar. Ehl-i Kitap özel olarak Yahud ve Hristiyan dinleri için de geçerlidir. Zerdüştiler, Kur’an’da geçen “Mecus” kelimesine işaret ederek resmî bir din olduklarını söylüyorlar.
İran İslam Cumhuriyeti Anayasası Ehl-i Sünnet ve Zeydiye mezhebine ait dört mezhebin adını vererek söz konusu mezheplerin saygınlığa haiz olduklarını belirtmektedir. İran İslam Cumhuriyeti tarafından dinlerin resmen tanınması ve saygınlığı hak eden mezheplerin özgürlüğü çerçevesinde bu iki maddenin son kısımları dikkate alındığında genel olarak az bir farkla eşit bir hukuka sahip oldukları görünmektedir. Dinî ve mezhebi merasimlerinin gelenek ve fıkıhlarına göre yapılması, dinî eğitim ve öğretimleri ve ahval-i şahsiye de özgür olmaları. Anayasa’nın 12. maddesinde Ehl-i Sünnet mezhepleri için ahval-i şahsiyeyi spesifik olarak evlenmek, boşanmak, miras ve vasiyet şeklinde tanımlamıştır. Oysaki Anayasa’nın 13. maddesinde de üç dinî azınlık için ahval-i şahsiye ile ilgili serbestlik zikredilmiştir. Ancak bu konu 12. maddede olduğu gibi net bir şekilde ifade edilmemiştir. Anayasa’nın 13. maddesi, söz konusu hukuku “”Hudud- i Kanun” terimiyle sınırlandırmış, oysaki hiçbir madde ve bentde bu kanuni sınırlar belirtilmemiştir. Başka bir deyişle bu maddede üç din için zikredilen serbestlik, kanuni sınırda ifade edilmiş ancak bu sınırların ne olduğu belirtilmediği için müphem kalmıştır. Öte yandan yazara göre demokratik bir kanunda, azınlıkların bireysel özgürlükleri meselesinin gündeme getirilmesi gereksizdir, çünkü Anayasa’nın ikinci bölümünde millet hukuku başlığıyla vatandaşların ve tabi olanların bireysel özgürlüğü tüm eksikliği ve temel hatalarına rağmen gündeme getirilmiş ve ifade edilmiştir ve azınlıklarla ilgili bu özgürlüklerin yeniden gündeme getirilmesi ve ileri sürülen özgürlüklerin esasen var olmayan kanunların sınırına dâhil edilmesi veya böyle bir sınırın varlığı düşünülürse bunlar o kadar eksik ve müphemdirler ki bu kanunlarla ilgili çeşitli yorumlar bizzat azınlıkların özgürlüklerini sınırlayan bir olaya dönüşüyorlar.
Anayasa’nın 12. maddesinde Zeydiye ve dört Ehl-i Sünnet mezhebinin resmen tanınmış diğer üç dine göre tek üstünlüğü “Onlarla ilgili davaların mahkemelerde resmiyete tanınması” konusudur ve bu hak, mezheplerin yerleştikleri bölgelerde nicel çoğunlukla sınırlı kalmaktadır.
Bu tür belirsizlikler sadece bu madde ile sınırlı kalmamaktadır. Anayasa’nın birçok yerinde hassas konularla ilgili belirsizlikler açıkça göze çarpmaktadır. Örneğin Anayasa’nın 14. maddesinde bu belirsizlik net bir şekilde görünmektedir. Anayasa bu maddede Kur’an ayetlerine dayanarak İran İslam Cumhuriyeti ve Müslümanlarını, gayr-i Müslimlere İslam’ın iyi ahlak kuralları, dürüstlük ve İslami adaleti çerçevesinde muamele etmelerini ve onların insani haklarını riayet etmekle görevlendirir. Devamında da İslam ve İran İslam Cumhuriyeti aleyhine komplo ve girişimde bulunma konusunu ileri sürerek bu maddenin İslam ve İran İslam Cumhuriyeti aleyhine komplo girişiminde bulunanlar hakkında geçerli olmayacağını belirtir. Anayasa; iyi ahlak, dürüstlük ve İslami adalet hakkındaki açıklamada net bir tanım ortaya koymamaktadır ve açıkça Müslümanların ve İran İslam Cumhuriyeti’nin gayri Müslimlerle nasıl davranacağını ve genel olarak dürüstlük ve İslami adaletin ne olduğunu belirtmemektedir. İslami mezheplerin ve tarikatların çeşitliliği dikkate alındığında bu konudaki belirsizlik, bazen zıt yorumların ortaya çıkmasına neden oluyor.
Söz konusu 14. maddenin dışında Anayasa’nın diğer üç maddesi de 13. maddede işaret edilen dinî azınlıklar konusuna değinmiştir. Anayasa’nın 26. maddesi; partilerin, derneklerin, siyasi, sınıfsal ve İslami kuruluşların veya tanınmış dinî azınlıkların bağımsızlığı, hürriyeti, millî birliği, İslami ilkeleri ve İslam Cumhuriyeti esasını ihlal etmedikçe serbest olduğunu beyan eder.
Ayrıca İran İslam Cumhuriyeti Anayasası’nın 64. maddesi, her bir dinî azınlıkla ilgili İslami Şura Meclisi milletvekili sayısını da belirtmektedir. “…Zerdüşti ve Museviler birer temsilci, Asuri ve Keldani Hristiyanlar birlikte bir temsilci ve güney ve kuzeydeki Ermeni Hrıstiyanlar da birer temsilci seçebilir. Seçim bölgelerindeki seçmen sayısı ile temsilci sayısını kanun belirler.” (Anayasa, V. Bölüm, 64. Madde). Anayasa’nın 67. maddesinde, milletvekillerinin yemini ve İslami Şura Meclisinde milletvekillerinin nasıl yemin edecekleri konusu yazılmış ve son kısmında ise dinî azınlıklarına mensup milletvekillerinin nasıl yemin edeceklerine dair bilgi yer almıştır: “…Dinî azınlıkları temsil eden milletvekilleri bu andı kendi semavi kitaplarını anarak yerine getirecekler.” (Anayasa, V. Bölüm, 67. Madde)
Böylece Anayasa’nın azınlıklar ve onların haklarıyla ilgili değindiği konuları yukarı da aktardık. İleri sürülen tüm ilkeler araştırılıp incelenince müphem kalmış “Hudud-i Kanun” terimi veya “İslam ve İran İslam Cumhuriyeti karşıtı”, “onların çıkarları” gibi cümleler net bir şekilde göze çarpmaktadır. Bu tür müphem cümleler, Anayasa’nın ve Şii hâkim fıkhının İslami mezhepler ve İslam dışındaki dinler konusundaki ayrımcı yaklaşımı, birçok yorumun ve özellikle birbirine zıt yorumların ortaya çıkmasına ve bunun sonucunda Yüksek Öğretim ve Millî Eğitim Kurumu ve Yasama, Yürütme ve Yargı erki gibi devlet organlarında çok yönlü ve çelişkili politikaların oluşmasına neden oldu. Önceki bölümde de işaret edildiği üzere İran İslam Cumhuriyeti kurulduğu günden itibaren devrimci ideolojiyi kanuni ve temel görevi olarak benimsedi ve bu doğrultuda pratik faaliyet yürütmeye başladı ve devrim hedeflerine ulaşma yolunda astronomik bütçe harcadı. Şimdi diğer dinler için dinî propaganda ve duyuruyu İran Cumhuriyeti aleyhine casusluk ve komplo girişimi olarak değerlendiren İran rejimi, her aşamada çok ciddi ve gaddarca bir tutum sergilemektedir. Bu konu, irtidad bölümünde detaylı bir şekilde ele alınacaktır. Kanundaki belirsizlikler ve azınlıklar konusunda İran Cumhuriyeti istihbarat teşkilatlarının manevraları ve güvenlikçi-siyasi yaklaşımları kuşkusuz, yapılan birçok yorum ve Devrimin ilk yıllarında azınlıklar konusundaki Ayetullah Humeyni başta olmak üzere son dönemlerdeki müctehidlerin Şii düşüncelerinin -Anayasa’nın yazılmasında da bu düşünceler büyük rol oynamıştı- doğrudan etkisi altında kalmıştır. Bu nedenle İran’ın güvenlikçi ve siyasi görüşlerini ortaya koymak için Ayetullah Humeyni başta olmak üzere bazı din âlimlerin, Koruyucular Konseyi gibi etkili devlet kurumunun ve dinî toplulukların görüşleri ve hükümlerini kısa da olmuş olsa açıklamak yararlı olacaktır.
Dinî ve mezhebi azınlıklarla ilgili Ayetullah Humeyni’nin görüşlerini iki döneme ayırmak mümkündür. İlk bakışta verdiği röportajlar ve ileri sürdüğü görüşler arasında bir fark olmadığı görünür ancak biraz dikkatli bir şekilde incelenince devrim öncesi ve devrimin ilk yıllarındaki görüşleri ile Devrim sonrası görüşleri arasında köklü bir farkın olduğunu görmüş olacağız.
Devrim öncesi yıllarda ve dinî bir hükûmet olarak İran İslam Cumhuriyeti’nin ilk kuruluş yıllarında gerçekleşen haber-basın toplantılarında ve röportajlarda özellikle Ayetullah Humeyni’nin olduğu çeşitli konuşmalarda kendisine İran’ın dinî hükûmetinin mahiyetinin ne olduğunu, hükûmetin geleceğine dair, Vilayet-i Fakih hâkimiyetinde ve dinî hükûmette mezhebi ve dinî azınlıklar hakkında birçok soru sorulmuştur. Mezhebi ve dinî azınlıkların çeşitli cemiyetleri ve yabancı basın mensupları tarafından o yıllarda Ayetullah Humeyni ile yapılan birçok toplantıda sivil, kültürel, toplumsal, siyasi hukuk, inanç ve ifade özgürlüğü, azınlıkların mal ve can güvenliği gibi birçok konu gündeme gelmiş ve bu konular hakkında Ayetullah Humeyni tarafından o dönemde kesin ve açık cevaplar verilmiştir.
“Biz doğal olarak başkalarının mezhebi inançlarına, en çok diktatör bir rejim devrildikten ve özgür bir rejim iktidara geldikten sonra saygı duyarız. Mezhebi azınlıkların ve çoğunluğu Müslümanlardan oluşan halkın yaşam koşulları daha da iyi olacak.” (Sahife-i İmam, c. 4, s. 3)
“İslam herhangi bir din ve inançtan daha çok mezhebi azınlıklara özgürlük vermiştir. Onlar da Allah’ın tüm insanlara bahşettiği doğal haklarından faydalanmalılar. Biz en iyi şekilde onları koruyacağız. İslam Cumhuriyeti’nde komünistler de özgürce düşüncelerini ifade etmekte serbesttirler.” (Sahife-i İmam, c. IV, s. 363-364)
“İran İslam Cumhuriyeti diğer mezheplerin mezhebi çalışmalarını özgürce yapmalarına izin verecek mi?” sorusuna Ayetullah Humeyni, 27 Kasım 1979 tarihinde kesin ve çok net bir şekilde yeni kurulmuş hükûmetin ve yeni kurulmuş Velayet-i Fakih hâkimiyetin çıkarlarını dikkate alarak hiçbir azınlığın adını zikretmeden tüm din ve mezheplerin kayıtsız ve şartsız özgür olduklarını belirterek, “Evet, İslam hükûmetinde mezhebi azınlıkların tamamı, özgürce mezhebi ritüellerini yerine getirmekte serbesttirler ve İslam hükûmeti, onları en iyi şekilde korumakla yükümlüdür.” cevabını verir. (Sahife-i İmam, c. 21, s. 580)
Konuşmasının başka bir bölümünde, mezhebi azınlıkların tüm toplumsal ve dinî konularda özgür olduklarını vurgulayan Ayetullah Humeyni, İslam hükûmetinin onların güvenliği ve hukukunu savunmakla yükümlü olduğunu belirtmektedir:
“İran’daki mezhebi azınlıkların tamamı, özgürce dinî ve toplumsal geleneklerini icra etmekte serbesttirler ve İslam hükûmeti, onların güvenliği ve hukukunu savunmakla yükümlüdür, onlar da İran’ın diğer Müslüman halkı gibi İran vatandaşılar ve saygınlar.” (Sahife-i İmam, c. 4, s. 441)
Anlaşıldığı üzere Ayetullah Humeyni, İslam hükûmeti daha kurulmadan önce veya kurulum aşaması sırasında ortaya koyduğu görüşlerde liberal bir yaklaşım sergilemiş ve kayıtsız-şartsız ve ama eğersiz net bir şekilde dinî ve mezhebi azınlıkların haklarını tanımıştır. Yaklaşık kırk yıl geçtikten sonra, İran İslam Cumhuriyeti tarihinin farklı dönemlerinde azınlıklarla ilgili İran Cumhuriyeti’nin siyasi ve güvenlikçi yaklaşımının gün yüzüne çıkması ve Vilayet-i Fakih esasına dayalı dinî bir hükûmetin kurulduğu günlerde Ayetullah Humeyni’nin diplomatik edebiyatının incelenmesi, Humeyni’nin İran İslam Cumhuriyeti iktidarının temellerinin sağlam zemine oturduktan sonra ortaya koyduğu görüşlerindeki köklü değişimi ve farkı ortaya koymaktadır.
“İran’da yaşayan Yahudilere kimsenin saldırı hakkı yoktur. Bunlar İslam ve Müslümanların güvencesi altındadırlar. Ne Yahudilere ne de Hristiyanlara. Resmî mezhebe sahip olanlara kimsenin saldırmaya hakkı yok.” (Sahife- i İmam, c. 5, s. 251)
Göründüğü üzere “resmî mezhep” kavramı bu söylemde Ayetullah Humeyni tarafından kullanıldı ve Hristiyan ve Yehudi gibi resmî mezheplerin haklarına saldırmamayı bir talimat olarak zikretti. O dönemden itibaren çeşitli din ve mezhep resmî ve resmî olamayan veya tanınmış ve tanınmamış dinler ve mezhepler olarak ayrıldı ve daha sonraları önceki söylemlere bazı ilaveler de yapıldı.
“İslam, her zaman mezhebi azınlıkların meşru haklarının savunucusu olmuş ve olmaktadır. Mezhebi azınlıklar İran İslam Cumhuriyeti’nde özgürler ve özgürce kendi ritüellerini icra edebilirler ve İslam hükûmetinde diğer vatandaşlar gibi görüşlerini özgürce ifade etmekte serbesttirler.”
Ayetullah Humeyni’nin beyanatlarındaki mezhebi azınlıkların “meşru hukuku” terimi dikkate değerdir. Özgürlük kavramı, kanun sınırları içerisinde dünyanın en demokratik toplumlarında bile sınırlandırılmıştır. Ancak farklı kesimlerle ilgili ırk, inanç ve siyasi inanç temeline dayalı İran İslam Cumhuriyeti hukukunun katmanlarında tanımlanan özgürlüğün sınırları, İran’ın dinî düzeninde açıkça ayrımcılığı gösterir. İran toplumunda her kesimin (özellikle etnik, dinî ve mezhebi azınlıklar) özgürlük sınırı maalesef etnik ve inanç profili temeline dayanarak tanımlandığını görmekteyiz. Yukarıda verilen örnekte de “meşru hukuk” terimi de tam olarak bu gruplanmadan ibarettir. Ayetullah Humeyni açısından meşru hukuk olarak tanınan hukuk, çok müphem bir şekilde sadece 12 ve 13. maddelerde verilmiştir. Ayrıca “meşru hukuk” kavramının yanında karşıtı yani “meşru olmayan hukukun” da tanımlanması gerekir. Yazar açısından söz konusu meşru olmayan hukuku tanımlamak istersek İran İslam Cumhuriyeti ve özellikle Ayetullah Humeyni açısından meşru olmayan bu hukukun başında dinî propaganda ve duyuru yapmak ardından kilise ve sinagogların yapımı, içki tüketimi ve karşıt cinsle özgürce ilişkiye girmek gibi konular gelmektedir.
Kuşkusuz mezhebi-dinî azınlıkların propagandası fıkıh alanında hiçbir şekilde hoşgörü kabul etmeyen en tartışmalı konulardan biridir. Duyuru konusunda tahammülsüzlük açık ve net bir şekilde görünmektedir. Bu konu hakkında Ayetullah Humeyni’nin net konuşması kesinlikle İran İslam Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana tüm azınlıklar konusunda İran’ın ayrımcı politikasını açık bir biçimde ortaya koymaktadır:
“Kâfirler (Gayr-i Müslimler), ister zimmi ister gayrizimmiler İslam ülkelerinde ve toplumlarında yozlaşmış mezheplerini propaganda etmeye, saptırılmış kitaplarını yaymaya ve Müslümanları ve evlatlarını hükümsüz mezheplerine davet etmeye hakları yoktur. Böyle bir olay yaşandığı takdirde tazir edilmesi gerekir ve İslam devletlerinin yetkilileri her mümkün vesileyle bu işi önlemeliler. Bunlara ilaveten Müslümanlar, onların kitaplarından ve merasimlerinden uzak durmaları gerekir ve çocuklarına böyle merasimlere girip çıkmalarına izin vermemeliler. Onların saptırılmış kitaplarından ve mektuplarından Müslümanların eline ulaşırsa onları yok etmeleri gerekir. (Tahrir el Vasile, c. 2, s. 461-462)
“Ortamı bozanlara ve sabotajcılara kimse hoşgörü göstermez. (Sahife-i İmam, c. 5, s. 261)
Ayetullah Humeyni’nin Tahrir el Vasile’de fıkhi yazıları dikkate alındığında “kâfirler” teriminin gayri Müslim ve zimmi ve gayrizimmi anlamında kullanılması ayrıca onların mezheplerinin yozlaşmış adlandırılması diğer dinler konusundaki Şii fıkhı ve Ayetullah Humeyni’nin görüşlerini net bir biçimde yansıtmaktadır. Tamamen çelişkilerle dolu bu görüşler ve diğer mezhep ve dinlerle ilgili Vilayet-i Fakih ve dinî hükûmet kurucusunun görüşü kesinlikle mezhebi-dinî azınlıklar hakkındaki İran İslam Cumhuriyeti’nin güvenlikçi-siyasi yaklaşımını net bir şekilde ortaya koymaktadır. Ayetullah Humeyni’nin görüşleri ile ilgili başka bir örnek ise Sahife-i İmam’ın 410 sayfasında verilmiştir. Humeyni, İslam devletini gerçek anlamda demokratik bir devlet olarak tanımlamakta ve bütün dinî azınlıkların özgür olduğunu ifade etmektedir. Ancak aynı zamanda İslam dini ve inanç bakımından Şii fıkhının üstünlüğü var sayılıp İslam dışındaki dinlerin itikadı açıdan İslam dinî ile rekabette oldukları düşünülürse İslam dininin diğer dinlere ve muhtemel propagandalarına bir cevap verme gerekliliği vardır. Oysaki Tahrir el Vasile’de geçen ve yukarıda işaret edilen satırlar, aşağıdaki satırlarla tamamen zıttır.
“İslam devleti gerçek anlamda demokratik bir devlettir, bütün dinî azınlıklar büsbütün özgürdürler ve herkes kendi düşüncesini ifade etmekte serbesttir. Tüm inançların cevabı İslam’da vardır ve İslam devleti, tüm mantıkları mantıkla cevaplandıracaktır.” (Sahife-i İmam, c. 4, s. 410)
…..
Yazar: Manas Çamlı
FACEBOOK YORUMLAR