Derviş Meşrepli Ağabeyimiz: Ömer Lütfi Mete - Yazan: AFŞİN SELİM

Derviş Meşrepli Ağabeyimiz: Ömer Lütfi Mete - Yazan: AFŞİN SELİM
18 Kasım 2020 - 21:59 - Güncelleme: 18 Kasım 2020 - 23:57

Ölüm demiş biri, “Hayatın sonu değil sonucudur.” Dolayısıyla ölüm olgusu, en nihayetinde buluverir insanı. Hattâ bu gerçekle yüzleşmek istemese de, doğuş anından itibaren hissettirir kendisini ölüm… Bir geçiş ânı olarak adlandırılır; bir yanıyla da küçük kıyametidir yeryüzünün. Allah, ölülerimize ve dirilerimize, rahmetiyle muamele etsin. Herkes gidiyor ama nasılı mühim. Ömer Lütfi Mete’nin, vefatından bir müddet evvel, “Ölüm ve İhtişam” başlıklı bir yazısında okumuştum. Diyordu ki: “İmaj derdi, dini bile geriye itiyor, ölüm susuyor, cenazecilik konuşuyor.” Sonrasında ise şöyle noktalandırıyordu bu eleştirel yazısını: “İster kadın, ister erkek, ister sıradan er, ister tarihin akışını değiştiren mareşal; her ne olursak olalım, ölümde eşitlendiğimiz tartışılmaz.”(1)

Canlılıktır ve diriliktir, Ömer. Güzellik ve hoşluktur, Lütfi…

Çağından mesul bir duruş sergileyen bu diri ve hoş adam, 2009 Kasım’ında fizikî bir ayrılığı tattırdı hepimize. Meşhur tabirle, “gök kubbemizde hoş bir seda” bırakarak, ayrıldı aramızdan. Doksan ve iki bin kuşağı üzerindeki tesiri yadsınabilir mi? Edebi yönünden ziyade, fikri olgunluğuyla da “diğerlerinden” farklıydı. Meselelere karşı, makul bir çözümleme yapabiliyordu. Soğuk savaş yıllarının kalıntılarıyla bu çağı anlamlandırmaya kalkışan çağdaşlarından olmadı asla…

Hz. Mevlana’nın pergel metaforundan mülhem, sabit olan bir ayağı bu topraklardaydı, bir diğeriyle de yedi cihanı dolaşabilmekteydi. Sık sık soruyordu: “Daha iyisini haketmek için ne yapıyoruz?” Hepimizin aynı anda tanık ve sanık olabileceğini hatırlatıyordu belki de. Çünkü sıradanlaşan meselelerimizin tutsağıydık. Serzenişe ne hacet! O kadar olduğumuz için bu kadarını hakediyorduk… Mesele çerçevesinde, kritik bir soru daha yöneltiyordu muhatabına Ömer Lütfi Mete: “Bize bizden daha ürkütücü düşman var mı?”

Gazeteciliğe matbaa çıraklığı ile başladı. İlk Genel Yayın Müdürü İsmail Oğuz’dan, gazeteciliğe dair şu sözü işitmişti: “Gazetecilik besmelesiz meslektir.” Nasıl bir cenderedeydi böyle? Babıali’de Sabah, Bizim Anadolu, Tercüman, Türkiye, Yeni Haber, Orta Doğu, Yeni Şafak, Ayyıldız, Yeni Binyıl, Sabah gazetelerinde editör, yönetici ve yazar olarak çalıştı. Türk Edebiyatı, Boğaziçi ve Çağrışım dergilerinde makale, mizahi öykü ve şiirleri yayımlandı. Türk Edebiyatı’ndaki ilk manzumesi, “Üç Ayak Bir Şafak”tı:

Sarışın değilmişim
Kara kaş, kara göz yasak
Has anadan gelmişim
Öz ocağında öz yasak
Üç ayak
Bir şafak…

Bir tarafıyla da şairdi Ömer Lütfi Mete. Dizi senaryoları da yazdı. Muhtemelen, geçim gailesinden dolayı… Katkı sağladığı her televizyon dizisi, içeriğiyle ve kalitesiyle ilgi uyandırıyordu. Olabildiğince “bizi” anlatıyordu her biri. Çığlığın ardındaki çığlıkta buluşuyorduk. Kimimiz ise yerden göğe kadar haklıydı yine…

Aylık bir fikir dergisi olarak yayımlanan Yerli Düşünce’de(Ankara, 2008) yazma imkanına eriştiğimde, ilk yazısının “söz” üzere olduğunu hatırlıyorum. Derginin isim babasıydı. Gençlere, “sözünün eri” olmayı öğütlüyordu. Türk, vakti zamanında, sözünün eri olan bir milletin adı değil miydi zaten? Nereden bozulduysak, düzelmenin de oradan başlayacağına inanıyordu Ömer Lütfi Mete… “Yiyen, içen, cinsel iştahlarını bir şekilde karşılamaya çalışan ve defi hacette bulunan kişiler yığını” haline gelmek, yüksek vasıflı bir Türk açısından elbette rahatsız ediciydi. Söze sadakat gerekiyordu ki, hakikate hürmet gösterilebilsin…

İnsanî duyarlılığı yüksek bir adamdı Ömer Lütfi Mete… Dostlarından Nazif Okumuş’un tanımlamasıyla: Kolonizatör Türk Dervişleri’nin son kırıntılarından biriydi. Zaman zaman hırçınlığı, doğduğu topraklarla ilişkili olsa gerek… Kusursuz incelik, zarafet ve bilgeliğini en üzüntülü ve en öfkeli anlarında bile yaşadığı ve yansıttığı için Hz. Ali’ye hayrandı.

Bildi ki: Zulümdü yezidin harcı… Gördü ki: Girdaptı bu şehir, girdapta mehtap!

Eşya ve hâdise zeminine fikri tatbik ederken, “biz” hassasiyetini gözönünde bulunduruyordu. Fakat bu onu ne adaletsiz davranmaya ne de kabileci bir budalalığına sevk etmekteydi… Sorgulayarak yaşadı: Amigoluk yapmadı. Kuşkucuydu. Çatışan ve çekişen suni kutuplaşmalarda saf tutmadı. Makulü aramakla meşguldü. Bilhassa Türkiye’deki kökten batıcılığın psikolojik taarruzuna karşı uyanıktı: Mensubu olduğu milletin milliyetçisi olması onu sığ hamasete mahkûm kılmadı. Bayrak direklerinin uzunluğuyla böbürlenebilmeye kadar indirgenen bir milliyetçilik anlayışına dair çeşitli zamanlarda eleştirilerde bulunuyordu. Kötümserlik üzere inşa edilmiş müzmin bir muhalefeti benimsememekteydi. Hattâ, aksine, hastalık derecesinde iyimser olduğunu zikretmişti bir söyleşisinde…

Kaygısızlaşmadı ve kayıtsızlaşmadı. “Sözünün eri, haksızlık yapmaktansa haksızlığa uğramayı tercih eden insan bulabilirsek, biz yine eski günlerimize döneriz” diyordu. Erdemli olmak böyle bir şeydi işte: “İnancımız ve ahlakımız gereği zalime bile haksızlık etmekten sakınmaya mecburuz.” Sonradan adı, “Allahsız Müslümanlık” olarak değiştirilen “Hacıyağı ile Parfüm Arasında” adlı eserinde temas ettiği temel mesele inanç algısıydı Ömer Lütfi Mete’nin: “O, ‘İnsanlar bir kaysalar da hemen cehenneme atıversem’ diye fırsat bekleyen kötülüklerin ilahı değil, güzelliklerin Rabbi'dir.” Öyle ya, çağın iştahlı Müslüman’ı, yeryüzünün birinci sınıf sakini olarak yaşamayı istiyordu muhakkak ama özeleştiri istidadı olmadan mümkün müydü bu?

Allah vardı ve gam yoktu…

“Her şeyden önce, Peygamber’in bile yenilgi denebilecek (Uhud) bir hüsran yaşamış bulunması dinamik bir derstir” diyordu Ömer Lütfi Mete… (2) Şu da ona aitti:  “Bir Müslüman için gerek İslâm’ın ve gerekse başkalarının bütün yasalarına temel olacak ilke ortada: Var edilmiş her şey saygındır.”(3) Yenilgi bahsini ayrıca irdelemesi, zaferin fenalıklarından kaynaklanan bazı vaziyetleri görmüş olmasındandı. İşaret ettiği yer manidardı, çünkü “büyük cihat” uyarısıydı bu: “Rakiplerin -veya düşmanların- kötü olduğu yolundaki yargı, zaferle çürümek istemeyen kişinin ilk savaşacağı duygudur.” Hal böyle iken, zafer, çöküşü de getirebiliyordu beraberinde.

Bütün insanlığa büyük hizmetler getirecek bilgi ve buluş üretmeyi, sanat şahikaları oluşturmayı ülkü edinmemiz gerektiğini, ancak bu şekilde, Türkiye pasaportunun dünyaca saygı duyulan bir belge olabileceği kanaatindeydi Ömer Lütfi Mete… Mükemmel olmayan yasalarla dahi azami adalet gözetebilen bir devletin gerekliliğini diliyordu. Çünkü yarım doktor, yarım hoca, yarım devlet sayesinde insan kendisini yitirerek, hükümsüzleşebilmekteydi. Devlet bir iş görecekse eksiksiz görsün istiyordu. Derin çeteleri olan, ama derin devleti olmayan bir Türkiye, sahiden de, devletsiz addedilebilirdi. O, derin milletin manifestosunu yazan adamdı: “Türkiye’nin tek meselesi vardır, o da yeniden devlet olup olamamaktır!”(4)

Hasılı, bu ahval ve şeraitte, öldü de uyandı. Çocukluk yıllarının delilerinden Dursun Ali’nin dilinden düşmeyen o sözü dudaklarındaydı yine: “Dünya bir gün, o da bugün…”

_____________________________

Kaynakça:

1) Ömer Lütfi Mete, Derin Millet Manifestosu, Nesil Yayınları, 2005.

2) Ömer Lütfi Mete, Hacıyağı ile Parfüm Arasında Gerileme Sürecinde Müslüman Olma Sorunu, Tutibay yayınları, 2001

3) Ömer Lütfi Mete, Hacıyağı ile Parfüm Arasında Gerileme Sürecinde Müslüman Olma Sorunu, Tutibay yayınları, 2001

4) Ömer Lütfi Mete, Derin Millet Manifestosu, Nesil Yayınları, 2005.

“Bazen bir insanı anlatmak, bir ülkeyi anlatmak gibidir.”

Türkyorum

www.turkyorum.com


FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum
Günün Başlıkları