Esma KAVAK:GÜN BATIMI NEMRUT’TA BİR BAŞKAYDI

Yolculuğumuz sıcak çayımızı yudumladıktan sonra dayımın hayda bre! Kalkalım nidalarıyla başladı. Bu ses beni hem ürpertmiş hem de heyecanlandırmıştı.

Esma KAVAK:GÜN BATIMI NEMRUT’TA BİR BAŞKAYDI
16 Kasım 2011 - 09:38

Yolculuğumuz sıcak çayımızı yudumladıktan sonra dayımın hayda bre!  Kalkalım nidalarıyla başladı. Bu ses beni hem ürpertmiş hem de heyecanlandırmıştı. Gideceğim yerin görkemini zihnimde oluşturmaya çalışıyorum fakat bir türlü onu tam olarak hayal edemiyordum. Bu durum beni daha da sabırsızlandırmıştı. Biran önce gidebilmek için, içinde fotoğraf makinemin de bulunduğu çantamı kapıverdim. Oranın hiçbir muazzam karesini kaçırmak istemiyordum.

Yolculuğa koyulduğumuz sıra da arabada ki sıcak ve kuru hava beni epey bunaltmıştı. Bende tek çözümü pencereye asılmakta buldum. Yüzümü narince öpmeye çalışan sert bir havayla karşılaştım. Oranın ikliminden kaynaklanıyor olsa gerek. Cildim kurumuş hatta yüzümün bazı bölgelerinde soyulmalar bile olmuştu. Ben çevreyi seyrededururken dağın girişi sayılabilecek bir arazide arabamızı durdurdular. Neye uğradığımı şaşırmıştım. Turist olup olmadığımızı sordular. Dayım ise hemen kimliğini çıkarıp oranın yerlisi olduğunu söyledi. Daha sonra bunu ücret vermemek için gerekli olduğunu anlattı bana. Meğersem turistler ülkemizin harikulade manzaralarını seyredebilmek için bir miktar para ödüyorlarmış. Son olarak devam edebilirsiniz laflarını işitince yola tekrardan koyulduk. Bu ilerlediğimiz yol şimdiye kadar kat ettiğimiz yollara hiç benzemiyordu. Daha çok sahra çöllerinde menderesler çizer gibi hareket ediyorduk.

 Biz tepelere yaklaştıkça ben büyüleniyor, adeta o topraklarda savrulmak istercesine kafamı pencereden dışarı sarkıtıyordum. Genişçe bir yolda sabırsızlıkla dünyanın yedinci harikasına ilerliyordum. Kum saatini andıran tepelerden akıp gidecekmişçesine koltuğuma sımsıkı tutunuyorum. Kuşlarla bir olup uçuyor, yükseldikçe yükseliyorum. Zaman durmak istiyor akışını kesiyor ben daha da sabırsızlanıyordum. Susamış bir bedevi gibi gün batmadan oranın seyrine dalmak, kendimden geçmek istiyordum. Çünkü duyduğum kadarıyla oranın büyüsü gün doğup, batarken tutuyormuş. Dağın arka tarafına geçtiğimizde hiç beklemediğim bir manzarayla karşılaştım. Tam karşımızda pansiyonu andıran küçük bir otelle karşılaştık. Bu otel de nesi diye atıldım ortaya. Sabırsızlanma diye çıkıştı kuzenim.  Arabadan indikten sonra ayaklarım yerden kesilecekmiş gibi hissettim. Rüzgâr beni bir o yana bir buyana savurmaya çalışıyor, ben direndikçe de şiddetini arttırıyordu. Gözüm daha ilerisini kesiyor fakat o fotoğraflarını gördüğüm heykelleri bulamıyordum.

Burası olamaz herhalde diye düşünmekten kendimi alamıyordum. Az ileride katırların olduğu bir alana yöneldik. Dayım kim eşeğe binmek ister diye sordu. Yolumuz epey uzuncaymış fakat ben buna cesaret edemeyerek yürümeyi tercih ederim diye mırıldandım. Kuzenim katır isteyince oradaki adamlardan biri üzerine binmesinde yardımcı oldu ve bitti sandığım maceraya hız kesmeden devam ettik. Yol inişli çıkışlı, dağ yamaçları keskin ve tırmanma gerektiriyordu. İlk beş metreyi rahatça çıkmış olsam da bu tırmanış iflahımı kesmişti. Soluklanmak için durmama fırsat vermiyorlardı. Katıra binmeyi de göze alamıyordum. Keskin yamaçlardan ilerliyorduk. Ayağın sendelemesi ihtimalini göz ardı edemezdim. Çıktığımız yol yokuşlu ve taşlarla doluydu. 

Pek çok turistle aynı yola baş koymuş ilerliyorduk. Yol bitmek bilmiyor, ben kat ettikçe artıyordu. Bir an yeter! Dedim ve oracıkta oturdum. Dayım gülerek bu kadar mı dayanıklısın kız diye alay etmeye başlayınca iş inada bindi ve bir hırsla ilerlemeye devam ettim. Gidiyordum gitmesine ama ayaklarımda derman kalmamış, ruh gibi ilerliyordum. O kadar umutsuzca ilerlemişim ki yol boyunca geldiğimizi ancak kafamı kaldırdığımda anlayabildim. Şükür secdesine yatar gibi oracıkta yığılıverdim. Her yer toz topraktan ibaret, rüzgârın kılıcıyla çarpışıyorduk.  Son bir gayretle kalkıverdim ayağa ve heykellerin olduğu kısma yöneldim. Heykellerin olduğu kısmı karantinaya almışlardı. Yakınından fotoğraf da çektiremiyorduk. Ben de anın tadını çıkarmaya karar verdim. Bir yanda hayretle heykellere bakıyor, diğer bir yandan da kat ettiğimiz mesafenin büyüklüğünü anlamak için yokuş aşağıya bakıyordum. Birden başımın döndüğünü fark ettim... Bunca uğraş bunun için mi diyemiyordum çünkü başımın dönmesi yükseklikten değil, oranın ihtişamından kaynaklanıyordu. 

Biran tarih tekerrür etmiş, yaşamıştım yeniden sanki oralarda olup biteni. Tur rehberleri oranın görkemli hikâyesini anlatıyor, dünyanın en büyük hazinesinin bu dağın altında gömülü olduğunu söylüyordu. Ben de dayanamadım ve konuşmasını bölerek maden o kadar zenginlik yatıyor buranın altında neden kazmıyorlar ki diye bir soru attım ortaya. Tur rehberi ise gülümseyerek, bu bir varsayım kızım dedi. Orayı incelemek için yüzyıllar geçirmiş, günümüze kadar ulaşmış bu eserleri bir kenara atamayız diye duruma açıklık getirdi. Her şey kafamda daha da netleşmişti.

Tuhaf şapkalı insanlar görünümdeki heykeller, şahin kafaları, pos bıyıklı adam görüntüleri kafama iyice kazınmıştı. Aradan yarım saat geçmesine rağmen ilk bakıştaki heyecanı soluksuz bir şekilde yaşıyordum. Bu bambaşka bir duyguydu. Onları seyrededururken kendimi bile unutmuştum. Havanın kararmaya başladığını sezince fotoğraf makinemi de elime alıp bu hazzı ölümsüzleştirmek istedim. Gerçekten de dedikleri kadar vardı. Gün batımı Nemrut’ta bir başkaydı. Anlatılmaz yaşanır bir serüvendi benim için Nemrut. Sizlere de tavsiyem gezin görün derim ben.13/11/2011 Esma KAVAK

 

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum