DÜCANE VE GÖRMEZ MEKTUPLAŞMASI - Yazan: İbrahim Maraş
DÜCANE VE GÖRMEZ MEKTUPLAŞMASI
Dücane ve Görmez mektuplaşmasının özeti şudur: Bir taraf dini sadece düşe ve avami alana indirgeyip, felsefenin bir düşünce ve yaşam biçimi olarak, insanı özgürleştireceğini, yetkinleştireceğini ve bu yönüyle evreni anlamlandırabileceğini ve hem de açıklayabileceğini savunmakta, diğer taraf da felsefeyi sadece retorikten ibaret bir gevezelik olarak görmekte ve tipik Gazali tarzı bir yaklaşım sergilemektedir. Dücane, her ne kadar Farabi’ye dayandığını söylüyorsa da, Farabi’nin tam olarak onun kastettiğini ifade ettiği doğru değildir.
Elbette insan, yakînî öncüllerden hareketle bir şeyi bütün yönleriyle, kapasitesi ölçüsünde, çok yönlü bir şekilde düşünmek ve bu noktada gidebileceği yere kadar gitme, yetkinleşme konusunda sınır tanımamak, sonuçta da varlıktaki önce metafizik nedenselliği, sonra da fizik nedenselliği kavrayarak tümelden tikele doğru apaçık, kesin, burhânî bilgiye, bir yönüyle mutlak hakikate mümkün olduğunca yaklaşmak gücündedir.
İnsanın, yukarıda tarif ettiğimiz şekilde, gerçekleştirdiği bu çabanın sonucunda varacağı nokta; ferdi, toplumsal ve evrensel saadettir. Bu yönüyle felsefe ve din ile amaçlanan şey de; bir grup, zümre, toplum, ideoloji, mezhep vb. herhangi bir yapının değil, mutlak ve potansiyel olarak insanın arayışının temsil ettiği hakikate ve bu sayede saadete ulaşmaktır. Böylesi bir hakikat arayışı herhangi bir zaman diliminde veya herhangi bir millette sona eremez.
İslam filozoflarının ve sufilerin din anlayışı ilahi ve insani olarak iki kısımdır. İlahi din, mutlaktır. Değişmez hakikatler içerir. İnsani din veya inşai din ise insan aklının erişebileceği sınırsız, ama mutlak hakikate göre sınırlı, hakikati ifade eder. Bu noktada filozofların anlayışında Kitap veya Peygamber gelmeseydi de insan, kendine ve tabiata bakarak kendini gerçekleştirmek ve şükran borcunu belirli ritüellerle ifade etmek zorunda kalacaktı. Burada insani din denilen din, sadece halk dini anlamında değildir, soyut hakikatlere ulaşabilen ve ulaşamayan herkesin sorumlu olduğu dindir. Bu noktada külli ilkelere yaklaşma ölçüsünde hakikate ulaşma söz konusudur. İşte bu çerçevede burhâni olarak filozofların ortaya koydukları açıklama ve anlamlandırmalar da (değer koymalar) ilahi hükümlerin geliş maksatlarına uygun olduğundan muteber kabul edilmiştir. Ancak burada İslam filozoflarının ve sufilerin metafizik hakikatlerin varlığı anlamında burhani ve irfani yöntemin filozof ve ariflerce keşfedilebilme imkânını savunmakla birlikte, Peygamberlik ve vahiy müessesesini delillendirdikleri ve söz konusu burhani ve irfani dereceye herkesin ulaşamayacağından hareketle Peygamberliğin zorunluluğu kavramını getirdikleri unutulmamalıdır.
Buradan da anlaşılacağı gibi, İslam düşünce tarihinde Görmez’in zannettiği gibi filozofların bir Peygamber’e uyarak felsefe geliştirmesi söz konusu değildir. En azından felsefi gelenek buna karşıdır. Onlar, insan aklının gücünün ve yetkinleşmesinin dinden bağımsız mümkün olduğuna ve bu noktada dinin de istediği şeyin bu olduğuna kanaat getirmişler ve felsefe ile dinin aynı gayeye ve aynı hakikate yöneldiğini ortaya koymuşlardır. Çünkü filozoflara göre zaten her türlü bilginin (vahiy ve akli bilgi) ana kaynağı melekût âlemidir, yani bilgi, insani çabayla elde edilse de bir yönüyle vehbî karakteri vardır, akıl gücü yetkinleştikçe melekût âleminden gelen bilginin kalitesi ve netliği, yani burhaniliği/kesinliği artacaktır. Bu da felsefe ile vahyin getirdiği bilginin özde ayniliğini göstermektedir. Elbette bilgiyi en üst kemal derecesinde çabalamaksızın alan Peygamberlere ihtiyaç zorunludur, ama bu zorunluluk sadece toplumsal düzenin sağlanması noktasındadır. Yani akıl, kendisi de İlahi bir vahiy olması yönüyle, hakikatlere ulaşmada yeterli olsa bile Peygamberlik zorunludur, çünkü herkes bu hakikatleri kavrayamaz. Ama bu, bu hakikatleri aklıyla kavrayanların Peygambere ihtiyacı olmamasını ve sadece avamın ihtiyacı olmasını gerektirmez. Bilakis Vahiy ve Peygamberlik, aklî hakikatlerle ulaşılanla Peygamberlerin getirdiklerinin ayniyetini ortaya koyduğu gibi, toplumsal düzenin sağlanmasında, metafizik bir gücün, iki yönlü ispatı sayesinde, daha sağlam bir yol elde edilir. Aklın yetersizliği tartışması ise daha çok Eşari kelamcıların üzerinde durduğu bir konudur ve yanlıştır. Dolayısıyla Vahiy ve Peygamberlik, akla aykırı olmadığı gibi aklı aşan şeyleri de bildirmez, sadece aklın doğru kullanılmasında rehberlik eder ve bilginin metafizik kökenini ispat eder. İslam düşüncesinde aklı aşan şey yoktur, henüz aklın çözemediği ama aklî olan şeyler vardır. Çünkü İslam filozofları, çabayla elde edilen bilginin arkasındaki metafizik külli hakikat bilgisinin insana kapasitesi oranında yansımasını kabul ettikleri gibi, buradan yola çıkarak hem bu çaba sırasında tümel akli hakikatin tecellisinden hem de bazen doğrudan, çaba olmaksızın, feyz yoluyla tecelliden bahsederler. Bu durum, Peygamberler de dâhil her insanda vardır ve asla somut bir vahiy olarak nitelendirilemez. O halde Peygamberler de, insan oldukları için, ilham veya sezgi bilgisine erişebilmekte, ama bu bilgide insani yön hâkim durumda olmaktadır. Vahiy, ise doğrudan Peygamberi akla (muhayyile/kutsi akıl), insani müdahale olmaksızın, nakşedilmektedir. Hatta İslam filozoflarına göre Peygamberlerin ilhamları bile diğer insanlarınkinden daha arıduru olabilmektedir. Bu yüzden aklî faaliyet ve anlamlandırma ekseninde felsefe dindir, din de felsefedir.
İbrahim Maraş
FACEBOOK YORUMLAR