Düştüğümüz yerden kalkmak - Yazan: HÜSEYİN RAŞİT YILMAZ

Düştüğümüz yerden kalkmak - Yazan: HÜSEYİN RAŞİT YILMAZ
04 Aralık 2020 - 17:41

Eski Türk hakanlıklarında çıplağı giydirmede, açı doyurmada sıkıntı baş gösterdiğinde Allah’ın hakana verdiği “kut” u geri aldığına kanaat getirilir ve başkasının hakan olmasının önü açılırdı. Türk töresindeki bu millet menfaatini gözeten, başarısızlığın sorumlularının bedel ödedikleri kaide uzun çağlar boyunca devam etti. Başarısızlığının bahaneleri değil bedelleri oldu ve mesuliyet sahipleri çoğunlukla asaletlerine yaraşır şekilde bedel ödemeye rıza gösterdiler. II. Viyana Kuşatması’nın ardından Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın hakkındaki karar karşısında takındığı tavır bugün hala iftihar vesilelerimizdendir. Koca imparatorluk toprakları şahsi mülkü olan Osmanlı padişahlarının halkın tepkisini çeken icraatlarının ardından nasıl tepkilerle yüz yüze kaldıklarını, doğrudan maruz kaldıkları ağır tepkilerin pek çoğunu bugünün Batılı ülkelerinin yöneticilerininkine benzer bir soğukkanlılıkla karşıladıklarını da biliyoruz.

Bugün artık başka bir çağdayız, tarihler epey ilerledi ama pek çok bakımdan dünümüzün gerisindeyiz. Başarısızlıklarımızı telafi etmek için hep yeni şanslar istiyoruz, vermek istenmeyince cebren elde etmekten imtina etmiyoruz. Yazılıdan zayıf alan talebenin kurtarma sınavı istemesi, onda da olmayınca kurtarma sözlüsü istemesi, onda da olmayınca hocasına yüklenmesi gibi bir paradoksun içindeyiz. Kendimize büyük kıymet atfediyoruz, biz olmazsak dünya dönmeye devam etmeyecek, güneş bir daha doğmayacak gibi egosantrik bir haldeyiz. Bu hal hem bize, hem çevremize hem de nereye mensupsak oraya zarar veriyor. Uyarıları asla ve kat’a dikkate almıyoruz. Uyaranları ucuz itham çamurlarıyla sıvamaya gayret ediyoruz. Atalar ne güzel söylemiş, kim bilir nasıl canları yanmış da söylemiş; “Bu hal hal değildir”

Merhum Erol Güngör hocamızın da isabetle belirttiği üzere milliyetçilik dogmatik bir düşünce değildir ve halka dayandığı için demokratik olmak zorundadır. Dolayısıyla meşveretten, demokrasiden, eleştirilere tahammülden ayrılmış bir milliyetçilik temel referans kaynaklarımızdan süzülüp gelen, anladığımız, benimsediğimiz Türk milliyetçiliği değildir. Herkes insan olma vasfıyla hürmete fazlasıyla layıktır, bulundukları makamların tarihi ağırlığı da göz önüne alınırsa bu durum ziyadeleşir. Türk milliyetçileri hayasından, edebinden, terbiyesinden büyüklerle alakalı kelimeleri seçerek, dirhem dirhem konuşur, yazar. Ben de öyle yapıyorum, yapacağım. Gönlümden ve zihnimden geçen Türkiye’de ve istisnasız bütün siyasi partilerde başarısızlıklar allanıp, pullanıp, makyajlanıp sanki başarıymış gibi milletimize takdim edilmesin istiyorum. İstiyorum çünkü bu makyajı yapanlar aynı zamanda varlık sebepleri olan insanlarının zekalarıyla alay ediyorlarmış hissine kapılıyorum. Vaat edilmiş ama gerçekleşmeyen sözlerin miktarı arttıkça sözün kıymetinden kaybettiğimizi, sözünün kıymeti kaybolan Türk’ün Türklüğünden de kaybettiğini düşünüyorum. Milyonlarca hakiki mensubu olan bir camianın toplumsal karşılığı kalmayan bir yönetim sebebiyle memleketin başına gelen halleri film izler gibi uzaktan takip etmesini zul addediyorum. Milletimizin en haysiyetli evlatlarından olan ülkücülerin başlarının öne eğilmesi, mahzun olmaları canımı acıtıyor. Memleketin en dik, en delikanlı, en müdanasız camiasının şefkate ihtiyacının olduğunu, eskiden olduğu gibi “evlatlarım” hitabına muhatap olmak istediklerini görüyorum.

İlk duyduğumuzda pek hoşumuza giden “önce ülkem sonra partim” düsturunun zahiren doğru ama hakikatte pek de doğru olmadığını anladım. Türk milliyetçilerinin partisinin ayakları yere sağlam basmazsa Türkiye’nin düşecek gibi olduğunu gördüm. Düşme ihtimali bizi derinden sarsınca tüm makyajlar silindi, hakikat “ben buradayım” diye feryat etmeye başladı. Dün “Bu haindir, şuranın buranın adamıdır.” diye yaftalananlara il başkanlıklarının, genel merkez yöneticiliklerin emanet edildiğini gördük. Yaftalananların benzer ifadelerle yüklendikleri idarecilerle güle oynaya çalıştıklarını gördük. Bu işin doğası budur ama biz ocaklıyız bize ağır gelir dedik. Ağır manzaralara şahit olduk, ağır sözleri hafif ağızlarda gördük. Canımız yandı, yüreğimiz kanadı. Öyle anlar oldu ki; başlarımız öne eğildi. Yakında başı öne eğilenler ufka bakacak gibi. Bir umut ışığı doğacak gibi. Doğmazsa, tünelden önceki son çıkışı da kaçırırsak geri dönüşü olmayan yollarda perişan olacağız.Gönlümden geçen kadim destanlarımızda olduğu gibi dişi bir kurdun öncülüğünde bu girdaptan çıkmak. Görelim mevlam neyler…

Not: On üç yaşında başlayan mensubiyetimin mesuliyeti yazmaya mecbur ediyor beni. Bu mecburiyet olmasa yazmak niyetinde değildim. Bu mecburiyet böyle anlarda sessiz kalmayı imkansız hale getiriyor.

http://www.turkyorum.com

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum