Göç / Prof. Dr. Öcal Oğuz

Göç / Prof. Dr. Öcal Oğuz
10 Mart 2020 - 14:53

GÖÇ

Sözlükler, ekonomik, toplumsal veya siyasal sebeplerle birey, aile, grup veya toplulukların bir yerleşim yerinden başka bir yerleşim yerine, bir ülkeden başka bir ülkeye gitmesi olarak tanımlıyor.

İnsan odaklı bu tanımdaki eksikliği, belki de “göçmen kuşlar” ifadesi ve bilenlerin diline hemen dolanı verecek olan “turnalar semahı”, Rıza Tevfik’in “uçun kuşlar uçun doğduğum yere” şiiri veya Barış Manço’nun “göç eden kuşlar gibi gidip gelir umutlarım/umudun ötesinde ne ola” şarkısı hatırlatacaktır. Hoş konu turna göçü ise, her şey sussa “allı turnam”, “gitme turnam” diye başlayan hüzünlü türküler susmaz.

Bazı yaban hayvanlarının, bazı balık ve böceklerin mevsim, iklim, yiyecek arayışı gibi nedenlerle göçlerini ise belgeselciler keyifli ve sıcak evlerimize getiriyor. Onların göçünü kâh bilim gibi kâh film gibi izliyoruz.

Göç, geniş anlamıyla yer değiştirme olunca, bu mahalleden ötekine taşınmadan, evden eve nakilden, Pir Sultan Abdal’ın “şu yalan dünyanın sonu hiç imiş/akşam gelip konan sabah göç imiş” diye özetlediği bu dünyadan ebedî âleme yolculuğa yani ölüme kadar pek çok yerde karşımıza çıkıyor.

Hicret ve muhaceret, göçün dilimize Arapçadan gelen diğer eş anlamlılarıdır. Türkçesi göçmen olan muhacir ise bu işin eskilerin ifadesiyle ism-i faili. Muhacir, ism-i faildir ama Dadaloğlu’nun “göç göç oldu göçler yola dizildi” mısralarının arkasındaki hikâye gibi can telaşıyla yapılan böylesi göçlerin failleri hep başkalarıdır.

Batı dilleri göç için “migration” diyor. Toplu göçler ise “exodus” olarak adlandırılıyor. Geçmişte ve günümüzde migrationdan türetilen o kadar çok siyasi veya hukuki kelime ve onların tanıklık ettiği o kadar acı ve hüzün vardır ki saymakla, yazmakla bitmez.

Tarihe geçen en büyük göç, sanırım kavimler göçüdür. Bu göçlerin daha güçlü olanın zayıf olanı yerinden yurdundan etmesi, iklim değişiklikleri, istilacı fikir ve inançlarına göre "bu topraklar benim olmalı" diyenlerin saldırıları gibi pek çok sebebi vardır. Kültürler arasındaki benzerlikleri bu göçe bağlayan pek çok kültür teorisi ortaya çıkmıştır.

Bir Uygur destanına göre hilebaz Çinlinin “tatlı sözüne, güzel kızına” kanan Türk hükümdarının Kutlu Kayayı başlık parası olarak Çine vermesiyle başlayan uğursuzluk, yokluklara, kıtlıklara ve toplu ölümlere yol açar. Dağların, taşların, kuşların “göç göç” diye inlemesiyle Türkler, yerlerini, yurtlarını terk ederek başka ülkelere göçerler, Göktürk kitabelerinin dediği gibi “kağanlı millet iken kağansız, devletli millet iken devletsiz” olurlar.

Bir hadisinde “sabit kalmayın, göç edin” diyen Peygamberimizin ve ona inanan Mekkelilerin Medine’ye göçü, hicri takvimi başlatmış, onlara evlerini açan Medineliler ise tarihe “ensar” olarak geçmişlerdir. Nitekim Suriye’den gelenlere Türkiye “sığınmacı” veya “misafir” gibi kelimelerle, bu hadiseye gönderme yaparak kucak açıyor. Bir de “iltica” ve ondan doğan “mülteci” kelimeleri var ki onlar konuyu uluslararası hukuka taşıyor.

Üç kıt'ada büyüyen Osmanlı, aldığı yerlere Türk nüfus yerleştirmiş, gidenler önceleri oralarda "göçmen" olarak anılmış, sonraları altı yüz yıl kök salmış, coğrafyayı vatanlaştırmış. Akıbetleri malum, Rus’u, İngiliz’i, Fransız’ı, Alman'ı, İtalyan'ı bir olmuş, buradaki Türk ahaliyi Balkanlardaki yerli komşularına milyon milyon kırdırmışlar, kalanlara ağır zulümler etmişler, göçenleri soyup soğana çevirip göndermişler. Yüzyıllar önce gittikleri eski yurtlarında “yeni göçmen” olmuşlar. Atalar, “üç göç bir yangının yerini tutar” demişler. Acaba onlarınki kaçıncı göçtü?

Öte yandan savaşta, mübadelede ve sonrasındaki çatışmalarda Türkiye’den göçürülen gayri müslimler de az acı çekmemişler yollarda ve gittikleri yerlerde. Hele onların arasında Türkçeden başka dil bilmeyen ancak gayri müslim oldukları için göçürülen veya Türkçe bilmedikleri hâlde Müslüman oldukları için Anadolu’ya sürülenlerin yaşadıkları dramlar ayrı bir mevzudur.

Konu göç olunca “yârim İstanbul’u mesken mi tuttun” diye dertlenen Eğinli kadının acısı ile “Almanya acı vatan” diyeninki aynıdır. Göç, ihtiyacı duyulan bir lokma ekmek veya özlemi duyulan daha iyi bir gelecek için yollara düşmektir.

Göç, her zaman toplu göçlerle veya sürgünlerle yaşanan dramın ve acının hikâyesi değildir. Bazen fırsatlar ve menfaatler onunla kol kola girerler. Mesela fakir ülkelerin iyi yetişmiş insanlarını zengin ülkeler iyi bir maaş ve iyi bir gelecek sunarak veya vaat ederek alırlar. Kısacası sizin yetiştirdiğiniz üstün zekâlı çocuklar, “beyin göçü” ile elinizden uçup giderler. Nitekim İbn-i Sina, “ilim ve sanat takdir edilmediği yerden göç eder” diyerek, göçün bu yönüne asırlar önce dikkat çekmiştir.

Göç, göçebe için hayat tarzı, yayla ile kışla arasındaki göçler ise hayatlarını hayvanlarına, sürülerine bağlayanların umutları ve mutluluklarıdır. Öyle olmasa “cefa istersen ek biç, sefa istersen kon göç” atasözü söylenir miydi? Bayburtlu Zihni’nin “vardım ki yurdumdan ayak göçürmüş/yavru gitmiş ıssız kalmış otağı” diye anlattığı göç, Karacaoğlan’ın peşinden gittiği güzelin yayla göçü müydü, yoksa bir savaşın ağır tahribatının tasviri miydi?

Sanayileşme, kentleşme gibi nedenlerle boşalan köyler, kapanan kapılar, tütmeyen ocaklar hüzünlü göç hikâyeleri barındırırlar. “Asri gurbet harap etmiş köyümü/bülbül gidip baykuş konmuş gel hele/ben ağayım ben paşayım diyenler/kapıları kitlemişler gel hele” diyen türkü gibi… Göç, “terziye göç demişler, iğnem başımda demiş” sözü kadar kolay değildir.

Göç bazen “göçük” olur, adeta yerin yedi kat altında ekmek arayan madencinin acı haberinin adı olur. Bazen depremin, selin, karın yıktığı evlerin enkazıdır göçük, eller umutları kazar, bir sesin, nefesin izinde.

İyisi, güzeli olsa da göçler acı hikâyelerdir çoğu zaman. Öyle olmasa uluslararası toplum, farkındalık ve empati yaratmak için Dünya Göçmenler Günü ilan eder miydi? Keşke bütün göç nedenleri, etrafı yaşanmaz hâle getiren “köy göçüren” bitkisi kadar başa çıkılabilir cinsten olsa.

Prof. Dr. Öcal Oğuz

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum