II. BAYEZİD / II. BEYAZIT 3 Aralık 1447 (Dimetoka-Yunanistan) – 26 Mayıs 1512 (İstanbul)

II. BAYEZİD / II. BEYAZIT 3 Aralık 1447 (Dimetoka-Yunanistan) – 26 Mayıs 1512 (İstanbul)
07 Ekim 2020 - 18:19

II. BAYEZİD / II. BEYAZIT

3 Aralık 1447 (Dimetoka-Yunanistan) – 26 Mayıs 1512 (İstanbul)

1481-1512 senelerinde hüküm sürmüş sekizinci Osmanlı Padişahıdır.

II. Bayezid (II. Beyazıt / Sultan Bayezid-î Velî ) 8. Osmanlı padişahıdır. Babası Fatih Sultan Mehmed Han annesi ise aslen Arnavut olduğu sanılan Gülbahar Hatun‘dur. Gülbahar Hatun muhtemelen Fatih’in haremine 1446 yılında girmiş ve bu evlenmeden iki yıl sonra Bayezid’i doğurmuştur.

Küçük yaştan itibaren tam bir ihtimamla yetiştirilen Şehzade Bayezid devrin en mümtaz alimleri elinde tahsil gördü. Hocaları arasında en meşhurları Mirim Çelebi, Molla Abdülkadir, Hatip Kasım, Abdullah Efendi ve Molla Selahaddin idi. Yedi yaşında iken Hadım Ali Paşa nezaretinde Amasya valisi oldu.Amasya, devrinin en mamur ve müreffeh şehirlerinden biriydi. Selçuklular döneminden beri âlim ve şairlerin toplandığı bir kültür merkezi durumundaydı. Bir padişah adayının yetişmesi için bu vilayette bütün şartlar müsaitti.

Şehzade Bayezid, Amasya’da üst seviyede devlet görevlilerinden olan lalası Hadım Ali Paşa, nişancısı Kemaleddin Ahmed Çelebi, defterdarı Hacı Mahmud Çelebi-zâde Sadeddin Çelebi ve divan katibi Sa’di Çelebi nezaretinde ilmini artırıp idarecilik bilgilerini geliştirdi. Seyyid Sadreddin Muhammed Horasani ve Zeynüddin Hafi hazretlerinin halifelerinden Abdurrahim Merzifoni’nin sohbetlerinde bulundu.Ünlü hattat Şeyh Hamdullah‘tan hat dersleri aldı. Çandarlı İbrahim Çelebi, Muslihzâde Kadı Şemseddin Mehmed Çelebi, Nacizâde, Müeyyedzâde Abdurrahman, Hamzabeyzâde Mustafa Paşa, Muhyiddin Mehmed Çelebi ve kardeşi Selahaddin Musa Çelebi şehzadenin ilim muhiti içerisinde yer alan diğer meşhur alimlerdi. Seyyid Sadreddin Muhammed’in oğlu ve halifesi olan ve babam diye bahsettiği Seyyid İbrahim Çelebi’yi ikamet ettiği Amasya yakınlarındaki Yenice köyünde ziyaret ederek ilminden istifade etti. Çelebi Halife adıyla meşhur Cemal-i Halveti’nin ve Ebussuud Efendi’nin babası Yavsi Şeyh namıyla meşhur Muhyiddin İskilibi gibi tasavvuf ehli zatların sohbetlerinde bulunup dualarını aldı.

Türkçeden başka Arapça, Farsça ve Uygurcayı öğrendi. İtalyancayı konuştuğuna dair kayıtlar vardır. Mantık, matematik ve kozmografya gibi ilim dallarında da bilgi sahibi idi.

 Sık sık av partileri düzenlerdi. Bu sayede çok iyi ata biner ve her çeşit silahları en iyi bir şekilde kullanır hale gelmişti. Otlukbeli Savaşı’ nda Osmanlı ordusunun sağ kanat kumandanlığını yapmış, zaferde pay sahibi olmuştu.

II. Bayezid Han ortadan uzun boylu, yağız çehreli ela gözlü ve geniş göğüslü idi. Çehresi her zaman için zihnen ciddi ve ağır şeylerle meşgul olduğu intibaını vermekteydi. Fıtraten mahzun durur en mesut hadiseler zuhurunda ancak mütebessim olurdu. Amasya’da sancak beyliğinden beri en hoşlandığı şey ata binmek ve av partileri tertiplemekti. Ancak nikris hastalığı baş gösterdikten sonra bu zevkinden mahrum kalmıştır.

İlim sahibi, takva, adalet ve merhametten ayrılmayan vakarlı ve hilmiyle meşhur bir padişah olduğu için “Veli” lakabı ile anılmıştır. 1503-1511 yılları arasında muhtelif kimselere verilen ihsan ve hediyeleri ihtiva eden bir in’amat defterinde pek çok şairin, sanatkarın, ulemanın, meşayıhın isminin geçmesi onun ilim ve kültüre verdiği değeri açık bir şekilde göstermektedir. Molla Lütfi, Kemal Paşazâde, Müeyyedzâde Abdurrahman, Tâcizâde Cafer Çelebi, Sâdi Çelebi, İdris-i Bitlisî, Zenbilli Ali Efendi, Necati, Visali, Zâti ve Firdevsî gibi bir çok âlim ve şair onun desteğine mazhar olmuştu.

Bayezid Han sadece kendi ülkesinde değil, diğer İslam ülkelerindeki bilginleri de korur ve gözetirdi. Hirat’ta bulunan Molla Câmi hazretlerine ve Nakşibendî yolunun merkezi olan Buhara’daki dergahın şeyhine her sene beş bin akçe gönderirdi. Kendi şahsi mülkünden verdiği hediye ve sadakalar da bir hayli fazla idi. Molla Cami’yi ve Ubeydullah-ı Ahrar hazretlerinin oğlu Hâce Abdülhâdi’yi İstanbul’a davet etmiştir. Nitekim bunun üzerine İstanbul’a gelen Hâce Abdülhadi’ye çok hürmet ve iltifatlarda bulunup duasını almıştır.

Bayezid Han Avrupa’daki sanat hareketleri ile de ilgilenmiş, çeşitli vesileler ile bazı sanatçılarla temaslar kurmuştur. Leonardo da Vinci, padişaha yazdığı bir mektupta, Haliç ve Boğaz üzerinde birer köprü kurmaya hazır olduğunu bildirmişti. Bunun üzerine Michelangelo da İstanbul’a gelmek üzere teşebbüslerde bulunmuştu. Ancak bazı siyasi hadiseler bu gelişmelerin gerçekleşmesine imkan vermemiştir.Diğer ilim dallarının yanı sıra Osmanlı tarihçiliği de Bayezid Han’ın zamanında daha ileri bir safhaya ulaşmıştır. İdris-i Bitlisîye Farsça bir Osmanlı tarihi yazdırmıştır. Ayrıca onun adına pek çok eser de kaleme alınmıştır. Kendisine takdim edilen bütün eserleri okurdu. Değerli bulduklarını teşvik eder, dalkavukça, yaranmak için yazılmış eserlerin müelliflerine yüz vermezdi.

Sultan Bayezid daha Amasya’da iken Şeyh Hamdullah‘tan almaya başladığı hat derslerini hükümdar olduktan sonra da devam etmiş ve bu alanda üstadlık derecesine ulaşmıştır. Onun, Şeyh Hamdullah ile macerası ilme ve ilim adamlarına olan saygısını da çarpıcı bir biçimde yansıtmaktadır. Bayezid Han, babası Fatih’in vefatını müteakip İstanbul’da tahta geçip kardeşi Cem Sultan’la saltanat mücadelesine girişince hocası Şeyh Hamdullah ile irtibatı da kesilmişti. Şeyh de, Bayezid’in Amasya’yı terketmesinden sonra şehirde daha fazla kalamamış ve İstanbul’a göç ederek Saraçhanebaşı’nda kazasker hamamı karşısında her ikisi de kendisi gibi hattat olan hemşehrileri Celal ve Abdullah-ı Amasînin evlerinde ikamete başlamıştı.

Bir gün padişaha sunulmak üzere Şeyh’e yazdırılan bir arzuhal Bayezid Han’la hocasının yeniden buluşmasını sağladı. Kendisine sunulan arzuhali gören padişah yazının, uzun zamandır taht ve saray meselelerinden dolayı arayıp soramadığı, hatta ihmal ettiği hocası Hamdullah’a ait olduğunu bir bakışta anlamıştı. Şeyhin İstanbul’a gelmiş olduğunu sezerek, bu arzuhali yazan hattatın derhal bulunarak huzuruna getirilmesini emretti. Böylece hocası ile tekrar görüşen padişah, sarayının harem dairesi civarında bir meşkhane tesis ederek onu buranın muallimliğine ve aynı zamanda saray katipliğine tayin eylemiştir. O bundan sonra eserlerinin ketebesinde “Kâtibü’s-Sultan Bayezid Han”unvanını kullanmıştır. Padişah, sarayda hocasına sık sık uğrar, hat sanatıyla ilgili çeşitli sorular sorar, sohbet ederdi. Bir gün hazineden Yakut-ı Musta’sımi’ye (v.1238) ait yedi parça yazı çıkartıp hocasına göstererek:

“Bu tarzdan gayrı bir vâdi ihtira olunsa (vücuda getirilse/ortaya çıkarılsa) ne iyi olurdu” demişti. Şeyh de aylarca çalışarak yazıya çeşitli yenilikler ve güzellikler getirmiştir. Böylece o zamana kadar ki hattatların, hatta kendisinin bile tesiri altında yazı yazdığı Yakut ekolü son bulmuş ve Şeyh Hamdullah’ın yazı stili bir ekol olmuştur.

Şeyh Hamdullah yazıda çığır açan, ekol olan büyük bir hattattır, ancak onun meydana getirdiği binlerce paha biçilmez eserde II. Bayezid Han’ın teşvik ve desteğini de unutmamak lazımdır. Hatta çok zamanlar olmuştur ki koca padişah, hocası yazarken bizzat divitini tutmuş, eliyle de arkasını yastıklarla besleyerek rahatını temin etmiştir. Hocasına verdiği yevmiyenin dışında Üsküdar’ın semtlerinden Sarıgazi’deki iki köyün gelirini de tahsis etmiştir. Bunu çekemeyen bazı hasetçiler: “Yazıyı şeyh değil, Sultan Bayezid yazdı”diyerek ileri geri konuşmaya ve şeyhin aldığı paraları hak etmediğini söylemeye başlamışlardır.Bu dedikoduları haber alan Bayezid Han, bir gün ulema ve şeyhlerden büyük bir gruba ziyafet vermiş ve baş köşeye Şeyh Hamdullah’ı oturtmuştu. Bu duruma bazılarının kırıldığını ve gücendiğini hissedince, hocasının yazdığı bir mushaf-ı şerifi eline alarak hepsine tek tek gösterdi. Herkesin takdirlerini aldıktan sonra hocasını işaret ederek böyle değerli bir hattata şimdiye kadar hiç bir hükümdarın sahip olmadığını söyleyerek onunla iftihar etmiş, meclistekiler de bu sözü tasdik etmek durumunda kalmışlardır.

Bayezid Han bundan sonra orada bulunan ulemadan bazılarının yazmış oldukları eserlerden birkaçını üstüste koydurduktan sonra Şeyh Hamdullah’ın yazdığı mushafı göstererek bunu bu kitapların altına mı yoksa üstüne mi koymanın caiz olacağını sormuştur.Hepsi de “lâ yemessühü ille’l-mutahherun” (Ona temiz olanlardan başkası el süremez.) (Vakıa suresi, 79) buyurulan Kuran-ı Kerim’in üstüne başka bir kitap koymanın nasıl caiz olabileceğini, elbette onun en üstte konması lazım geleceğini belirttiler. Bunun üzerine Bayezid Han: Kur’an-ı Azimüşşan’ın kitâbetini bu zât kadar ihya etmiş bir fert yoktur. Onu bir mecliste ben nasıl baş köşeye oturtmam, demiştir.

Bütün bunlara rağmen II. Bayezid Han’ın hoş görülü ve açık fikirli olmadığı yönünde içi boş iddialar ortaya atılmaktadır. Bu iddialarına gösterdikleri tek delil, güya babasının Centile Bellini’ye yaptırdığı tablosunu saraydan çıkartıp sattırmasıdır. Oysa kime satmıştır? Kaça satmıştır? Ne zaman satmıştır? Bu sorularının cevabı hiç bir zaman verilememektedir. O tabloları satın alanlar çöpe mi atmıştır ki iki yüz yıl sonra bulunmuştur. Kaldı ki Bellini’nin tablosunu nerede yaptığı ve kime sunduğu dahi meçhuldür. Hiç bir belgeye ve bilgiye dayanmayan bazı faraziyeler, ne yazık ki günümüzde ilmî bir tenkit süzgecinden geçirilmeksizin gerçekmiş gibi kabul ediler hale gelmiştir.

II. Bayezid Han özellikle Memlük savaşlarında ortaya çıkan zaafiyetler üzerine orduyu; Endülüs’ten gelen imdat istekleri üzerine de donanmayı güçlendirme yolunda önemli adımlar attı. Yeniçerilerin sayısını artırdı. Ağa bölükleri kuruldu. Askeri yeni silahlarla techiz etti. Bilhassa topçu ve süvari teşkilatı ve top nakliyatı ciddi bir ıslahata tabi tutuldu. Donanmaya ehemmiyet verilerek yelkenli savaş gemileri yapıldı ve gemilere uzun menzilli toplar yerleştirildi. Bu faaliyetleri ile o, oğlu Yavuz Sultan Selim’in fasılasız cihad ile meşgul olmasını sağlamış, başarılarında büyük pay sahibi olmuştur. II. Bayezid Han mecbur kalmadıkça savaştan uzak durmaya gayret ederdi. Reayanın huzur ve sükununu temin ve onlara bir zarar ulaşmaması için devamlı İstanbul’da bulunmaya özen gösterirdi. Onun bu vasfı cihadı terketmek olarak algılanmış ve zaman zaman tenkide uğramıştır. Nitekim Kırım Hanı Mengli Giray kendisine gönderdiği bir mektupta: “Saadetlü, şevketlü, azametlü yeryüzü padişahı, iki dünyada Allah’ın halifesi hazretlerinin katına bendelerinin arzı budur ki, gaza kapısının kapanmasına ve cihadın yapılmamasına sebep olarak bir kavi hüküm bulunup vâkıf olundu ise yeri bize bildirile ki, kulunuz da onun hükmü ile hareket edeyim. Bâki ferman şânı yüksek padişah hazretlerinindir.”

Sultan Bayezid’in bu mektuba verdiği cevap düşünce yapısını göstermesi bakımından fevkalade önemlidir. Padişah mektubunda:

“Tarafınızdan gönderilen nâmede bizim uzlet köşesinde sükun ve feragat yolunu seçip, gaza ve cihadı terk ettiğimizi, bunun nass veya hadisde yeri var mıdır diye soruyorsunuz. Gerçekten yahşi (güzel) bir sual. Herkes tarafından bilinmektedir ki; cihad u gazaya emir, İslam dininin en baş yoludur. Sultanlara düşen de bu yolda bulunmaktır. Fakat geniş topraklarımız üzerindeki reaya ve berayanın hallerinden yalnız ben sorumluyum. Yarın Allah’ın huzuruna vardığım zaman; “Bayezid! Sana bunca iklîmleri ihsan idüp cümle ibaddan seni ihtiyar ve bir kaç günlük saltanatı ve hilafeti sana layık gördüm. Kullarım arasında nice benim emrimi icra eyledin ve ne tarîk ile adalet eyledin” deyu buyurdukta halim ne ola ve ne hal ile cevap virem diye düşünür dururum. Savaş için bir tarafa gidildiği zaman, insanlarda kötülüğe temayüllü hususiyetler bulunduğu için, yokluğumuzdan faydalanarak bir fitne çıkarabilirler. Bundan dolayı her hangi bir tarafa gitmemeyi ve nizam-ı memleket için yerimde oturmayı daha münasip buluyorum. Yine bundan dolayı gece gündüz bütün vaktimi halkın ahvalini tetkik ve işlerini görmeye harcıyorum, vesselam” demiştir.

İmar faaliyetleri

Sultan II. Bayezid dönemi Osmanlı ülkesinde imar faaliyetlerinin hızlandığı bir devir olarak göze çarpar. Bayezid Han’ın özellikle şehzadeliğinde Amasya’da, padişahlığında ise Edirne ve İstanbul’da inşa ettirdiği külliyeleri görenleri hayran bırakmaktadır. Osmancık, Geyve, Saruhan ve Boyabat’ta da hayratı vardır. Hoca Sadeddin Efendi onun bu güzide hayır eserlerini şöyle anlatmaktadır:

“Cömertliği, el açıklığı, kerem ve lütufdaki geniş yürekliliği söz edilemeyecek durumda olan II. Bayezid Han, Osmanlı tahtına oturmadan önce sancakbeyi olarak bulunduğu Amasya şehrini saltanata geçince unutmamış ve burada beldeye ayrı bir güzellik katan ırmağın (Yeşilırmak) kenarında güzel bir hayır eseri vücuda getirmiştir. Külliye safa ve neşe dolu parlak bir cami, zaviye, hangah, mektep, imaret ve büyük bir medreseden oluşmaktadır. Medresedeki öğretim üyesinin fetva verecek yetenekte bilgili bir kişi olması şart koşulmuştur.”

II. Bayezid Han tahta çıkışının üçüncü yılında Edirne’deki ünlü Bayezid Külliyesi‘ni yaptırmaya başladı. Dört yıl süren inşaat sonunda cami, imaret, medrese, tabhane, hamam ve darüşşifadan meydana gelen binalar hizmete girdi.

Külliyenin darüşşifa denilen hastanesi akıl ve ruh hastaları için tedavi yeri idi. Avrupa ülkelerindeki akıl hastaları şeytanla işbirliği içindeki kişiler olarak görülüp cezalandırılır hatta bazen diri diri yakılırken Osmanlı ülkesinde aynı dertten muzdarip olanlar, Bayezid Han’ın yaptırdığı şifa yurdunda yeşillik ve su şakırtılarına kuş nağmelerinin karıştığı muazzam güzellikte bir ortamda doktor tedavileri neticesinde yeniden sıhhate kavuşuyorlardı.

Evliya Çelebi bu güzel eseri şu ifadelerle anlatmaktadır:

“Adı geçen bağın ortasında, göğe baş uzatmış bir kagir yüksek kubbedir ki güya aydınlık hamam camekanı gibi tepesi açıktır. Bu açık yerde altı adet ince mermer sütunlar üzerinde Kiyanıyan Tacı gibi bir kubbecik vardır. San’atkar iş üstadı, bu küçük kubbenin ta tepesine hâlis altın ile yaldızlanmış bir çeşit demir mil üzerine bir bayrak yapmış, ne taraftan rüzgar eserse, o bayrak o tarafa döner. Garip görünüşlüdür. Ama aşağı büyük kubbe sekiz köşelidir. Bu kemerli kubbe içinde dahi sekiz kemer vardır. Her kemerin altında bir kış odası vardır. Bu odaların her birinde ikişer pencere vardır. Bir penceresi odanın dışında olan gülistanlı ağaçlığa bakar, diğeri de bu büyük kubbenin ortasındaki büyük havuz ve şadırvana bakar. Bu sekiz adet kış odalarının önünde yine büyük kubbe içinde sekiz adet yazlık odalar vardır.”

Darüşşifada lale, sünbül, karanfil, şebboy, yasemen, nesrin, deveboynu vs. gibi çiçekler bol miktarda yetiştiriliyordu. Bu çiçeklerin yalnız renkleri değil, kokuları da akıl hastalarının tedavilerinde olumlu sonuçlar veriyordu.Hastanede çok dikkatli bir gıda rejimi uygulanmaktaydı. Uzman tabiplerin kontrolü altında, hastaların durumuna göre kaz, ördek, keklik, sülün, üveyik ve tavşan etleri yedirilirdi. Darüşşifada tabiplerin, musikinin bazı hastalıklara iyi geldiğini özellikle zihni açma, hafızayı güçlendirme, heyecanlı hastaları sakinleştirme, sıkıntılı, durgun ve karamsar hastaları neşelendirmede etkili olduğunu belirtmeleri cihetiyle hastaların musiki ile de tedavileri yoluna gidilmiştir. Bu konuda yeterli bilgi ve deneyime sahip Darüşşifanın hekimbaşısı, hastalarına önce çeşitli makamlar dinletiyor, kalp atışlarının hızlanıp yavaşlamasını dikkate alarak uygun melodiyi belirliyordu. Ardından şikayetleri benzer hastaları bir araya getirerek Darüşşifanın musiki ekibine haftanın belirli günlerinde konser düzenlettiriyordu. Musiki ekibinde on adet erkek hanende ve sazende görev yapmaktaydı.Nihayet şadırvandan fışkıran suların çıkardığı sesler de, tedavinin önemli bir kısmı olarak hastayı huzura kavuşturmak amacıyla kullanılmaktaydı.

Kuruluş yıllarında her türlü hastanın bakıldığı darüşşifa, daha sonraki yıllarda sadece akıl ve ruh hastalarının tedavi edildiği bir merkez durumuna gelmiştir. Darüşşifa’nın başlangıçtaki kadrosunda, bir baştabip, iki tabip, iki göz mütehassısı, iki cerrah ve bir eczacı vardı. Bunların dışında yardımcı sağlık personeli ve idari görevli olarak on üç kişi daha çalışmaktaydı. Yatak kapasitesinin ise otuz iki olduğu tahmin edilmektedir. O dönemde en yüksek maaşı Darüşşifa’nın başhekimi, günlük otuz akçe ile almaktaydı. Bu, Osmanlı döneminde hastaneye verilen önemi göstermektedir. Tedavinin parasız olarak yapıldığı şifahanede, şehirdeki muhtaç hastaların ilaçları haftanın iki günü ücretsiz olarak temin edilirdi. Avrupalılar kuş seslerinin, su şırıltılarının, musikinin ve hele de çiçek kokularının tedavi için kullanılmasını Rönesans devrinde ve hastane tarihinde bir eşi daha olmayan Türk psikiyatrisi ve medeniyetinin eşsiz bir âbidesi olarak görmektedirler. II. Bayezid Han’ın İstanbul şehrinde yaptırdığı hayır kapılarından en güzelinin özellikleri ise saymakla bitirilebilecek gibi değildir. Hoca Sadeddin Efendi’nin ifadesiyle: Ol cenneti andıran cami ki safa ve muradı bir araya getirmede eşsizdir. Genişlik ve ferahlıkta örnek olup kurucusunun pak ve temiz niyetine işarettir. Ol ulu şehrin ortasında yapılmakla öğleden güneş batıncaya dek yeni yeni cemaatle dolup taşmaktan bir an bile geri kalmaz. Renkli nefis somakilerle öyle bir bezenmiştir ki iş bilen mimarlar dahi onu gördükçe hayran ve dembeste kalırlar. Yüksek duvarlarının mermerleri öyle parlatılmıştır ki namaz kılanların akisleri onlarda ayna gibi yansır.Safalı avlusunda akan şadırvanı tanıtmaya kalkarsam, kalemin şekerler saçan ağzından sular dökülür. Ol kevseri andıran selsebilin olukları hasretten susamışlar için şifa kaynağıdır. Yanıbaşında yaptırılan imaretteki bol ve çeşitli yiyeceklerden, her gün binden ziyade insan yararlanır. İştah verici yiyeceklerle dolu sofralar, kaseler söz ve yazıyla anlatılabilecek gibi değildir.

Medresesi ise ilimlerin derlendiği, bilgilerin aktarıldığı kutlu bir duraktır. Zamanın olgun, seçkin, yetenekli alimleri burada talebelere her çeşit dersleri vermektedirler.II. Bayezid Han’ın bunlardan başka daha nice yerlerde mescid, kale, köprü, han, hamam ve ribat gibi eserleri olup kimini temelden yaptırmış, kimini ise tamir ettirip yıkılmaktan kurtarmıştır.

Bayezid-i Velî

II. Bayezid Han son derece adil, merhametli, alim, takva ve hilm sahibi idi. Bu hasletleriyle “Bayezid-i Veli” olarak tanınırdı. Güzel hasletleri pek çoktu. Savaşlarda bir âdet edinmişti. Her seferden dönüşünde elbisesinde biriken tozları toplar ve bir kavanozda biriktirirdi. Yine bir harp dönüşü Bayezid Han elbisesini çıkartmış, üzerindeki tozları, büyük bir itina ile toplamaya çalışıyordu. Hanımı Gülbahar Hatun, merakla sordu:“Efendim, merakımı hoş görün, her cihad dönüşü o tozları niçin biriktirdiğinizi sorabilir miyim”? Padişah, tebessümle:“Benim senden gizlim yoktur Gülbahar Hatun. Bu tozların mezarıma konulmasını vasiyet edeceğim. Çünkü hadis-i şerifte, “Ayakları Hakk yolunda tozlananları Allahü tealanın cehennem ateşinden koruyacağı” buyurulmaktadır. İşte Hakk yolunda, kâfirlerle cihad ederken üstümüze bulaşan tozları bu yüzden topluyoruz. Vasiyetimizdir; öldüğümüzde bunları kabrime koysunlar.”Gerçekten de II. Bayezid Han, biriktirdiği bu tozlardan bir tuğla yaptırdı. Vasiyeti gereğince de bu tuğla, öldüğü zaman kabrine konuldu. Beyazıt semtinde yaptırdığı caminin açılışında yaşanan şu hadise de Bayezid Han’ın dini yönüne ışık tutmaktadır.

Kaynak: https://www.bilgipedia.org/category/padisahlar/
 


FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum