İNGİLİZ CASUS GERTRUDE BELL'İN ANTAKYA'YI ZİYARETİ

Suriye tarafından Antakya’ta gelen Bell, Asi Vadisi’nden giriş yaptığını belirterek, şehre gelişini şöyle anlatıyor:

İNGİLİZ CASUS GERTRUDE BELL'İN ANTAKYA'YI ZİYARETİ
22 Nisan 2025 - 14:39

İNGİLİZ CASUS GERTRUDE BELL’İN ANTAKYA’YI ZİYARETİ


Av. Abbas BİLGİLİ

 

Ortadoğu’nun şekillenmesinde önemli rol oynayan İngiliz casusu ve arkeolog Gertrude Bell’i (1868-1926) bir çok kişi Çöl Kraliçesi filminden hatırlayacaktır. 2015 yapımı bu filmde Gertrude Bell’i Nicole Kidman oynamıştı. Türkiye’de ve bir çok ülkede 2016’da gösterime giren film beklenen etkiyi yaptı Bell’i bütün dünya tanımış oldu.  

İngiliz eğitim sistemi, merak etme, kendine güven ve dışa açık olma özelliğine sahip kişiler yetiştiriyordu. Dışa açık bu eğitimli kişiler seyyah adı altında sömürgelerde ve başka ülkelerde gezip bilgi topluyordu. Aralarında kadınlar da vardı. Doğu toplumlarında kadın kapının önüne çıkmaya çekinirken, batıda seyyah olup geziyordu. Gertrude Bell de böyle bir kadındı. Zengin bir ailenin kızıydı. Sadece erkekleri kabul eden, ülkenin en prestijli yüksek okulu Oxford’da bir kız olarak girmeyi başardı ve birincilikle mezun oldu. Zeki, meraklı ve çalışkandı. Oldukça donanımlıydı. İngilizce dışında Fransızca, Almanca, İtalyanca, Türkçe, Arapça, Farsça, Kürtçe biliyordu. Entelektüel merak, arkeolojik araştırmalar ve İngiltere için bilgi toplamak amaçlarıyla Ortadoğu’da ayak basmadık yer bırakmadı. Çöl kumları arasında, deve sırtında, çadırlarda hayat geçirdi. Hiç evlenmedi. Bir defa nişanlandı ancak nişanlısı Çanakkale’de Türklerle savaşırken öldü. Gezdiği yerler hakkında seyahatnameler, tarihi eseler hakkında arkeolojik yayınlar yaptı. Çok sayıda kitap yazdı. Ömrünü geçirdiği Ortadoğuda, Irak’ta 58 yaşında öldü ve oraya gömüldü. Irak’ta Kral Faysal cenaze törenini balkondan seyretti. Çok sayıda uyku hapı aldığı için intihar ettiği de söylenir. Ortadoğu’nun, özellikle de Irak’ın sınırlarının çizilmesinde büyük rol oynadı. Gertrude Bell hakkında Prof. Dr. Taha Niyazi Karaca’nın biyografik nitelikte bilimsel bir çalışması mevcuttur. Gertrude Bell’in ünlü İngiliz casusu Lawrence’tan daha önemli olduğu da iddia edilmektedir ve zaten bu ikilinin Ortadoğu’daki İngiliz menfaatleri için müşterek çalıştıkları da bilinmektedir. Bu müşterek çalışma ve özel hayatları konusunda Hüsnü Mahalli’nin Maniki Dünya isimli kitabında da bazı bilgiler mevcut.  

Gertrude Bell’in çok sayıdaki seyahatlerinden biri de 1905 yılında Suriye’ye yaptığı seyahat olup, bu gezinin notları Türkçeye “1905 Suriye Notları” adıyla çevrilmiştir. Kitabın alt başlığında “Kadın Casus Gertrude Bell / Çöl Kraliçesi – Arabistanlı Lawrance’ın Hocası” yazmaktadır. Bu kitabın sonlarında,   Suriye’den Anadolu’ya geçerken Antakya ve çevresinde de bir süre kalıp bölgeyi gözlemlediği ve bölgeye dair notlar bulunmaktadır. Gertrude Bell’in Antakya ve çevresine dair gözlemlerini özetlemeye çalışacağız.  

Suriye tarafından Antakya’ta gelen Bell, Asi Vadisi’nden giriş yaptığını belirterek, şehre gelişini şöyle anlatıyor:

“Sol taraftaki sırtları taçlandıran Bizans kulelerini ve surlarını görmemiz uzun sürmedi çiçekli defne çitlerinin arasından neşeyle akan Asi Nehri’nin bir kolu tarafından daha işgal edilmişti. Yüzyıllar boyu sanatın beşiği ve dünyanın tanıdığı en muhteşem uygarlıklardan birinin merkezi olan Antakya şehrine biraz heyecanla baktım. Modern Antakya, giysileri zayıf bacaklarına bol gelen bir pantolona benziyor; kale duvarları kayalara ve tepelere tırmanarak şehrin küçüldüğü bir alanı çevreliyor. Ama yine de arkasında surlarla taçlandırılmış büyük tepesi ve Asi’nin  geniş ve bereketli vadisine uzanan kümelenmiş kırmızı çatılarıyla en güzel yerlerden biridir. Depremler ve akarsuyun değişen taşkınları Yunan ve Roma kentlerinin saraylarını altüst etmiş ve alüvyonlarla kaplamış olsa da, günbatımında kampı kurduğum Silpius Dağı’nın altındaki Nusayriye Mezarlığı’nın eğimli çayırlarından durup hilal şeklindeki ayın altında kırmızı çatıları gördüğümde, güzelliğin Antakya’nın devredilemez mirası olduğunu fark ettim.”     

Ünlü İngiliz casus ve arkeoloğu, şehri yakından tanımak için dışarı çıktığını, taş döşeli sokaklarda dolaşmanın keyfini yaşadığını, ana cadde dışında tenha olduğunu, panjurlu balkonların evden eve uzandığını, eski dönemlerden çok fazla iz kalmadığını belirtiyor. Birkaç kalıntı dışında Selefkos Nikator’un şehrinden geri kalanı hayal gücünün ürünüdür diyor. Şehir inşa edilirken mevcut olan adanın da nehir yatağının değişmesiyle kaybolduğuna işaret ediyor.  

Her yarım yüz yılda bir şehrin sarsıldığını ve son sarsıntının da 1862’de olduğuna değiniyor. Bir sabah kalenin tüm çevresini üç saatte dolaştığını, bunun için de Silpius Dağı’na çıktığını belirten, Bell’in üzerinde durduğu bir konu da surlardaki tarihi taşların şehir sakinleri tarafından taşınarak ev yapımında kullanılmış olması. O dönemdeki tüm modern evlerin kaleden taşınan taşlarla yapıldığını yazıyor. Kaledeki gezintisinde taşlar arasında bol miktarda kadife çiçeği, asfodel, sikleman ve iris çiçeklerine rastlamış olması da şaşırtıcı olmasa gerek. Demir Kapı geçidi tarafında Aziz Petrus Mağarası ve içindeki şapel ile dağın yamacındaki büyük kaya üzerindeki sfenkten bahsediyor. Sfenkin yüzünün vadiye dönük olduğunu ve Doğu’dan gelecek birini bekler gibi durduğunu, konuşabilseydi bize büyük krallardan, görkemli gösterilerden ve kuşatmalardan söz edebilirdi diyor.  

Şehrin batısındaki Daphne’ye (Harbiye) alıç çiçekleri ve erguvan ağaçları eşliğinde bir saatlik bir yürüyüşle gittiğini, ancak ünlü Apollon Tapınağı’ndan geriye iz kalmadığından yakınarak depremlerin ve dağ sellerinin her şeyi süpürdüğünü vurguluyor. “Ancak Doğu’nun en lüks başkentinin vatandaşlarının burada tanrıya hizmet eden kızlarla oynaştığı günlerden bu yana güzelliği azalmamıştır” demeyi de ihmal etmiyor.

Selevkos Krallarına çok ilgi duyduğunu, bu sebeple Antakya’nın limanı ve Selevkos Nikator’un mezarının olduğu Seleukia Pieria’yı (Samandağı) ziyar etmeye kararlı olduğunu vurguluyor. Mersin (murt) çalılıkları ve dut bahçelerinin arasında üç saatlik bir yolculuktan sonra Sweidiyyeh’e (Süveydiye) ulaştıklarını, burada halkın ipekböcekçiliği ile uğraştığını, bu sebeple de dut bahçelerinin fazla olduğunu yazıyor. 

Burada kendisinden pasaport sorulduğunu, kaybettiği paltosuyla birlikte pasaportunu da kaybettiğini, Osmanlı İmparatorluğu’nu yarısını tek bir kâğıt bile almadan dolaştığını, yanında bulunan komiserin Bell’den “saygın ve akredite bir kişi olduğunu” söylediğini, kısa bir tartışmadan sonra yola devam ettiklerini belirtiyor. Burada pasaport konusundaki hassasiyetin bölgedeki Ermeni kolonilerinin varlığından kaynaklandığını, Türk İmparatorluğu’nun çözmediği sorunlardan birini de Ermeni sorunu olduğunun üzerinde duruyor. 

Sahilden ve buradaki körfezin Napoli’den farklı olmadığını, bizim Keldağ’ın da Vezüv’ün yerini aldığını “Asi Nehri daha güneyde kum ve alüvyonların arasından akar ve manzara, güney noktasında Vezüv’ün yerini alan Cassius dağı’nın güzel zirvesinde doruğa ulaşan dik bir tepeler silsilesiyle kapanır” cümlesiyle ifade ediyor. Körfeze yakın bir yere kamp kurduğunu, çevredeki harabeleri, mağaraları, tarihî mezarları dolaştığını, tuzlu rüzgârı teneffüs ettiğini, bazı yapıların ipekböceği üreticilerince işgal edilmiş olduğunu, tarihî kalıntılar üzerinde incelemeler yaptığını açıklıyor. Kılavuzluk yapan İbrahim’in kendisini götürdüğü bahçede “dut ağaçlarının altında oturan sakallı ve cüppeli bir tanrı buldum” diyor ki, bulduğunu bir heykel olduğunu belirtelim. 

Osmanlı İmparatorluğu’nu ziyaret eden Batı’lı casusların çoğunlukla arkeolog adı altında gezi yaptıkları bilinmektedir. Gertrude Bell, aynı zamanda arkeologdur. Nitekim   Seleukia Pieria kenti kalıntılarının henüz ortaya çıkarılmadığını da şu şekilde anlatıyor: “Bir gün burada ortaya çıkarılacak çok şey olacaktır, ancak derin alüvyon ve dutluk ve mısır tarlası sahiplerinin talepleri nedeniyle kazı yapmak son derece masraflı olacaktır. Kentin bulunduğu alan çok büyüktür ve düzgün bir şekilde keşfedilmesi için yıllarca kazı yapılması gerekecektir.”     

Seleucia’dan üzülerek ayrıldığını ve ayrılmadan önce denize girişini ve bizin Keldağ’ı nasıl anlattığını şu satırlardan okuyalım: “Şafaktan önce, yıkanmak için denize indiğimde, tepelerin yüzü boyunca ince bulut şeritleri uzanıyordu ve ben ılık durgun suya doğru yüzerken, güneşin ilk ışını, körfezin kıvrımını büyüleyici bir şekilde kapatan Cassius Dağı’nın karlı zirvesine vurdu.”

Geldiğimiz gibi Antakya’ya geri döndük diyen Bell, şehrin dışındaki ana yola çadırlarını kurduklarını, iki gün sonra Alexandretta’ya (İskenderun) doğru yola çıktığını, yol üzerinde Karamurt Köyü’ne uğradıklarını, pitoreks Bakras Kalesi’ni gördüklerini yazıyor. Bu ünlü kadın, Antakya’yı kuzeyden koruyan dağların yeteri kadar araştırılmadığını ve bu dağların Selevkoslar ve Roma surlarından parçalar barındırıyor olabileceğine de dikkat çekiyor. Anadolu’yu güneye bağlayan Belen geçidinin dar ve önemli bir geçit olduğuna da değindikten sonra Belen’den İskenderun’a dört saatlik bir yolculuk yaptığını, İskenderun’dan Kilikya kıyılarının ve Toros zirvelerinin göründüğünü belirtiyor. 

Gertrude Bell’in Ortadoğu’da defalarca yaptığı yolculuklardan birinde Suriye’den Anadolu’ya geçişte uğradığı Antakya ve çevresine dair izlenimlerini özetlemeye çalıştım. Dünyaca ünlü arkeolog maskeli casusun topraklarımız üzerindeki gezisi ve izlenimlerini, ilgimi çektiği için özetleyerek sunmaya çalıştım.   


FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum