İki Azerbaycan - Nesib Nesibli

İki Azerbaycan - Nesib Nesibli
27 Mayıs 2020 - 18:33

Günümüzde iki Azerbaycan vardır. Onlardan ilkini Azerbaycan Cumhuriyeti oluşturuyor ki dünya siyasi haritasında yer almıştır. BM’de oyu var, bağımsızdır fakat uluslararası hukukta saptanan arazisinin yaklaşık %20’si, komşu Ermenistan tarafından işgal edilmiştir. Siyasal yapısı özgür olmayan ülke statüsüne uygundur. Diğer Azerbaycan ise Güney Azerbaycan’dır ki dünyanın siyasi haritasında yer almıyor. İran İslam Cumhuriyeti’nin içindedir, bu devletin kuzey-batı bölümünü kapsıyor. 30-35 milyonluk Güney Azerbaycan Türklüğü, en temel insan haklarından mahrumdur. Millî kimliğinin tanınması ve özgür millet olarak kendi yolunu belirlemek için çok yönlü mücadele veriyor.

Neden millet-devlete (ulus-devlete) dönüşemediler?

Yazar bu soruyu yanıtlamak için Azerbaycan Türklüğünün tarihî derinliğine inmeği öneriyor. Anahtar olarak millet, devlet ve nihayet millet-devlet teorilerine başvurmak gerekmektedir. Dünya tarihî süreçleri dahilinde Azerbaycan Türklerinin ve her iki Azerbaycan’ın bugünkü durumuna açıklık getirmek istenilmektedir. Dünya tarihi ‘Millet nedir?’ sorusuna çeşitli yanıtların verildiğine tanıktır. Bu çok çeşitlilik, değişik siyasi-ideolojik ve akademik ekollerin temel ilkelerindeki farklılıklar dışında, çeşitli ülkelerde milletin ortaya çıkışının çeşitli yollarla oluşmasının bir göstergesidir. Milletle ilgili farklı, hatta birbirine ters objektif ve sübjektif, idealist ve materyalist, teritoryal ve etnik tanımlamalar mevcuttur; milletin oluşumuna katkı sağlayan faktörlerin de içeriği ve rolüne dair değişik yaklaşımlar vardır. Bu süreçte dil, din, mezhep, medeniyet, kültür, toprak, ekonomi, millî bilinç, devlet faktörlerinin rolü vurgulanmaktadır. Özellikle devlet veya siyaset faktörü fevkalade önemlidir.

Milletin devletle mekanik birleşimi mi, millî hâkimiyet mi?

Geleneksel devletin modern devlete dönüşmesi, reformasyondan sonraki dönemin olayıdır ve çeşitli şartların oluşmasını talep etmiştir. Bu şartlar arasında sınırları belirlenmiş arazi, özel ve toplumsal mülkiyetin birbirinden ayrılması, sürekliğe ve çok yönlü görevlere teminat veren toplumsal kurumların varlığı ve iktidarın meşruiyeti önemli yere sahiptir. Millet-devlet, milletle devletin mekanik birleşiminden oluşmaz. Millet-devlet, aynı mekânda ve aşağı yukarı aynı zamanda mevcut olan devletle mutlak hâkimiyeti elinde tutan milletin bir arada olmasının ifadesidir. Avrupa’da millet-devletin oluşumu sürecinde sürekli yayılmakta olan halkın hâkimiyeti veya millî hâkimiyet fikri etkili oldu. Kraliyet ailesi veya soyluların hâkimiyeti fikrine karşı çıkan görüşler, milliyetçi hareketler ve fikirlerde önemli yer aldı. Teokratik veya aristokratik unsurlar, siyasi anlamda meşruluğun temelini oluşturmak niteliğini hızla kaybetti. İktidar kaynağının ve sahibinin millet olması ilkesi, bu millet-devletlerin ilk temel unsuru haline geldi.

Millî kimlik ve ülkenin bölünmezlik ilkesi

Millet-devletlerin ikinci temel unsuru millî kimliktir. Genel olarak, herkesin ortak ve tek üst kimliğe sahip olması, benimsenen bir üst kültür ve yerleşik millî bilinçten oluşan bu millî kimlik ne kadar sağlam kurulursa, milletleşme de aynı derecede sağlanacak, siyasal ve toplumsal sistem de o kadar sorunsuz çalışabilecektir. Bu iki temel unsurun (millî hâkimiyet ve millî kimlik) yanı sıra, millet-devletlerin üç ortak kurucu özelliklerinden (ülke, siyasi ve idari bütünlük) de bahsedilmektedir. Millet-devletlerde millet gibi ülkenin de bölünmezlik ilkesi önemlidir. Dünyanın gelişmiş bölgelerindeki millet-devlet oluşumu süreci ile mukayese, Azerbaycan örneğini daha iyi idrak etmeye yardımcı olabilir. Azerbaycan’da milletleşme ve devletleşme süreci tarihi ve günümüz millet-devlet problemi farklı özellikleri ortaya koymakla birlikte, dünyada milletlerin ve devletlerin tarihine yansıyan kanuna uygunlukları da kendi bünyesinde barındırmaktadır.

Azerbaycan’ın Kuzey’i ve Güney’inin milletleşme ve devletleşme sürecindeki aşamalar

Milletlerin oluşumunda tarih bilincinin hassas yeri vardır. Son yüzyıllarda Azerbaycan’ın Kuzey’i ile Güney’inde yabancı siyasi hâkimiyetler Türklüğün geçmişle ilgili bakışlarını saptırmaya çalışmış, bilime değil kendi çıkarlarına uygun konseptler dayatmıştır. Millî bilincin olmazsa olmazı ‘Biz kimiz?’, ‘Nereden gelip, nereye gidiyoruz?’ sorularına doğru cevap soydaşlar arasında paylaşılan ciddi ve itibarlı millet ve vatan algısı talep eder. Bu sebepten Sovyet döneminde Kuzey’de ‘Azerbaycanlı’, Pehlevi döneminde Güney’de ‘Azeri’ konseptleri uyduruldu. Maksat Azerbaycan Türklüğünü, dünya Türklüğünün bir bölümü, Azerbaycan tarihinin ise genel Türk tarihinin bir parçası olduğu bilincine sahip olmaktan alıkoymaktı.

Ortaçağ’ın bakışı

‘Azerbaycan’ın tam Türkleşmesi’ (Rusçadaki ‘sploşnaya tyurkizasiya’ teriminin çevirisi) dönemi olarak kabul edilen 11. yy, ya da başka bir yüzyıla dair tartışmalar, çeşitli, hatta birbirine zıt versiyonların öne sürülmesi anlaşılır bir durumdur. Ve şimdiye kadar bu konuyla ilgili Ortaçağlardan bu yana çeşitli yazarların birbirinden farklı fikirleri olmuştur. Ortaçağlarda istatistiğin veya etnik yapıya ilişkin ayrıntılı araştırmaların yapılmaması, farklı fikirlerin ortaya çıkışının nedenidir. Hiç şüphesiz, bu konuda açıklığa büyük ihtiyaç vardır. Bunun bilim için önemi tartışılmazdır. “Doğal derinleştirme” yöntemi (Prof. Süleyman Aliyarlı) ile yapılacak araştırmalar, sonuçta bu konulara netlik kazandırabilir. Görünürde büyük siyasi öneminin olduğu düşünülse de eninde sonunda bölgeye daha erken veya görece geç yerleşimin, ‘yerli’ ya da ‘gelme’ olmanın o kadar da önemli olmadığı görülür.

Primordial yaklaşım- Paniranist yaklaşım

Türklerin bu coğrafyada yaşamasını en eski dönemlere çeken primordial (ezelci) yaklaşım ile bu olayı olabildiğince geriye taşıyan Paniranist yaklaşım arasındaki tutarsız çelişkilerin sebebi, bu konunun aşırı siyasileştirilmesidir. Bir dizi İran, Sovyet, özellikle Ermeni vs. yazarların Türkleri bu bölgeye ‘yabancı’ ilan ederek aşağılamaya çalışması, en önemlisi Türklere buraya yerleşim hakkını tanımaması bilinmektedir. Oysa, yukarıda da belirtildiği gibi, örneğin, Fars kabileleri de bugün yaşadıkları coğrafyaya, M.Ö. I. binyılın başlarında Avrasya steplerinden göç etmiş, buradaki yerli kabileleri kendine tabi ederek devlet (Ahameniş İmparatorluğu) kurmuşlardır. Bu durumda, Türkleri ‘yabancı’ veya ‘işgalci’ ilan ederek, buraya yerleşim hakkından mahrum bırakmak, Farsları ‘yerli’ ve bu yerlerin sahibi olarak kabul etmek, sadece bilimsel ve objektif olmayan ırkçı bir yaklaşımdır.

Yazarlar ne diyor?

Ermenilerin Balkanlardan göç ettiği, yani bugün yaşadıkları toprakların ilk insanları olmadıkları Ermeni yazarlar tarafından da itiraf edilmektedir. Daha önemli nokta ise, bize göre, bu ‘Türkleşmenin’ ortaya çıktığı zaman, belirli bir yüzyıl değil, onun mahiyetidir ve bu, üzerinde daha ayrıntılı durmaya değer bir konudur. Paniranist mahiyetli sözde bilimsel yazılara göre, Azerbaycan’ın eski İran dilli ve Kafkas dilli nüfusunun dili Türkler tarafından zorla değiştirildiği için

a) halk yeniden etnik “kökenine” geri dönmeli, Fars dili ve kültürünü geri getirerek Farslaşmalıdır (İran);

b) Kuzey Azerbaycan’da Türk milleti değil, aslında Kafkas dilli ve İran dilli kabilelerin kalıntıları olan “Azerbaycanlılar” yaşamış ve bugün de yaşamaktadır (Sovyetler Birliği, çağdaş Azerbaycan Cumhuriyeti).

Azerbaycan’ın Türkleşmesi

Bu kuramı gerekçelendirmek için her şeyden önce, “Azerbaycan’ın Türkleşmesi” denilen olaya özgün bir yaklaşım gerekiyordu. Burada sadece, bugünkü Azerbaycan (Kuzey ve Güney) nüfusunun çoğunluğunu devşirme ilan eden bu kuramın amacının bir daha millî bilincin gelişmesini engellemek, Türklerde aşağılık kompleksini oluşturmak olduğunu belirtmeliyiz.

‘Azeri veya Azerbaycan’ın Kadim Dili’ eleştirisi

Seyyid Ahmet Kesrevi’nin ‘Azeri veya Azerbaycan’ın Kadim Dili’ adlı eseri, çelişkili fikirler, kesin olmayan, yarım, gerekçelendirilmeyen tezlerle doludur. Yayınlandığı yaklaşık 100 yıl boyunca, küçük hacimli (80 sayfa) bu kitapçığa ilişkin çok sayıda hem eleştirel hem de takdir edici metinler yayınlanmıştır. Burada, konumuz için ilginç olması sebebiyle, tekraren kitabın ana tezine görüş bildirmeyi gerekli görüyoruz. Paniranistlerin devamlı başvurduğu bu eserin ana fikri kısaca şundan ibarettir: “Ariler, ‘on ay kış, iki ay yaz’ olan tarihî vatanlarından (‘buzlu kuzeyden’), ‘üç veya dört bin yıl önce’ güneye doğru ilerleyerek buradaki ‘farklı yerlileri’ yendi; “tarih bilgisi olanlar, Türklerin Aşkaniler döneminde büyük kitleler halinde İran’ın sınırlarına dayanarak devlet kurduklarını biliyordur”.

Kendini yanlışlıkla Türk görenler

Sasaniler ve Araplar Türkleri önleyebildi; Sasani padişahları savaşlarda daha küçük Türk gruplarını ele geçirerek ülkeye yerleştirdi, onlar da az olduğundan eriyip gittiler; Hicri 6. yy’a kadar (M.S. 13. yy) buranın nüfusu ‘Azeri yarı-dilinde konuşuyordu; Selçuklular büyük kitlelerle burayı işgal ettiler; ‘kulaklar giderek Türk diline alıştı’, Moğol istilasından sonra “Türkler her geçen gün daha cüretli ve kudretli ve yerlilerden üstün oldular”, Azerice’nin varlığını kanıtlayan dubeytiler bulunmaktadır vs.1 Kesrevi’nin takipçileri bu tezleri geliştirmiş, daha doğrusu daha da siyasileştirmiştir. Bu takipçiler, “Moğollar ve Selçukluların Azeri dilinde konuşan” nüfusun dilini zorla değiştirdiklerini, bu nedenle “tarihî adaleti tesis etmek için” bugün kendilerini “yanlışlıkla Türk görenler”in eski soy köküne geri dönmesi gerektiğini iddia etmeye başlamışlardır. Böylece, her Türk, onların yazdıklarına göre, en azından geçmişinden kuşku duymalı, kendisini bir devşirme olarak görmeli, başka bir deyişle, kendisine yeni atalar aramalıydı.

Tat dili

Türk akınlarının çapını gösteren çok sayıda büyük rakamlar verilmiştir. Azerbaycan’a birbiri ardına, dalga dalga yerleşen Türklerin sayısının daha erken Ortaçağlarda yüz binlerle ölçüldüğünü hatırlatmakta yarar vardır. Günümüz Azerbaycan’ında yaşayanlar bu Türklerin evlatlarıdır. ‘Azerice’ konuşanlara gelince, bu, İran dilleri grubunda yer alan yerel lehçelerden biridir ve 20. yy’da Güney Azerbaycan’ın yedi köyünde ‘Tat dili’ adıyla kullanılmaktaydı (kullanılıyor). İkincisi, egemen Türk hanedanları, değil kendi dillerini zorla yerli halka kabul ettirmek, aksine, yukarıda da geniş bir biçimde ele alındığı gibi, Fars dili ve edebiyatına, Farsça (ve Arapça) eğitim sistemine[i] hamilik etmiş, Farsçayı bürokrasi (‘devlet’) dili yapmış, bazı Türk hükümdarlar anadilde değil, Farsça şiirler yazmışlardır. Üçüncüsü, Türkçe eğitim sisteminin, kitle iletişim araçlarının olmadığı Ortaçağ’da tarihi, dili, kültürü, yaşam tarzı, mizacı vs. tamamen farklı olan bir etnosu (‘yerli Azerileri’) kısa bir süre içinde toptan asimile etmek imkânsızdır. Bazı sayıca az etnik grupların sonraki yüzyıllarda Türkleşmesi hakkında sınırlı tarihî gerçekler, toplu asimile ile ilgili fikir yürütmeye kesinlikle esas olamaz. Kısacası, Kesrevi ve devamcılarının ‘Azerbaycan’ın Türkleşmesi’ konusunda yazdıkları bilimsel değere sahip değil ve İran’ın ırkçı siyasi çizgisini savunma amaçlıdır.

Kuzey Azerbaycan’da Türklüğün inkârı

Kuzey Azerbaycan’da Türklüğün inkârı farklı bir şekilde gerçekleşse de mahiyet olarak aynıdır. 1936’da ‘Halkların Babası’ denilen Josef Stalin’in doğrudan emriyle Sovyet Azerbaycan’ında nüfusun çoğunluğunun (Azerbaycan Türkleri’nin) ‘Azerbaycanlı’ olduğu, konuştuğu dilin de uygun olarak ‘Azerbaycan dili, Azerbaycanca’ olduğu ilan edildi. Bu emre göre, etnik kimliğinden koparılmış olan bu kitlenin ataları Medler olarak kabul edilmeliydi. Yani, sadece ‘Türk’ adı yasaklanmıyor, onlara yeni ata (ecdat) yaratılıyordu. Bu konsepte uygun olarak, yeni yarattıkları toplumun tarihi de yapay olarak derinleştirilmekteydi. Bir süre sonra, Azerbaycanlıların ataları arasında mitolojik ‘Atropaten halkı’ ilk sırada yer aldı.

Atropaten devleti

Resmî kuramı ifade eden ‘Azerbaycan Tarihi’ kitabında (1958) şöyle yazılmıştır: “Atropaten devleti, genellikle çağdaş Azerbaycanlıların asıl atalarından birini teşkil eden yerli halkın yaşadığı alanı kapsamaktaydı… Atropaten halkının ortaya çıkışı sürecinde onun dili de oluşuyordu. Bu dil, muhtemelen daha sonra Azeri adlandırılan dildir. O, Farsçadan çok farklı ve talışların diline daha yakındı.” Bu kurama göre, daha sonra Azerbaycan’ı işgal eden Türk boyları, bu İran dillilerin dilini zorla değişmiş, sonuçta ‘Türk dilli, İran asıllı karışım’ ortaya çıkmıştır. Böylece, İran’da olduğu gibi, burada da Azerbaycan nüfusunun çoğunluğu (Türkler) bu bilimsel olmayan kurama göre, ataları hakkında umutsuz olmalı, tarih bilinci kusurlu kalmalıydı.

Türkler Azerbaycan’a altı dalgada yerleşti

Uzun bir tarihî dönemde, Azerbaycan nüfusunun etnik yapısındaki değişiklikler, özellikle buradaki Türk unsurunun ağırlığı, hâkim kesim ve halk kültürünün durumu, aynı zamanda ‘millet-devlet’ ilişkileri konusunda uygun sonuçlara ulaşmaya imkân sağlamaktadır. Azerbaycan nüfusunun etnik yapısının şekillenmesi için, yüzyılları içeren önemli süreçler gerekti. Bu döneme kadar altı dalgada Azerbaycan’a yerleşen Türkler, artık 11. yy’dan sonra (muhtemelen daha erken zamanlarda) burada nüfusun çoğunluğunu oluşturdu. Azerbaycan tamamen bir Türk yurdu haline gelerek, Türk dünyasının bir parçası oldu. Önceki dönemlerden[ii] farklı olarak, bundan sonra nüfusun yoğun bir şekilde yerleşimi, birkaç imparatorluğun (İlhanlılar, Karakoyunlu, Akkoyunlu, Safeviler) merkezine dönüşmesine yol açan nedenlerden biri oldu. Türklerin Azerbaycan’da yerleşmesi tarihinin yanı sıra Türk kültürünün burada hâkim olması konusu da önemli akademik meselelerdendir.

Türkçe eserlerin önemi ve Türkçe çeviri

Türk kültürü, egemen kültür statüsüne sahip olması için yaygınlığını ve gelişmesini birkaç yüzyıl devam ettirdi. Örneğin 15. yy’da artık Türkçe divan edebiyatı geleneği yaratılmış ve padişah saraylarına ulaşmıştı; sözlü halk edebiyatının Dedem Korkut gibi bir şaheseri yazıya dökülmüş, Kur’anı Kerim de dâhil olmak üzere bir dizi kaynak Türkçeye çevrilmişti. Bu, millî kültürün belli bir gelişim düzeyine ulaştığının bir göstergesidir. Bununla birlikte, söz konusu yüzyılda Türk kültürü güçlü Fars kültür geleneğini ortadan kaldıramadı; resmî devlet dili Farsçaydı, Fars edebiyatı yüksek kültürel değer olarak görülmekteydi. İran unsuru, bir zamanlar Arap saldırısı ve bağımsızlığın kaybedilmesine silahlı direnişle karşılık verdi.

Şuubiye ve Şahname

Bugünkü İran coğrafyasının farklı bölgelerindeki silahlı kalkışmaların yanı sıra, Şuubiye hareketi kültür konularına da önem vermekteydi. Çağdaş İran’ın tarih uzmanı Nasir Purpirar, Farslar’ın ana kitabı olan Şahname’nin ortaya çıkışının da Şuubiye hareketinin faaliyetlerinin bir sonucu olduğuna inanıyor. Söz konusu tarihçiye göre, İranlı seçkinler, Arap ideolojik ve kültürel değerleri ve Türk siyasi hâkimiyetine (Gaznelilere) karşı mücadele etmek için, eski etnik değerlerini, öncelikle Sasani değerlerini metheden ve yaygınlaştıran eseri ortaya çıkarmak için dönemin ünlü Fars şairlerini seferber etmiş, onlara gerekli folklor ve diğer materyalleri sağlamak amacıyla bir grup insanı çalıştırmayı başarmıştı. Altı şairin çalışmasını inceleyen Şuubi siparişçiler, ‘İran’ın eski kudretini yansıtmadığı’ için bu çalışmaları reddetmiş, arzu edilen muhteşemlikte destan yaratmak için şair Firdevsi Tusî’yi görevlendirmişler. Firdevsi, toplanan materyalleri ve hazır eserleri de kendi manzum destanına ekleyerek, yaklaşık 30 yıl boyunca 60 bin beyitten oluşan Şahname’nin üzerinde çalıştı. Şahname’nin orijinal versiyonu tamamlandığında, Şuubiye artık bir örgüt olarak zayıflayıp Horasan’da ortadan kaybolur.

Sultan Mahmut ve Fars etkisi

Firdevsi, eserine Gazneli Mahmut’u metheden bölümler ekleyerek Sultan’a sunar. Sultan Mahmut, bu manzum destanda Türkleri ve Arapları kötüleyen bölümler olduğundan Firdevsi’yi ödüllendirmeyi reddeder. Muhtemelen, Şahname’nin son versiyonunda Sultan Mahmut’un hicivnamesinin yer alması da bununla izah edilmelidir. Selçuklular döneminde, İran (Fars) direniş hareketi farklı bir taktiğe- genellikle siyasi teröre (İsmaililer hareketi) başvurdu. Bu girişim de başarılı olamayınca – Alamut’un Moğollar tarafından yıkılmasından sonra – Fars unsuru, varlığını kültürüyle korumaya karar verdi ve etnik enerji daha çok kültürün yayılmasına ve gelişmesine odaklandı.

ABD’li araştırmacılar

Daha sonra Batılı araştırmacılar, bunu, mevcut koşullardaki en etkili davranış tarzı olarak gördü. ABD’li araştırmacı S. Enders Wimbush, Fars devletçilik ideolojisinin üç ilkeye dayandığını yazıyor. “Birinci ilkeye göre, egemen hanedanın etnik kökeni önemli değildir”. Diğer iki ilkeye uyulması yeterlidir. “İkinci ilkeye göre, devlet kültürünün, tek bir edebiyat ve yönetim dilinin olması şarttır.” “Üçüncü ilkeye göre, devlet dini olmalıdır.”[iii]

Ya Batılı araştırmacılar?

Batılı araştırmacılar ve eski Sovyet tarih bilimi, Farsça’nın yazı dili (‘devlet dili’) statüsünü, Fars edebiyatının rolünü ve Farsça eğitim sisteminin varlığını göz önünde bulundurarak, aynı zamanda konuyu aşırı güncelleştirerek, Selçuklulardan sonra bugünkü İran topraklarındaki devletleri İran devleti olarak görüyor (Moğol dönemi istisnadır). Hatta Alman bilim adamı Walther Hinz, 15. yy, yani Karakoyunlu-Akkoyunlu hanedanlarının hâkimiyet dönemini ‘İran’ın millî bir devlete yükselişi’ dönemi olarak görmektedir [iv] Bize göre, bu tez, en azından iki nedenden dolayı kabul edilemez. Birincisi, bu dönemde ne Avrupa’da ne de Ön Asya’da henüz ‘millî devletler’ mevcut değildi. Bu, daha sonraki dönemlerin ürünü olacaktı. İkincisi, egemen hanedanların etnik aidiyeti, devlet yönetiminde ve devletçilik ideolojisinde eski Türk geleneklerinin rolü (örneğin, ülüş sistemi), Türk boylarının devlet hayatındaki ağırlığı, ordunun neredeyse tamamının Türklerden oluşması, Türkçenin saray ve ordu dili olması Karakoyunlu ve Akkoyunlu devletlerini İran (Fars) devleti olarak kabul etmeye izin vermiyor. Fakat bu da bir tarihî gerçekliktir ki; bu devletlerde idarî yazı dili ve saray edebiyatı genellikle Farsça olmuş; mülkî bürokrasi çoğunlukla Farslardan ibarettir. Bu devletlerde Türk ve Fars unsurlarının oranı esnek durum yaratarak değişime eğilimliydi. Ve bu değişim sonraki yüzyıllarda da yaşanmıştır.

Devletle milletin ayrı geçirdiği yüzyıllar

Azerbaycan’da devletle milletin 16.-18. yy’daki tarihine ilişkin bilgiler, bir dizi genelleme yapılmasına olanak sağlıyor. Öncelikle, bu zaman diliminde devletle ‘milletin’ birbirinden ayrı kaldığı belirtilmelidir. Sadece ilk Safeviler döneminde hâkimiyet halkın enerjisine güveniyor, sürekli olarak halkın duygularını coşturarak ona hitap etmekten çekinmiyordu; sonraki Safevi hükümdarları, onu hâkimiyete getirmiş olan halktan (Kızılbaşlardan) hızla uzaklaştı. Son Safevilerin acı kaderi tam da bununla ilişkiliydi. Safevi hâkimiyeti döneminde, devlet hayatında Fars unsurunun rolü arttı; Türk unsuru onun kurucu çekirdek statüsünü kaybetti ve Azerbaycan, imparatorluğun ücra bir eyaleti haline geldi.

Milli eğitim sistemi yoktu

Devletle ‘milleti’ yaklaştıracak, devleti güçlendirecek ve ona süreklilik kazandıracak temel araç – millî eğitim sistemi (anadilde okul-medrese sistemi) oluşturulmadı. Resmî ve bilim dili Farsça ve Arapça olarak devam etti. Bu da Türk kitlesini mektep ve medreseden uzaklaştırdı. Farslar’ın 18. yy’ın sonlarına kadar eğitimli zümrenin, sivil ve dini bürokrasinin esas kısmını oluşturması da bununla izah edilebilir. Faruk Sümer’e göre, “eğer İran Türkleri kâfi derecede eğitimli zümreye sahip olsalardı, Azeri [Azerbaycan Türk] edebiyatı çok daha gelişecek ve Türkçe devlet dili olarak Farsçanın yanında daha kuvvetlice bir yer alacaktı.”[v]

Dini/mezhepsel hükümlerin güçlü etkisi

Millet-devletlerin oluşumunun, bazı Avrupa ülkelerine has olan ilk aşaması Azerbaycan’ı teğet geçti. 16. yy’da Avrupa Roma Kilisesinin kontrolünden ve skolastik Hıristiyan hükümlerinden kurtulurken, Azerbaycan tam tersine dini/mezhepsel hükümlerin güçlü etkisi altına girdi. Avrupa’da olduğu gibi günümüz İran coğrafyasında da mezhep ayrışmaları milletleşme sürecinde teşvik edici rol oynadı fakat bu süreç Türklüğün aleyhine oldu. Azerbaycan Türkleri diğer Türk devletleri ve halklarından uzaklaştılar. Şiiliğin İslam’ın gövdesinden kopması ve ayrı mezhep olarak yayılması Farsların, Arap ve Türk siyasi coğrafyasında kendini muhafaza mekanizmasına dönüştü. Sonraki yüzyıllarda da Farslar bu mezhep ayrılığını sürekli körüklediler.

Geride kalan Azerbaycan

Azerbaycan, yalnız Avrupa’nın millet-devletlerinden değil, hatta bu alanda birçok sorunları olan Osmanlı İmparatorluğu’ndan bile geride kaldı. Bir zamanlar Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan, Osmanlı padişahlarını kendisine rakip olarak görüyor, Bizans’ın başkentini kendisinin ele geçirmesini planlıyorken, 18. yüzyılın sonlarında artık Azerbaycan hanları Osmanlı devletinden yardım istiyordu. Azerbaycan Türkleri, enerjisinin büyük bir kısmını çeşitli etnik birlikleri içinde barındıran büyük imparatorlukların yeniden kurulması ve korunmasına sarf etti. Türk unsuru, devletin geniş topraklarına, özellikle sınırlarına yerleştirildi. Merkezî hâkimiyetin temelinde Türk-Fars simbiyozu yer aldı ve Şah Abbas’tan sonra Fars unsurunun ağırlığı durmadan arttı. Güçlü Fars kültür geleneğinin var oluşu, Türklüğün silah gücüyle kurduğu ve genişlettiği imparatorlukların birkaç yüzyıldan sonra kendisinin efendisine dönüşmesiyle sonuçlandı. Millet-devlet inşası açısından,

Edebiyat hiç durmadı

16.-18. yüzyıllar tam bir kaybedilmiş dönem olarak kabul edilemez. Türkçe edebiyat Hatai, Fuzuli, Vakıf gibi zirveleri kazandı, aruzdan hece veznine geçiş yapıldı. Önemli noktalardan biri, yazıda ‘Türk dili’ kavramının tam yerleşmesiydi. Safevi döneminde kullanılan ‘Kızılbaşca’ ıstılahı “bu hanedanın çöküşünden sonra siyasi ve mezhepsel renklere sahip olduğundan ortadan kalktı.” (Turhan Genceyi). Edebiyat, anadilin adında birleşme ve dilin işlevsel alanının genişlemesi, millet-devlet açısından belirli ilerlemelerin göstergesidir.

Ah şu Ruslar

19. yy Azerbaycan Türklerinin hayatında dramatik olaylarla başladı. Azerbaycan’ın bir kısmını Rusya İmparatorluğu işgal etti. Kuzey Azerbaycan, sömürülen bir ülkenin tüm acısını yaşadı. Rus hâkimiyeti, tarihî geçmişi, kültürü ve dini açıdan kendisinden farklı olan bu Türk ve Müslüman halka özellikle de onun elitine şüpheyle bakıyordu. Onların güçlenmelerini imparatorluk çıkarları karşısında tehdit olarak görmekteydi. Graf Vorontsov’un Kafkasya Genel Valisi olduğu dönem, ‘millî kültüre kaygısı’ tam da bu korku ile açıklanmalıdır. Yüzyılın sonlarına doğru Kuzey Azerbaycan, Avrupa’yı bir tarafa bırakalım, hatta komşu Gürcüler ve Ermenilere kıyasla milletleşme seviyesine göre geride kalmıştı. Örneğin, Gürcüler ve Ermeniler, Rus hükümetinin verdiği üstünlüklerden istifade ederek millî şuur problemini iyi-kötü çözmüş, artık siyasi örgütlenme aşamasına adım atmış (örnegin, Hınçak Partisi, 1885; Taşnaksütyun, 1890), millî iradesini ciddi biçimde ortaya koymaya başlamıştı. Bununla birlikte Kuzey Azerbaycan’da da yeni entelektüel ve burjuva sınıfı oluşmaya başladı.

Eğitim ve kültür alanındaki millî şuura sahip entelektüeller

Aydınların Zerdabi kuşağı “yaşam savaşında” kaybetmemek için çağrıda bulunuyor ve feryat ediyordu. Hacı Zeynalabdin Tağıyev ve birkaç hayırsever burjuva temsilcisi bu feryada olumlu yanıt verdi, eğitim ve kültür alanındaki millî şuura sahip entelektüellerin girişimlerini destekledi. Millî kimliğin belirlenmesinde bazı önemli çalışmalar gerçekleşti. Kuzey Azerbaycan kültürü büyük oranda Fars kültür yörüngesinden çıkarıldı. Sınırlı da olsa millî basın oluştu, anadilde edebiyatta sınırlı da olsa gelişme yaşandı. Gelişme ile birlikte millî basın üzerinde baskı vardı. Ancak, henüz millet oluşumunun iki önemli ön şartı – ortak tarih bilincinin ve milletin geleceği ile ilgili ortak kuramın 19. yy’da oluşturulması konusunda iddiada bulunmak doğru değildir. Bu süreç yeni başlamıştı ve onun şekillenmesi yeni yüzyıla kaldı. Güney Azerbaycan’da ise millî hayat sükûnet döneminde bulunmaktaydı. Kacar yönetimini etnik açıdan kendisine yabancı saymayan Türk nüfusu arasında 19. yy’da millî uyanışın belirtileri hâlâ görülmedi. Siyasette olduğu gibi, kültür hayatında da eski gelenek sürüp gitmekte idi.

İntibah dönemi

1905’te başlayan yeni intibah döneminde (1905-1920) Kuzey Azerbaycan Türkler’inin bu zamana kadar görülmemiş bir ilerleme kaydettiğini vurgulamalıyız. Gazetecilik, tiyatro, edebiyat ve diğer kültürel alanlarda on yılların gelişim yolu kat edildi. Ortaya millî siyasi ve ideolojik eğilimler çıktı. 640 SONUÇ Millî fikir hayatı canlandı. Azerbaycan Türklüğü ümmet dönemini kapatarak millet dönemine adım attı. 28 Mayıs 1918’de Azerbaycan’ın tarihinde ilk kez bağımsız millî devletin kurulduğu ilan edildi. Bu coğrafyada aşağı yukarı Hasan Bey Zerdabi (1837- 1907) döneminden başlatılan, hızla devam eden millet inşası süreci millî devletin kurulmasıyla mantıklı seyrini sürdürdü.

Azerbaycan devleti

İstiklâl Beyannamesi’nde vurgulandığı gibi, Azerbaycan devleti demokratik cumhuriyet idi. Yani millî hâkimiyet mefkûresi yöneticiliğin en etkili, ancak en zor şeklinde gerçekleşmekteydi. Burada hukuk devleti kurulmakta, hukukun üstünlüğü sağlanmaktaydı. Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti aynı zamanda laik devletti. Bu, Müslüman Doğu’da ilk cesaretli adımdı. Küçük ve eski sömürge Azerbaycan’ı İslam dünyası için muhteşem bir model ortaya koymuş oldu. Millet inşası alanında da asırlar boyunca birikmiş olan sorunlar çözülmekteydi. Ülkenin ve milletin adı dış etkiler olmaksızın millî devletin yasama organı tarafından onaylandı. Türk kültürü dominant kültür statüsü almaktaydı. Mevcut eğitim sisteminin millileşmesi ve gelişmesine ilişkin gereken kararlar alındı ve bu yönde hızlı çalışmalar yürütülüyordu.

Kuzey ve Güney Azerbaycan farkı

Kültür alanında görülmemiş değişiklikler yaşandı. Fakat Kuzey Azerbaycan’da millet-devlet mutluluğu uzun süremedi. İstiklâlin beyanından 23 ay sonra Rusya yeni Bolşevik kimliği ile Azerbaycan’ı ikinci defa işgal etti. 1920 Nisan faciasıyla başlayan 71 yıllık Sovyet dönemini özetleyecek olursak, birkaç önemli noktayı vurgulamamız gerekir. Sovyet döneminde Moskova’nın Azerbaycan’a yönelik politikası birbirinden şekil olarak farklı birkaç aşamayı geçse de karakter bakımından Çarlık dönemi politikasının devamı idi. Çarlık döneminde plânlanan işlerin önemli bir bölümünün Sovyet döneminde hayata geçirilmesi mümkün olmuştur. Bu çalışmaların amacı Sovyet Azerbaycan’ında merkezkaç eğilimlerinin önlenmesi olmuştur.

Kültür soykırımı

Millî bilincin yöneltilmesi ve loyal siyasi elitin yetiştirilmesi dikkat merkezinde yer almıştır. Buna uygun siyasi terör, millî aydınların fiziksel olarak yok edilişi, ‘şekilce millî ve içerikçe sosyalist’ formülü ile millî bilinci etkileyen tüm faktörleri önlemeye çalıştılar. Ender görülen kültür soykırımı gerçekleştirildi; Azerbaycan Türklerinin ismi değiştirilerek Türk yerine Azerbaycanlı kavramı yerleştirildi. Milletin konuştuğu dilin adı da Türkçe yerine Azerbaycan dili olarak değiştirildi; Önce Arap, sonra Latin alfabesi yerine Kiril alfabesi kullanılması mecburiyeti getirildi. Soyadlarının sonuna Rus ov, yev ekleri eklendi ve halkın etnik kimliğini gösteren tüm özellikler üzerine tabu konuldu. Nevruz Bayramı gibi millî bayramlar yasaklandı ve dinin toplumdaki rolü matem merasimlerine kadar son derece sınırlandırıldı. Azerbaycan’ı Türk dünyasından (özellikle Türkiye’den) uzaklaştırma politikalarında komünist rejim Çarlık’tan sadece gaddarlığı ile farklılaşmıştır. Sözde Sovyet halkı ve Sovyet vatanseverliği kavramları topluma dayatıldı. Millî kültür alanındaki devlet terörizmine rağmen, Sovyet Azerbaycan’ı hayli modernleştirildi. Sanayileşme, yeni sosyal sınıflar, bilim-eğitim, sağlık sistemi, kültür alanlarının gelişimi ile milletin, özellikle Bakü’nün şehir nüfusunun profili değişti.

Yeniden Ruslaşan Azerbaycan

Dr. Ali Bey Hüseyinzade’nin sözüyle, millet ‘Frenk kıyafetli’ oldu. Yeniden Ruslaşan siyasi, sosyal, kültürel elit (Rusofil nomenklatür) yaratıldı. Ekim 1991’de Azerbaycan Cumhuriyeti’nin yeniden kurulması sırasında Kuzey Azerbaycan Türkleri, keşmekeşli, dramatik, çelişkili millet-devlet yapılanması sürecini yaşayarak, millî kimliğin biçimlenmesi açısından çeşitli sorunlarla yüz yüze kaldı. Milletin adı, dilinin adı ve etnik köken gibi köklü meselelerde farklı yaklaşımlar ve millî hayatı niteleyen özellikler mevcuttu. Millî bilinç açısından Kuzey Azerbaycan toplumu birbirine ters olan Ruslaşmış elit ve kendini anlamak isteyen, ama millî bilinci karışmış halk olarak ikiye bölünmüştü. Sayıları az olsa da hâkim kesim ülkede modernleşmeyi temsil eden kesim idi. İkinci kesim ise millî hayatını, hayal ettiği gibi kurmak isteyen halk idi. Vaktiyle Ziya Gökalp’in de değindiği tehlike, bağımsızlığına yeni kavuşan Kuzey Azerbaycan’ı tehdit etmekteydi: “Harsı [kültürü] kuvvetli, fakat medeniyeti zayıf bir milletle, harsı bozulmuş, fakat medeniyeti yüksek olan diğer bir millet, siyasi mücadeleye girince, harsı kuvvetli olan millet galip gelmiştir.”

 

Perestroyka süreci ve coşkulu halk hareketi

Sovyet Azerbaycanı tam da ‘harsı bozuk’ olarak Perestroyka sürecine girdi. Sovyet döneminde Azerbaycan Türklüğü komşularına kıyasla daha çok ekonomik ve kültürel baskıya maruz kaldığı için burada Sovyet cinayetlerinin ifşası ve eleştirisi daha güçlü olmalıydı. Fakat Perestroyka’nın dönüşüm ruhu Türkistan’da olduğu gibi Azerbaycan’da da geç yerini aldı. Azerbaycan toplumunu siyasallaştıran faktör Ermenistan tarafından sürdürülen Karabağ’a yönelik saldırı oldu. Hazırlıksız yakalanan Azerbaycan Türklüğü, şoku atlatarak 1989’da Newsweek dergisinin tanımlamasına göre dünyanın özgürlük isteyen en faal halkı sayıldı. Halk hareketinin coşkulu dalgası, Azerbaycan Halk Cephesi’nin şahsında millî-demokratik güçleri iktidara taşıdı.

Ebülfez Elçibey hükümeti ve Haydar Aliyev’in Cumhurbaşkanlığı

Bu, halkından uzaklaşmış olan komünist nomenklatür üzerinde tarihî bir zaferdi. Fakat millî aydın zümreden oluşan Ebülfez Elçibey hükümeti bir yıl (Haziran 1992 – Haziran 1993) hâkimiyette kalabildi. Eski nomenklatür, Sovyet sisteminin deneyimli politikacısı Haydar Aliyev’in şahsında yeniden hâkimiyete sahip oldu. Haydar Aliyev’in Cumhurbaşkanlığı döneminde (1993-2003) Azerbaycan Cumhuriyeti Devleti’nin esasları kuruldu, görece siyasi istikrar oluştu. 2003’te hâkimiyetin oğul İlham Aliyev’e devredilmesinden sonra aynı yönetim anlayışı devam ettirildi. Kuzey Azerbaycan’ın millet-devlete dönüşmesi için ilk önce yarım kalan milletleşme sürecinin tamamlanması ve zayıf demokrasi geleneğine rağmen demokratik devletin kurulması gerektir.

Dekolonizasyon stratejisi

Kuzey Azerbaycan’da gecikmiş millet inşası sürecinin imparatifleri arasında daha fazla ertelenmesi mümkün görünmeyen en önemli problemlerin çözülmesi talep ediliyor. Bu sıralamanın başında millî kimlik meselelerinin aydınlığa kavuşturulması yer alıyor. Dekolonizasyon stratejisi dahilinde Sovyet rejiminin dayatmalarından hızla kurtulmak kaçınılmazdır. Milletin adı üzerinde tabunun kaldırılması-doğma Türk adının resmîleştirilmesi pek çok meselenin çözümünün önünü açabilir. Ortak tarih bilincinin oluşması doğru ve inandırıcı millî tarih yazılımının şekillenmesini gerektirir. Bilim ve eğitim sisteminin millîleşmesi ve modernleşmesi diğer bir olmazsa olmazdır. Devlet dilinin gelişimi ve rakipsiz statüye sahip olması; adların ve soyadların millîleşmesi, eski ideolojik-siyasi mirasın (Zerdabi, Topçubaşı, Hüseyinzade, Ağaoğlu, Resulzade, Mirza Bala vb.) benimsenmesi gibi meseleler milletin dikkat merkezinde olmalıdır.

Sovyet beslemesi siyasi elitler

Millî kültürün hızla gelişmesi tarihî zarurettir. Bölgecilik (yerlicilik) eğiliminin varlığı millî birliğin sağlanmasının karşısında duran en hassas etkendir. Toplumun örgütlenmesini önleyen siyasi ve hukuki engeller kaldırılmalı, insanların çeşitli sosyal, kültürel, mesleki vb. sivil toplum örgütleri kurması desteklenmelidir. Azerbaycan Cumhuriyeti sınırları dışındaki soydaşlarla ilişkilerin genişletilmesi; Türk Dünyası birliği bilincinin geliştirilmesi gerektir. Kuzey Azerbaycan’da devletin demokratikleşmesi ve milletle bütünleşmesi için millî iradenin tecelli etmesi-adil ve hür seçimler ilkesinin uygulanması ön şart olarak görülmektedir. Sovyet beslemesi siyasi elitin millileşmesi–millî siyasi elitin şekillenmesi duyarlı zaruretlerden bir diğeridir. Bu şartların oluşmasından sonra Azerbaycan Cumhuriyeti’nin toprak bütünlüğünün sağlanması – Karabağ’ın Ermenistan işgalinden kurtarılması süreci başlayabilir.

Üniter Azerbaycan Cumhuriyeti Devleti

Devleti içinden kemiren yolsuzluk, nepotizm, sorumsuzluk gibi negatif hallerin ortadan kaldırılması zarureti devlet aklının taleplerindendir. Üniter Azerbaycan Cumhuriyeti Devleti’nde etnik azınlıklarla uyumun sağlanması olmazsa olmazlardandır. Azerbaycan Cumhuriyeti vatandaşlarında Birleşik Azerbaycan bilincinin güçlendirilmesi, Türk Dünyasına entegrasyon kaçınılmaz devleti mükellefiyetlerden bir diğeridir. Güney Azerbaycan’da milletleşme süreci Kuzey Azerbaycan’dan daha farklı şekilde ilerledi. Güney Azerbaycan Türklüğü, daha dramatik ve daha çetrefil yol kat ederek İran/Pers düşünce sisteminden kopup, doğal millî gelişme yoluna çıkabildi. Bu gelişme 20. yy İran’ındaki siyasi sarsıntılarda kendini açıkça gösterdi.

Meşrutiyet devrimine katılmak kurtulmak için yetti mi?

Azerbaycan Türkü’nün Meşrutiyet devrimine (1906-1911) aktif katılımına rağmen, bu devrimi onlar için yitirilmiş fırsatlar olarak değerlendirmeliyiz. Meşrutiyet devriminden en kârlı çıkan Farslar oldu. Her şeyden önce Farsların on yıllar boyu kabullenemedikleri Kacar hâkimiyeti zayıfladı. Ülke yönetiminde zaten büyük ağırlığı olan Fars bürokrasisinin rolü daha da arttı. Farsça, resmî dil statüsü aldı. Sonraki dönemlerde Türklük ülke siyasetindeki ağırlığını adım adım yitirdi ve 1920-1930’lu yıllarda onlar mazlum millet konumuna düştüler. Rıza Şah’ın dikta rejiminin (1925-1941) şahsında devlet, Türklerin varlığını modernleşen İran’ın bütünlüğü için bir tehlike olarak gördü ve Türk kültürünü hedef alarak ciddi darbeler vurdu.

Fars ırkçılığı ve Rıza Şah hükümeti

Paniranizm ideolojisi, Fars ırkçılığı Rıza Şah hükümetinin resmî siyasetinin temelini oluşturdu. Farslar arasında etnik konsolidasyon süreci ise kıyaslanamayacak bir hızla ilerledi. Türk eğitimli kitle arasında İrancılığa bağlılığın artmasına rağmen, Türk halkının çoğunluğunda ‘İran devleti’ anlayışından kopuş süreci yaşandı. Bu kopuş 1941’den sonraki süreçte güçlendi. Türklük İrancılıktan/Farsçılıktan ayrılma ve ayrı bir millet olma azmini sergiledi. Yerel özerk yönetimlerini yaratması ve icraatları ile bu halk kendini yönetmeye layık ve hazır olduğunu gösterdi. 21 Azer Hareketi ve Millî Hükümet (1945-1946), daha önceki dönemlerdeki (Meşrutiyet, 1920 Tebriz ayaklanması) millî hareketlerin devamı oldu. Millî Hükümet tecrübesi, yerel özerkliklerin başarıları ülke çapında gayrifarsların millî hareketleri, aynı zamanda İran’ın (en başta Tahran merkezî hükümetinin) demokratikleşmesi ile sıkı bağlantılı olduğunu gösterdi. Hareket liderlerinin konuşma ve yazılarında bu zarureti vurgulamalarına rağmen, bu alanda belirli girişimlerde bulunsalar da pratikte bu iki güç arasında ittifak kurulmasında başarılı olamadılar.

 

Kazanımlar neden yok oldu?

Azer’in kazanımlarının yok oluşunun, Güney Azerbaycan ve Türk milletinin yeniden facia yaşamasının ilk nedeni, İran’da millî meselenin çözümünü istemeyen, ülkenin demokratikleşmesinden ürken İran irticası iken, ikinci neden Millî Hükümet liderlerinin, hareketi Sovyet siyasetine bağlaması idi. Bunun yanı sıra Millî Hükümet İran’da Azerbaycan/Türk meselesini uluslararası siyasi platforma taşıdı. Yeni kurulmuş olan Birleşmiş Milletlerin ilk ele aldığı ve büyük güçlerin çıkarlarının çatıştığı mesele Azerbaycan meselesi oldu.

Pehlevi döneminin getirdikleri

Pehlevi rejimi İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ‘tek İran milleti’ teorisini geniş şekilde yaymış, nüfusun düşünce ve davranışını etkileyerek, Türkler arasında aşağılık kompleksi oluşturarak millî hareket ideolojisinin yayılması zeminini dağıtmaya çalışmıştır. ‘Beyin yıkama’nın ana yöntemi monarşizm, Paniranizm 644 SONUÇ ve Fars ırkçılığı fikirlerinin yayılmasıydı. Pehlevi rejimine muhalif insanların ve grupların çok milletli İran’da Fars olmayanlar meselesine yaklaşımı bu rejimin tutumundan pek de farksızdı. Irkçı Pehlevi rejimi Türklüğün varlığını reddetti, onunla ilişkilerinde katı bir asimilasyon siyaseti yürüttü. Türklük, İran’ın bütünlüğü, Pehlevi hâkimiyeti için asıl tehlike sayıldı.

Irkçılık siyaseti işlemedi

Ülke nüfusunun yaklaşık %40’ını oluşturan Türkleri Farslaştırma siyaseti ırkçıların arzu ettiği sonucu vermedi. Farslardan farklı bir etnik birlik oldukları, farklı dili, kültürü, örf âdetleri, tarihî geçmişi olan milyonlarla ifade edilen bir halkı asimile etmek mümkün olmadı. Pehlevi döneminde uygulanan Türklüğü inkâr, Azerbaycan’ı ezme siyaseti doğal olarak direnişle karşılaştı. Örnegin bir zamanlar Farsların Türkler hakkındaki saldırgan etnik yaftalama ve mizahına, Farslar hakkında stereotipler [kalıp yargılar] ilave edildi. Bu gelişmenin yanı sıra Türkler arasında milletleşme sürecinin gecikmesi negatif durumunu, Türk millî hareketi ideolojisinin şekillenememesini, bu hareketin yeteri kadar teşkilatlanamaması tamamlamakta idi. Bu eksiklik de Azerbaycan’ın ve ülkedeki Türklüğün Pehlevi rejiminin buhranını (1978-1979) hazırlıksız karşılamasına sebep oldu. İslam devrimine özveriyle katılmasına, 1979’un sonu 1980’in başlarındaki Halk-ı Müslüman hareketinin coşkulu gücüne rağmen, devrimin yaratmış olduğu ümitler suya düştü. Türklük siyaseten yine mağlup oldu.

Teokratik rejim de Pehlevi gibiydi

İran İslam Cumhuriyeti devletinin ülkedeki Türklüğe yaklaşımı prensip olarak önceki Pehlevi rejiminin politikalarının devamı oldu. Teokratik rejim de Türklere olağan haklarını bile vermekten imtina etti. Bununla birlikte İslam Cumhuriyeti döneminde milletleşmenin en duyarlı iki etmeni – geçmiş hakkında inandırıcı, nesnel millî tarih anlayışının oluşması ve Türk etnosunun geleceği ile ilgili konseptlerin ortaya çıkması millî yaşamda önemli ve yeni bir olgu olarak yerleşti. Millî fikir hayatındaki bu yeni olay yeni neslin bir bölümünün resmî Paniranist ve ırkçı ideolojinin etkisinden çıkmasına, millî hareketin yeni aşamasının başlamasına ivme kazandırmıştır. Bu süreçte Aras Nehrinin kuzeyinde aynı isimli, aynı milletli Azerbaycan’ın/Türklüğün bağımsızlığına yeniden kavuşması hassas bir faktör oldu. Millî hareket dahilinde siyasi ideolojik akımların meydana çıkması da İran’da Türklerin milletleşme seviyesinin yükselmesinin göstergesi olarak değerlendirilebilir. Güney Azerbaycan’da gecikmiş milletleşme sürecinin hızlanması için millî ve siyasi bilinç alanında önce başlamış olan faaliyetlerin devam etmesi ve derinleşmesi gerektir. Millî kimlik sahasında görülmemiş gelişme kaydının yanı sıra kimlik bilincinin daha geniş kitlelere ulaşması sorununu da vurgulamalıyız. Tarih bilinci, kimlik sorununu çözme görevinin ötesine geçmeli, Türklüğün en az son 100 yıllık acı tarihî tecrübesinden ders almak misyonuna odaklanmalıdır. Kuzey Azerbaycan’ın kültürel gelişme tecrübesinden faydalanmanın yanı sıra, Güney Azerbaycan kendisi millî kültür sahasında bazı modeller üretebilir. Kuzey Azerbaycan’da olduğu gibi, Azerbaycan sınırları dışındaki soydaşlarla ilişkilerin genişletilmesi; Türk Dünyası birliği bilincinin geliştirilmesi önemli konulardandır. Kültürel haklar, özerklik veya özgürlük uğrunda mücadelenin Güney Azerbaycan Türkünü hakkettiği konuma ulaştırması zaman meselesidir. Bu millî irade uluslararası hukukla da bağdaşır. Örneğin, Birleşmiş Milletler Teşkilatı’nın 4 Aralık 1986 tarihli Gelişme Hakkına Dair Bildiri’sinde bu husus ‘Halkların kendi siyasal statülerini serbestçe belirleme ve ekonomik, sosyal ve kültürel gelişmeleri sağlama hakkına sahip olmaları amacıyla halkların selfdeterminasyon hakkı’ şeklinde bir daha vurgulanmaktadır. Ermenistan’ın Karabağ’ı işgali, Güney Azerbaycan’ın mazlum durumu ve Azerbaycan’ın bölünmüşlüğü dünya siyasetinin hassas sorunlarından biri olarak mevcudiyetini koruyor. Bu sorunların çözümü ise eninde sonunda her iki Azerbaycan’da milletleşme sürecinin ilerleme hızı ve derinliğine bağlıdır.

[i] [Seyyid Əhməd] Kəsrəvi Təbrizi, Azəri, ya Zəbane Bastane Azərbayqan, çape dovvom, Tehran: Çapxaneye Taban, 1317, s. 8-25.

[ii] Azərbaycan tarixi, I cild, Bakı: Az. SSR EA-nın nəşriyyatı, 1958, s. 63.

 [iii] E. Enders Wimbush,’Divided Azerbaijan: Nation Building, Assimilation, and Mobilization Between Three States’, Soviet Asian Ethnic Frontiers, New York-Paris, 1979, p. 63.

[iv] Walther Hinz. Uzun Hasan ve Şeyh Cüneyd. XV Yüzyılda İranın Milli Bir Devlet Haline Yükselişi, 2. Baskı, Ankara: Türk Tarih Kurumu yayınları, 1992.

[v] Faruk Sümer, Türk Devletleri Tarihinde Şahıs Adları, I cilt, s. 288.

Kaynak: https://asasmedya.info/

 

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum