Emekli Büyükelçi Bilal N. Şimşir ile Söyleşi / Yazar: Kenan PALALI

Emekli Büyükelçi Bilal N. Şimşir ile Söyleşi / Yazar: Kenan PALALI
07 Aralık 2019 - 17:03 - Güncelleme: 07 Aralık 2019 - 17:16

Emekli Büyükelçi Bilal N. Şimşir ile Söyleşi / Yazar: Kenan PALALI

Emekli Büyükelçi Bilal N. Şimşir: “RUMELİ’DEN ANADOLU’YA DALGA DALGA GELEN GÖÇLER AYNI ZAMANDA İSTİKLAL SAVAŞI’NIN YAPILMASINI DA KOLAYLAŞTIRMIŞTIR”

-Hocam; Balkan Savaşlarının 100. yıldönümü dolayısıyla Türk Yurdu dergisi özel bir sayı çıkarıyor. Ülkemizin akademik ve aydın camiası içerisinde, Balkan Savaşları ve Balkan göçlerindeki en detaylı çalışmaları yapanlardan biri de sizsiniz. Bize bu kapsamda, Balkanların bizler için anlamını ve 1912’ye gelinceye kadar olan süreci bir özetleyebilir misiniz?

- Balkan ve Rumeli kelimelerini, kavramlarını eş anlamda kullanıyorum ben. Balkan; Türkçe bir isim, Türkmenistan’da Balkan Dağları var, atalarımız oralardan gelmiş, Anadolu’dan geçmiş ve oralara yerleşmişler. Bütün dillere, Balkanlar, Balkan Yarımadası, Balkan ülkeleri, Balkan devletleri, v.s diye geçmiş.

Rumeli kelimesi ise Roma imparatorlarına izafeten verilmiş ve yerleşmiş bir isimdir, bizde çok yaygın olarak kullanılır. Yunanlılarla alâkalı değildir.

İran’dan bakınca Anadolu’da Rumeli’dir, Diyarı Rum’dur. Mesela Mevlana Celalettin Rumi Konyalı, suyun öte tarafına hiç geçmemişler, ama Rumi soyadını almışlar. Yani Anadolulu olduğu halde Anadolu’nun göbeğinden olduğu halde Rumi lakabını taşıyor.

Bunları şunun için söylüyorum, bizim devletin diğer imparatorluklardan farklı olarak merkezi kısmı, metropol toprakları veya kalpgâhı, ne derseniz deyin Anadolu ve Rumeli üzerine kurulmuştur.

Öteki imparatorlukların, Avrupa imparatorlukları mesela metropol toprakları İngiltere’dir, ama imparatorluğu deniz aşırı ülkelerde Hindistan’da, vesaire yerlerdedir. İsmi öyle değildir ama bizim metropol toprağımız da Marmara’nın doğusu Anadolu, Batısı Rumeli’dir.

Türk nüfusu yani devletin kurucu unsuru, devletin gerçek sahipleri bu coğrafyada bu bölgede yoğunlaşmıştır. Mesela Arap Yarımadası’na Türk nüfus yerleştirilmemiştir. Türkler Rumeli’de, Balkanlarda da Tuna’nın ötesinde yerleştirilmiştir. Ama Tuna’dan berisi 500 yıldır vatan yapılmıştır, Ancak yapılan iki, üç darbe üst üstte bu Rumeli’yi orta yerinden koparıp, almış götürmüştür.

Birinci darbe 1820 ile 30 yılları arasında Yunan ayaklanması, arkasından Rus savaşı olmuş ve 47 bin kilometre karelik bir parça koparılmıştır güney ucundan. Buradaki Türklere hayat hakkı tanınmamıştır. Çünkü kurulan devlet felsefi olarak etnik esasa dayanan bir devlettir, burası, Yunanlılarındır deniyor Yunan olmayanlar ne olacak? Yunan olmayanlara burada hayat hakkı yoktur, en aşırı felsefe budur, yani fikir bu. Hiç bir yerde bu fikri tam yüzde yüz gerçekleştirmiş bir yer yoktur, ama fikir bu.

Mora eyaletinin merkezi Tripoliçe’de 35 bin Türk vardı. Bunlar, asker de olmadığı için kalelere sığındılar ve Yunan ayaklanması dolayısıyla Avrupa’dan bir yığın Yunan severler diye Helenler koşuştular oraya, fiilen katılıyorlar savaşa. Bunların gözleri önünde, bu insanlar açlıktan öldürülmeye başlıyorlar kalelerde. Sonra bir anlaşma yapıldı güya, Avrupalı gözlemcilerin de önünde. Teslim olurlarsa silahsız teslim olurlarsa bağışlanacaklar dendi. Teslim oldular, fakat yine de bağışlanmadılar.

Türkleri kılıçtan geçirdiler, yalnızca 160 kişi kurtulmuş. Mora Yarımadası’nın doğusunda upuzun bir ada vardır, dalgakıran gibi bir ada, bu ada tarıma elverişli bir adaydı, burası silme Türk’tü, bunlardan hiç kimse kalmadı. Bir Yunan ihtilalcisi, “Ben yalnız tek başıma 90 Türk öldürdüm” diye övünüyor. Yani kısacası Mora’dan, ancak çok varlıklı kişiler, külliyetli miktarda fidye vererek hayatlarını kurtarabildiler. Bunlar Mısır üzerinden İstanbul’a döndüler. Bunlardan bir tanesi mesela Hamdullah Suphi Tanrıöver’in dedesi Abdüllâtif Suphi Paşa sülalesidir.

Berlin Antlaşması Rumeli’yi parçaladı ve Bulgaristan Prensliği kuruldu. Ardından Karadağ, Sırbistan ve Romanya bağımsız oldu. Daha sonra güneyde Balkan sıra dağlarıyla, Rodop Dağları arasında kalan bölgede Doğu Rumeli Vilâyeti kuruldu, imtiyazlı bir vilayetdi. O da 35 bin kilometre karelik bir bölgedir ve bir milyon nüfus vardır. Yani padişaha bağlı vilâyeti şahane dedikleri 6 vilâyet kalıyor elimizde, bunlar; Edirne, Selanik, Manastır, Yanya, İşkodra ve Kosova…

- Türk nüfus ne kadardı?

- Beş milyon kadar nüfus var. Bunlar için Berlin Antlaşması’nda bir madde konuyor; 23. madde. Fakat çok dikkate değer bir ayrıntısı var bu maddenin; Rumeli’de elimizde kalan 6 vilayet ile beraber 6 Anadolu vilayeti için de bir madde konuyor. Bunlar da Erzurum, Van, Bitlis, Diyarbakır, Elazığ ve Sivas vilayetleri. Bunlarla ilgili reform yapacaksınız deniyor Berlin Antlaşması’nda, tabii Osmanlı Devleti’ni tehdit ederek.

Şimdi Berlin Antlaşması’nın öteki maddeleri çok okunur siyasi ilimlerde, fakat bu maddelere pek dikkat çekilmez. 40 yıl diplomaside kaldıktan sonra bunların künhüne daha iyi varıyorum. Tabi bu madde konduktan hemen sonra mesajı alıyor Anadolu’daki Ermeniler, Rumeli’de Bulgarlar ve Makedonlar. Her ikisi de eş zamanlı olarak 1890’larda ikişer komite kuruyorlar, daha doğrusu çete diyelim. Birisi Ermenilerinki Taşnak ve Hınçak, Rumeli’de de Makedonya ve Edirne çeteleri. Birisi Sofya’da birisi Selanik’te. Ve bunlar 1890’lardan başlayarak Rumeli’de ki 6 vilayetimizi kana buluyorlar, yapmadıkları zulüm, yapmadıkları işkence, katliam, baskın, kalmıyor. Bunları Bulgarlar silahlandırıyor müthiş, sıkıyı görünce Bulgaristan’a kaçıyorlar, şimdi PKK’lıların Irak’a kaçtıkları gibi, Kandil’e kaçtıkları gibi… Bunlar reform diye başladı, ilk önce. Hatta arkasından özerklik diye başladılar. Tabii o tarihte demokratik muhtariyet demiyorlar, ama muhtariyet diyorlar. Fakat gizli tüzüklerinde bağımsızlık diyorlar, bugüne çok benziyor o dönem.

Bulgarların hedefi, emeli Velika Balgaria, büyük Bulgaristan.

Bu, Bulgar büyük emeli Çatalca’ya kadar saldırılar düzenliyor, Silivri’ye kadar diyelim daha iyi akılda kalsın. Ve Balkan Savaşı bunun için yapılıyor. Bu kemikleşiyor, 20 küsur yıl devamlı kan gövdeyi götürüyor. Sonunda Rusya’nın inisiyatifiyle, bu Balkan devletlerini birleştiriyorlar bir ittifakta. Çünkü daha önce bunlar ayaklanıyorlar, ama Osmanlı’ya savaş açmaya cesaret edemiyorlar ve Yunan ayaklanmasında, Bulgar ayaklanmasında olduğu gibi bu defa Rusya da müdahale etmiyor, “Siz artık reşit oldunuz, kendi başınızın çaresine bakın” diyor. Fakat tek başına Bulgaristan Osmanlı’ya savaş açamıyor, tek başına Yunanistan da savaş açamıyor. Ve aralarında aynı topraklar üzerinde iddialar, Yunanlıların ideası var Megalo İdea’sı. Sırpların da iddiası var. Ve bunlara diyorlar ki “Siz ilk önce bir ittifak yapın Osmanlı’ya karşı savaşa girin, ondan sonra aranızda anlaşırsınız, bu paylaşımda” ve böyle oluyor.

Ve şaşılacak derecede bizim ordu bir ay içinde bozuluyor. Üç tane kalede kalıyor bizim ordu. Bir tanesi Edirne Kalesi, Şükrü Paşa muhasara altında. Fakat Edirne direniyor. Yanya Kalesi, İşkodra Kalesi bu üç kale direniyor, ötekiler bir ay içinde çözülüyor.

Orada bir ayda bozulan aynı asker, üç yıl sonra Çanakkale’de harikalar yaratıyor, yedi yıl sonra Anadolu’da destan yazıyor, aynı asker. Fakat yönetim değişmiş, asker aynı. Yani demek ki, iyi yönetilemedi o zaman, iyi idare edilemedi.

Şimdi bunun ötesinde bizim bilmediğimiz, bizim kitapların pek yazmadığı bir taraf daha var, Balkan Savaşı’nın bir ikinci katı var. Yani bir büyük Balkan askerlerinin savaşı, bir de çetelerin sivil halkla savaşı var. Bu ciddi bir olaydır ve biz bunu yeterince yazmadık, araştırmadık. O Balkan Savaşı’nın geçtiği 6 vilayette 20 tane yabancı konsolos var, hiç birinin arşivlerine girmedik. O belgeler duruyor orada, çıkaralım araştıralım, görün.

Tabi bu savaş bildiğimiz türden bir savaş da değil çünkü hiçbir bir hukuku yok. Mesela normal savaşta esir aldığını öldüremezsin, silahsız insanı öldüremezsin ve teslim olan insanı öldüremezsin. Çetecilerin böyle bir hukuka itibarı yok, onlar istediğini yapıyor, istediğini katledebiliyor, istediğini öldürebiliyor. Ve bunlar sistematik olarak katliamlar yapıyorlar, soygun yapıyorlar, yağmalama yapıyorlar. Yangın, ırza geçme, her türlü melanet var.

Şimdi bizim devlet çırpınıp kalıyor, bir araştırma komisyonu kurulsun diyor, oralı olmuyor kimse. İstanbul’da kendi kendimize bir komisyon kuruyoruz, bunları dünyaya duyurmak için. “Balkan Müttefiklerinin Mezalimi Neşr-i Vesaik Cemiyeti”, böyle bir cemiyet kuruluyor İstanbul’da ve Balkan müttefiklerinin Mezalimi Neşr-i Vesaik Cemiyeti, yani belgelerini yayımlama derneği gibi, böyle bir özel şey.

Burada, hep Balkan Savaşı’yla ilgili zulüm haberlerini, raporlarını epeyce derliyor ve Fransızca yayımlıyor bunları.

Bulgar ile Sırp, bilmem Bulgar ile Yunanlı birbirlerine düşünce, bunlar kendi aralarında katliamlara başlıyorlar. O zaman Avrupa devletleri harekete geçiyorlar, onlar da bir araştırma komisyonu kuruyorlar. Upuzun bir adı var “Balkan Savaşlarının Sebepleri ve Nasıl Yapıldıklarını Araştırmak için Uluslararası Komisyon”. Arkasındaki Musevi sermayesi olan Carnegie Barış Vakfı bunu destekliyor. Üyeleri: Avusturya, Fransa, Almanya, İngiltere, Rusya ve Amerika Birleşik Devletleri’nden birer, ikişer, üçer kişilik üyeleri var. Tabii büyük devletler grubu bunlar. Büyük devletlerden yalnız İtalya yok, onun da sebebi, güya İtalya’yla biz yeni savaştan çıkmışız, hatta Balkan Savaşı çıktığı zaman daha İtalya’yla barış yapmamış o durumda, yani Libya’da savaşıyoruz. a İtalya’yı kabul etmez Türkler, uygun bulmaz, bu bizim düşmanımızdır, dolayısıyla bunun hazırlayacağı raporu biz kabul etmeyiz diye. Ama bunlar da tarafsız değil bize karşı.

Ben o raporları gördüm Fransızcası da var, İngilizcesi de var. Amerika’da da yayımlandı, Fransa’da da yayımlandı, ben onları inceledim. Bunları da bizim komisyonun yaptıklarını da inceledim, tarafsız değil bence. Çünkü Balkan Savaşı’nın Balkan Hristiyanlarının kurtuluş savaşı olarak değerlendiriyor. Ve yürekten bunu destekliyorlar.

İkincisi, daha geniş bir perspektifle Türklerin Avrupa kıtasından atılması, Türklerin bitirilmesi olarak görüyorlar. Asırlardır bunun için çalıştılar. Bizim çok daha araştırma yapmamız lazım, kitaplara girmemiş yerleri de raporlara girmemiş olanları da çıkarmamız lazım. 100. yıl geçti çok başka havalardayız.

Bütün bu olanların asıl sebebi, kaynağı, Berlin Antlaşması’na konan 23’ncü madde. Yani, bunlar çeteleri uyandırdı. Hatta Ermeniler bunu açıkça söylerler. Diyorlar ki “Avrupa devletleri bize bir altın madeni verdi. Bu madeni çıkarmak bize düşüyor. Biz gayret edelim. Yani bize yolu gösterdi, yönlendirdi, işte size o reform diye, arkasından özerklik diye bağımsızlığın yolunu açtı bize, ama bize de çalışmak düşüyor.” Fikir budur. Yani, kurgu büyük beyinden gelmiştir, bunu not etmemiz lazım, bilmemiz lazım.

        - Payitahtın uyuduğundan bahsettiniz, temel sebebi bu mudur, Balkan Savaşları kaybının? Bir de günümüzde yapılan yorumlarda bütün suçu alıp İttihatçılara yüklemek gibi bir moda var, onu ne kadar doğru buluyorsunuz?

        - İttihatçılar, Balkan Savaşı’nda tam iktidarda değildi. Ondan sonra iktidara geldiler. Yani ittihatçılar devirdiler iktidarı, fakat kendileri iktidara geçmediler. Yani esas büyük kabine vardı, bunlar ittihatçılar değildi. Balkan Savaşı’nı biraz bilmek, bilerek konuşmak lazım. Böyle maddi hata yapmamak lazım, yorum yapmadan önce, ilk önce maddi hata yapmamamız lazım. Yani, 1915 olaylarında İttihatçılar vardı, evet, ama 1912’de ittihatçılar tam iktidarda değillerdi. Ancak buna rağmen irade kullandılar şöyle ki; birinci büyük kabine yaşlı kabine, I. Balkan Savaşı sonunda barış anlaşmasını kabul etti. Bu barış anlaşması nereden geçiyor biliyor musunuz? Midye-Enez hattından. Yani Trakya gidiyor, Edirne Bulgaristan’a kalıyordu. İttihatçılar deli dolu oldukları için gittiler darbe yaptılar kabineye saldırdılar, ondan sonra Edirne’ye yürüdüler ve Edirne o sayede bizde kaldı. İttihatçılar da böyle insanlardı insaflı olmak lazım…

        Balkan Savaşı’nda ittihatçılar arasında donanma komutanı, daha doğrusu gemi komutanı Hüseyin Rauf Bey var. Bize teselli oldu, bir anlamda. O gemiyle tek başına çıktı, dolaştı Akdeniz’de, Ege’de. Kahramanlık gösterdi ve onunla teselli bulduk.         

        Bakın bir nokta daha burada önemli, ben çok önemsiyorum, bakın not edin. Bu tarihlerde yani Balkan Savaşlarından önce, Balkan Savaşlarından sonra, Balkan Savaşları döneminde, 19. yüzyılın son çeyreğinde, ilk çeyreğinde, vesaire Amerika’ya kitle halinde göçler var. Amerika her yıl ortalama 1 milyon göçmen alıyor, Avrupa’dan veya başka yerlerden, ama özellikle Avrupa’dan. Ve Balkanlardan da göçmen gidiyor. Her yıl Yunanistan’dan 20-30 bin Yunanlı Amerika’ya göç ediyor, Selanikli. Ancak bir tek Türk Amerika’ya göç etmeye kalkmıyor, bakar mısınız bağlılığa, çok önemli.

Çünkü şöyle düşünüyorlar; vatan nereye çekilmişse ben oraya gidiyorum, devlet nereye çekilmişse ben oraya giderim, bayrak nerdeyse ben oraya giderim, asker neredeyse ben oraya giderim. Çünkü ben bu devletin kurucusuyum, ben bu devletin sahibiyim, ben devletsiz yaşayamam ve ben yalnız kendi devletimde yaşarım. Batı Türkleri özellikle işte Selçuk, Osmanlı Türkleri, Doğu Türkleri biraz yabancı boyunduruğuna düşmüşler, ama Batı Türkleri hiç yabancı boyunduruğuna düşmemişler tarih boyunca. Ben kendi devletimde yaşarım, ben Amerika’ya, İngiltere’ye, Fransa’ya, şuraya, buraya göçmem. Yani ben merkezde yoğunlaşırım. Ermeniler daha 1840’lardan beri misyonerlerle Amerika’ya, tutuyor elinden Amerika’ya geçiyor. Yani adam merkez kaç eğilimli. Yunanlı da öyle...

        Lozan Antlaşması’nı imzalamadan önce, Ocak 1923’de Mübadil Anlaşması yapıldı. Yani Türkiye’deki Rumlar Yunanistan’a, Yunanistan’daki Türkler –Batı Trakya hariç, İstanbul durumları hariç- bunlar karşılıklı değiş tokuş edilecek. Bu barış yoluyla yapılan, işte iyi kötü malları, mülkleri de dengelenen, bir anlaşmadır. Ama iyi bir anlaşmadır o şartlar içinde. Öteki göçlerde, onlar fiili göç, zoraki göç, kırılarak, öldüren göçlerdir ve malı, mülkü gözü görmeyen göçlerdir.

Şimdi bu 1934 yılında, İçişleri Bakanı bir bilgi sunuyor bizim Meclise. Diyor ki “Romanya’da hala 400 bin Türk. Yugoslavya’da 800 bin Türk, Bulgaristan’da 1 milyon Türk” var. Ne ediyor, 2 milyon 200 bin etti. Buna bir de 150 bin kadar da Batı Trakya’da, bu Yunan Batı Trakya’sındaki Türkleri kat, 2 milyon 350 bin Türk ve bunları bir plan, program çerçevesinde yurda almayı düşünüyor. Toplam nüfus 16 milyon yani Türkiye nüfusunun yüzde 22’si Rumeli’de hala, o bütün kırımlara, katliamlara rağmen.

Ve bir şey daha söylüyor, “1950 yılında Türkiye nüfusu 30-35 milyon kadar olacak” diyor. 1935 yılında Türkiye’nin nüfusu 16 milyon. Bunu Büyük Millet Meclisi’nde söylüyor. Dışarıda da yankı yapıyor bu. Dışarıda şunun için yankı yapıyor, Sevr Anlaşması’nı imzalayan insanlar Türkiye’de 7 milyon insan kaldı diye hesaplamışlar. Bu 7 milyon insanı da Anadolu’yu parçalarız oraya, buraya, birazını Ermenistan’a, birazını şuraya, birazını Yunanistan’a dağıtırız. Şimdi nüfus sayımında 13 milyon çıkmış, bunlar irkilmişler “Ya 7 milyon dedik, 13 milyon çıktı. Şimdi 16 milyon olmuş. Ve 15 yıl sonra da 30-35 milyon olacak” diyor. İsviçre gazetelerinde bile yankıları var bunun, ben gördüm arşivlerde. Araya II. Dünya Savaşı girmeseydi, belki o kadar olmazdı ama yaklaşırdı. Ben üniversiteye 1953 yılında girdim, 53 yılında 23 milyondu Türkiye’nin nüfusu, şimdi 75 milyon oldu, belki geçmiştir. Yani son 50 yılda 50 milyon arttı. İrkiliyor dünya bizimle. Çünkü biz büyük milletiz, başkaları azalırken biz büyümüşüz.

Yani bizim Rumeli Türklerinin hiç değilse 30’lara kadar, 50’lere kadar, 60’lara kadar, 70’lere kadar, şimdi tam son durumlarını bilmiyorum, belki kafaları karışık. Anadolu’dan başka yeri düşünmüyorlar göç için. Bu vatana dönmektir, sılaya dönmektir ve devletine kavuşmaktır. Fakat o kavuşmak kolay da olmuyor, hem o ülkelerin kanunları hem bizim kanunlar böyle birtakım barajlar koyuyorlar. Yani, açsan sınırları, iki milyon kişi doluşur Anadolu’ya. Ekonomiyi de allak bullak eder, yani nasıl kalkacağız üstünden. Onun için Cumhuriyetin ilk dönemlerinde yıkıntıya sebep vermeden 15-20 bin mesela Bulgaristan’dan o kadar alıyor, Romanya’dan, Yugoslavya’dan azar azar alıyor ve ona göre iskân ediyor ve sarsıntı yaratmıyor.

Ama ondan sonra işler değişiyor. İşte ilk darbeyi Bulgarlar yaptı, Bulgarlar da korkarlar Türklerden çok fazla oldu diye. Yüzde 14 Türk nüfusuydu, bilmem şimdi ne kadar. 1950 yılında bir nota verdiler bize, “3 ay içinde 250 bin Türk alın” diye. 1950 yılında böyle bir büyük göç dalgası var. Ondan sonra zınk diye durdu 1950 yılının sonunda 1951 yılının Kasım’ında. Sonra 1968 yılında yeni bir göç, 10 yılda 130 bin kişi geldi.

- Balkanlarda yaşanılan Müslüman katliamları çok yer tutmasına rağmen sizin de söylediğiniz gibi gerek Osmanlı, gerekse Türkiye Cumhuriyeti, bu katliamları uluslararası camia neden taşıyamamıştır?

- Yani şimdi 1950-51 göçünü her tarafa duyurmuşuz mesela. Ve yardım istemişiz. Bütün dünyadan iyi kötü yardımlar gelmiş ta İsveç’ten Mısır’a kadar. Bilmem Japonya’dan Amerika’ya kadar duyurulmuş. Yani Bulgaristan’ı teşhir ettik biz, Bulgaristan’ı mat ettik o konuda.

Ondan sonra bu isim değiştirme olayında da bizzat ben büyükelçiydim, beni çağırdılar bir broşür yayımla diye. Ben üç tane broşür hazırladım. Bu kefere bilhassa oturmuş devletler İngiltere, Fransa, Almanya, Amerika gibi devletler sistematik olarak devlet dokümanlarını yayımlarlar. Bir “İngiliz Mavi Kitabı” var duyarsınız. Bir ara “İngilizler Mavi Kitapta” Ermeniler konusunda Mavi Kitap yayımlandı diye manşet oldu. Ya şaşılacak ne var, cehaletimiz ortaya çıkıyor. Mavi Kitaplar 1830’lardan beri yayımlanıyor ve bunların kapakları mavi olduğu için yani karton kapakları ilk baskı kapakları Blue Book diyorlar bunlara. Bunlar devlet yayımıdır ve British Museum’da yani milli kütüphanesinde ayrı bir bölümdedir, bunların resmi adı Stock Paper devlet yayımları. Yani adam 200 yıldan beri yayımlıyor, ama bizimkiler ilk defa duymuş oluyor.

100. yılda ciddi bir yayın olarak, “Balkan Savaşlarının Kaybı, Neden Kaybettik” diye, Fevzi Çakmak Paşa’nın Harp Akademisi’nde verdiği seri konferanslar İş Bankasından yayımlandı. Bir bunu gördüm ciddi kitap olarak, ötekileri çırpıştırma.

Mesela bu Ermeni meselesi ile alakalı hiç yayın yoktu, biz bunlara şehit vermeye başladığımız tarihlerde iki tane kitap buldum, bir tanesi 1917 yılında İttihatçıların yayımladığı, bir tanede Esat Uras diye, Siyasal Bilgilerde Ermenice dersi de vermiş bir insanın kitabı, hepsi bu kadar. Güzel de bizim 80’li yıllarda işimize yaramıyor ki bunlar.

- Balkanlarda yaşadığımız hadiselerin “Türk kimliği”, “Türk milliyetçiliği” gibi kavramlar üzerinde ki etkilerinden bahseder misiniz?

- Osmanlı’nın son dönemlerinde Balkanlarda Ruslar Slav Milliyetçiliği temelinde politikalar yürütüyordu, bu dönemde Osmanlı Devleti’nde ise “Osmanlıcılık” görüşü ağır basmaktaydı. Balkanlarda ki etnik unsurların “Osmanlıcılık” temelinde korunacağı umudu vardı. Balkan Savaşlarının incelenmesinden de anlaşılacağı üzere bu politikanın hiçbir etkisi olmamış, Yunanlı kendine Yunan, Sırp kendine Sırp, diğerleride kendi etnik aidiyeti üzerine kimliklerini ifade etmişlerdir. Hiç biride ben Osmanlı’yım dememiştir. Hatta Osmanlı Mebusan Meclisinde Rum bir mebus, “Ben Osmanlı Bankası kadar Osmanlı’yım” demiştir. O dönemde Osmanlı Bankasının tek kuruşunda Türk sermayesi yoktur. Sermayesinin tamamı İngiliz ve Almanlar tarafından oluşturulmuş, Türklükle de hiçbir alakası yoktur. Devletin kurucusu olan Türkler kendilerine Türk dememekle hata yaptıklarını anlamıştır. Anadolu’daki Türklerden daha önce Rumeli’deki Türklerde Türk Kimliği oluşumu daha erken olmuştur. Vatanlarını kaybetmenin hüznü ve yaşanan derin acılar buna neden olmuştur. Anadolu’nun işgal görmeyen yerlerinde bu çok daha geç oluşmuştur. Göçlerle Rumeli’den Anadolu’ya gelenler beraberlerinde bu duygu ve düşünceleri İstanbul’a taşımışlardır.

Özellikle Rumeli’nin kaybı sonrası kalan son kale Anadolu’nun elde tutma zorunluğu bu duyguyu tetiklemiştir. Rumeli’den Anadolu’ya dalga dalga gelen göçler aynı zamanda İstiklal Savaşı’nın yapılmasını da kolaylaştırmıştır. Bunlar asker olarak İstiklal Savaşı’nda yer almıştır. Bu aynı zamanda Anadolu’yu kamçılamıştır. Üç kuruşluk Bulgar devlet kuracak ben Türkler olarak devletsiz kalacağım. Sonuna kadar savaşmıştır. Ayrıca iskân politikasında Trakya’ya önem verilmiştir. Trakya’da Türk nüfus azalmıştı. Bulgarların o dönemde hala Edirne’de gözü vardır. Kurdukları bir komisyonun ismi “Makedonski ve Edirne Komisyonu” olması boşuna değildir. Dolayısıyla Türk nüfusun artışı sağlanmıştır.

Cumhuriyetin ilk döneminde özellikle Atatürk ve İnönü zamanında ayrı bir önem verilmiştir. Trakyanın Türkleştirilmesi ve üretim yapması amacıyla özel önem verilmiştir. Cumhuriyet döneminin en önemli özelliği, ülkeye Balkanlardan gelen Türk göçünün son derece planlı ve programlı yapılmasıdır.

- Kaynaklara baktığımızda Balkan faciasında sadece Türk ve Müslüman unsur katledilmediği görülüyor. Bu kapsamda, ne kadar yahudi katledildi? İsrail devleti bu konuyu hiç kullanmış mıdır?

-1878 yılında Eski-Zağra Kızanlıkta bir katliam yapılıyor. Bunları da yayımladım. Bir tarih kongresinde İsrailli bir profesör, onlara yapılan katliamları da kitaplaştırdığımız için bana teşekkür etti, fakat Türkler kadar yok, az, 1950 yılında Bulgaristan’dan Yahudiler İsrail’e göç etmişlerdir. Sayıları 15-20 bin civarındaydı.

-20. yüzyılda Balkan coğrafyası dünya savaşlarının dışında 3 büyük savaş gördü, şu an ki konjonktürde durum sabit mi? Yeni facialar ve savaşlar yaşanır mı?

-En son Kosova’da bağımsızlığını ilan etmiştir. 100 yıl önce Osmanlı’yı paramparça edenler şimdi paramparça olmuşlardır. Tüm Balkan Savaşlarının tetikleyicisi olarak Berlin’den hamle yapılmıştır. O Berlin, Balkanları çiğniyor, Hitler’in doğuya açılma projesi vardı. Almanya birliğini geç inşa etmiştir. Bu yüzden sömürge bulmakta zorlanmıştır. Bu açığı ise Balkan ülkeri üzerinden yapmaya çalışmıştır. Eskiden, Hitler paldır küldür giriyordu, şimdi ise ekonomik olarak etkilerini artırmaya çalışıyorlar, şu an Balkanlarda Almanya’nın nüfuzu fazla, ekonomik olarak Makedonya’yı, Bosnayı ve diğerlerini sömürgeşleştiriyor.

Bizim Batı ile ilişikilerimizde karamsar olmamıza gerek olmadığını düşünüyorum, Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin Batı ile ilişki geliştirme ve Batı’ya karşılık verme konusunda tecrübesi hiçbir doğu ülkesinde olmadığı kadar fazladır. Devlet kurma geleneğimizin olması da köklerimizi göstermesi açısından önem arz etmektedir.

Ayrıca, şu an Balkan ülkelerinin ekonomik olarak durumları çok kötü durumdadır. Her ne kadar ödün vermemeye çalışsalar da 1980’li yıllarda Arnavutluk’ta misyon görevim sürecinde açlık ve kıtlık yaşandığına bizzat şahit oldum. Hali hazırda tüm Balkan ülkeleri, ekonomik ve sosyal olarak büyük rahatsızlık içindedirler.

Kaynak: Türk Yurdu Dergisi Kasım 2012 - Yıl 101 - Sayı 303

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum