CORANSEZA ( CORANSEY) SEYAHATNÂMESİNDE KIBRIS VE KARAMAN DENİZİ SAHİLLERİ (1809) / Yazan: Ali YILDIZ

CORANSEZA ( CORANSEY) SEYAHATNÂMESİNDE KIBRIS VE KARAMAN DENİZİ SAHİLLERİ (1809) / Yazan: Ali YILDIZ
04 Ocak 2020 - 15:36

CORANSEZA ( CORANSEY) SEYAHATNÂMESİNDE KIBRIS VE KARAMAN DENİZİ SAHİLLERİ (1809)

GİRİŞ            

Ruslar tarafından Özi Kalesi’nin ele geçirildiğini öğrenen Osmanlı Sultanı I.Abdülhamit’in kalp sektesinden ölmesi üzerine  28 Mart 1789 yılında tahsilli ve olgun bir yaşta  Osmanlı tahtına oturan  Sultan III. Selim; babası III. Mustafa’dan aldığı nasihatleri değerlendirerek, ülkede bir  değişim yapmak gereğine inanıyordu. Selim III.  zekî,aydın ve sanatkâr bir padişah idi.

Değişim için devlet görevlilerinden aldığı raporlar doğrultusunda  önce ordu teşkilatının ıslahı ile başlaması gerektiğine karar vermakle birlikte bir çok konuda olumlu adımlar attı. Önceliğin ordudan başlaması gerektiğine inanıyor, bunun için önündeki modern örneklere bakıyordu. Bu sırada Fransa modern ordusu ile çevresindeki ülkelere galebe çalan bir manzara arz etmekte, III. Selim de Fransız modelini örnek almakta idi. Bu sebeple  bir dönem Osmanlı Ordusu’nu ıslah isteğinde bulunan Napolyon Bonapart  ve Fransa ile yakın temasları vardı. Ruslarla yapılan savaşlar sonunda alınan mağlubiyetlerden (1797-1800) sonra yapılan Ziştov ve Yaş antlaşmaları ile devleti bir barış sürecine sokmak ve bu arada Fransa ile iyi münasebetler kurarak, ıslahat için çeşitli yardımlar istemek yolunu tuttu.

III. Selim’in bu iyi niyetli yaklaşımına karşılık Fransa  Mısır, Akdeniz ve Ortadoğu’da  çıkarlarına uygun ve değişken bir politika  uygulamakla birlikte, Osmanlı Fransız münasebetleri gelişmeye devam etti.

1800 yıllarına gelindiğinde Fransa’nın  Osmanlı topraklarından Suriye’de diplomatik misyonlarının yerleştiğini, bunlardan  Halep Başkonsolosluğu görevini de  M.Corenceza’in üstlendiğini görüyoruz.

Halen orijinali Paris Milli Kütüphanesi, Kraliyet Bölümü’nde olan  Coranseza seyahatnamesinin ( bizdeki hariciye diline göre  sefaretnamesi ) 1800-1809 yıllarında Fransa’nın Halep  Başkonsolosluğu görevini yapan M.Corancey’in  1809 yılında ülkesine dönerken, Suriye’den başlayıp, İstanbul’da biten seyahati esnasında  Türkiye hakkında yazdığı bir  rapor mahiyetindedir. Bu eseri nasıl ve ne kadar zamanda elde ettiğimiz gerçekten başka bir hikayedir. Orijinal baskısından alınmış bir sayfayı burada verdik.  Şimdi buna girmeyelim.

Biz  1816 da Paris’te kitap olarak yayınlanan bu raporun Lazkiye- Kıbrıs-Anamur  bölümünü Kıbrıs’ta Edebiyat ve Bahar Sempozyum’u  için ele aldık.

Bu kitabı  XIX. yüzyıl başlarının sadece siyasi bir panorama niteliğinin ötesinde; Kıbrıs iklimi, dağları, bitki örtüsü, sosyo-ekonomik durumunu da anlattığı; en önemlisi baharın başlangıcı 9 Mart  günlerinden itibaren Kıbrıs’ı gözlemlediği için önemsiyoruz.

Kısmet olursa bir gün Türkçe  olarak yayınlamayı planladığımız  bu eserin, 200 sene öncesinin Kıbrıs’ına bir ışık tuttuğuna inanıyoruz.

Şimdi bu kitabın, 225 ve 250. sayfaları arasındaki Üçüncü Bölümü’nün tercümesini  vererek, Kıbrıs, Anadolu ve  Karaman sahilleri hakkında bir Fransız diplomatının görüşlerini almış olacağız.

Lazkiye’den Antalya’ya ( Satalie’ye) yolculuk.

BİRİNCİ BÖLÜM

Mısır ve Suriye’de etkin rüzgârlar üzerine gözlem-yön belirlemek için uygulanan yöntem-Kıbrıs Adası’na varış ve Magosa – Larnaka – Lefkoşa-Girne – Anadolu sahillerinde Girne (Cerine)’nin konumu-Celindri-Anamur-Alaca – Satalie (Antalya)-Tarsus.                                                                                                                                                                                

Lazkiye’d(Latakiye)’de birkaç hafta kaldıktan sonra benimle beraber İstanbul’a dönme mecburiyetinde olan iki Tatar ve iki hizmetçiyle dokuz Mart gecesi Kıbrıs’a gitmek için gemiye bindim. Suriye sahillerinde iki direkli, oldukça hoyrat bir o kadarda ölçüsüz Latin yelkenli gemilerle deniz seferleri yapılmakta. Kenarlarına kadar istiflenmiş hububat yüklü bu gemilerin güvertesi yoktur. Kötü hava şartlarında hususiyle Lazkiye-Kıbrıs arası karaya uzak deniz açıklarında sık sık kazalarda olmuyor değilmiş. Yelkenliler için elverişli hava  durumlarında  Lazkiye-Kıbrıs arası 12-15 saatte kat edilmekte. Fakat ben Lazkiye’de hava sakinleşinceye kadar denizde yaklaşık iki gün kaldım.

Suriye sahillerinde rüzgar yazın gün batısı ve Kuzeybatıdan eser. Sabahleyin saat dokuza doğru esmeye başlar gittikçe öğleden sonra üçe doğru rüzgarın şiddeti artarak devam eder, akşamleyin yerini daha sakin esen kara yele bırakır. Kışın hava durumu çok değişken bir durum sergiler. Geceyle gündüzün eşit olduğu dönemlerde rüzgar yönünü doğuya doğru çevirir ve bazen bu durum 15 gün sürer.

Tabiatın şaşırtıcı garip bir fenomeni olan ve çevrede hava şartlarının oluşmasında etkin olan bu hava akımları yaz sıcağında 35 derecenin altında deniz yüzeyine mütekabil (karşıt) yöne, kıyı istikametine doğu eserler. Bu tabiat hadisesinin nedenini anlamak çok kolay. Çünkü atmosferle ilişkisi olan birbirine mütenasip bu yatay hava hareketinden biri deniz yüzeyinde diğeri deniz yüzeyinin mütekabilinde olan sahilde yer almakta. Öyleyse esintiden biri diğerinin karşıtına doğru ederek çevrede bir hava akımının oluşmasına yol açmakta. Bu tabiat olayı kendisini meydana getiren sebebe tabidir, onunla başlamak ve yine ona bağlı olarak bitmek zorundadır. Maksimumu derecede en şiddetle olduğu an aşırı sıcaklığın vuku bulduğu (öğleden sonra) üçe doğru olan zaman dilimidir. Güneşin batımından sonra doğada denge yeniden oluşur ve karşı bir hava akımı meydana getiren gel-git olayıyla atmosferde denge tekrar yeniden sağlanır. Bu gel-git hadisesi gecenin ilk saatlerinde oldukça düzenli esen kara yel rüzgarlarının doğmasına yol açar. Böylece bu sahillerde etkili olan rüzgarların yönü, süresi, kararsız değişken şiddeti bu şekilde açıklanmış oldu. Bu değerlendirme a priori (ön bilgi olarak) direkt bir yöntemle de açıklanabilir.[1]

11 Mart öğlen vakti Suriye kıyılarına en yakın limanı olan Magosa’dan Kıbrıs’a giriş yaptık. Liman Kıbrıs’ın kuzey burnu noktası ile Larnaka’ya aşağı yukarı aynı uzaklıkta bulunuyor. Nihai olarak coğrafi konumu ve hava akımlarının Güney-batı ve Kuzey-Doğu yönünde olması nedeniyle Andrea-Larnaka arası kıyı havzasının korunmasında bu limanın takviye edilmesinden istifade edilir.[2] Çok güvenli olmakla beraber küçük sayılır. Liman, deniz seviyesinden yüksekte çift sıra dizilmiş taşlarla ve arasından ancak bir geminin geçebileceği bir koyla denizden ayrılmış vaziyette. Giriş yeri bir kıvrıntı ile koruma altına alınmış. Plajında oldukça yüksek başka bir kıvrıntı ile son bulan büyükçe bir duvar mevcut.

Venedikliler tarafından yaptırılan eski surlar çevrenin    dörtte bir alanını kapsamakta. Surların bulunduğu bu alan bugün harabe halinde. Pockock’un tasvir ettiği  dönemde bu ören kalıntılarının daha fazla olduğu anlaşılıyor. Kalıntılar arasında bir çok kilise harabeleri de bulunuyor ki aralarında ikisi çok güzel önemli yapılardır. Devasa cümle kapısında gri granitten üç sütun gövdesi yer almakta. Muhtemelen bu sütunları Venedikliler antik Ammochostos tapınağından söküp getirmişlerdir. Buranın şimdiki Magosa yerinde olduğu biliniyor ne var ki ondan geriye hiçbir iz kalmamıştır.

Magosa’ya geldiğimizde beraberimdeki Tatarlarla valiye misafir olduk. Bu ağa, kentin en güzel binası olmasına rağmen her tarafı yıkık dökük virane bir evde oturuyordu. Ağa bizi mükemmel karşıladı. En sonunda bize şark toplumlarının olmazsa olmaz geleneklerinden kahve ve pipo ikram etti. Aynı akşam Larnaka’ya gitmek istediğimiz için ağa derhal bize ve yüklerimize at getirilmesini emretti.

Her ne kadar şehrin idaresi Babıali’nin tayin ettiği bir zabit tarafından idarede edilse de bu zabit sadece bir ağaydı ve bu ağanın ne fazla serveti vardı nede saygınlığı. Bu kanaatimiz, onun az sayıda hizmetçisi ve konağının harabe durumda olmasından kaynaklanıyor. Osmanlılarda uşakların çokluğu zenginliğin alameti olduğu biliniyor. Aynı lüks İspanya’da da söz konusudur. Onlara da bu alışkanlık bir çok şark geleneğiyle beraber Araplardan geçmiştir.  Magosa ağası, sabahleyin zamanının çoğunu biz buraya getiren hububat yüklü geminin reisiyle fiyat ve ödeme şartlarını tartışarak geçirdi. Adanın toprakları verimli olmasına rağmen nedense o zamanlar verimsiz durumdaydı. Birazdan bu kıtlığın nedenini anlayacağız. Gemiciyle pazarlığa girişen bu Osmanlı’nın yüz ifadelerindeki gülümsemelerinden  onun anlaşmayı imzalayacağı dikkatimden kaçmadı. Zaten Anadolu’da sert mizaçlı ve hoşgörüsüz olan Türkler Kıbrıs’ta yumuşak yüzlü ve daha insancıl tavır sergiliyorlar.

Kara yoluyla Magosa’dan ayrılıyoruz. Şehrin dışında sadece Hıristiyanların oturduğu büyük bir dış mahalle var. Kıyılar oldukça  uzak mesafede güneye doğru, Rum burnuna kadar uzanan bir kıvrım oluşturuyor. Deniz yoluyla Rum burnuna varmadan önce kıyı şeridinde Magosa limanına göre daha az emniyetli fakat gemilerin daha kolayca yanaşabildikleri bir liman mevcut. Burası batıdan gelen gemilerin sıkça uğradıkları bir mekan. Liman yakınlarında hava durumu Magosa’ya göre daha az tehlikeli ancak öldürücü epidemik ateşli hastalıkların yaygın olduğu bir Rum köyü var. Köyün konumu Leucola ile orantılı bir vaziyette. Batıda, Magosa düzlüğüne hakim pozisyonda, kıyı kıvrımlarının doğu sahiline kadar uzanan kalker tepeleri boy gösteriyor. Bu tepecikler Kıbrıs Adası’nı eşit olmayan düzensiz iki parçaya ayıran büyük kalker zinciriyle son buluyor. Bu büyük kireç tepe zincirinin eteklerinde Antik Salamin(s) harabeleri var. Biz bu harabeleri sağımıza alarak batıya doğru hareket ettik. İki saatlik bir yolculuktan sonra Hıristiyanların meskun olduğu bir köy yakınlarından geçerek Larnaka’nın Doğusu’na ulaşmak amacıyla Lefkoşe yolundan sapıp düz ve harabe bir yolla yolculuğumuzu sürdürdük. Nihayet Ovanın sınırına vardığımızda az yükseltili kireç tepeciklerinden oluşan dar geçitlerle karşı karşıya geldik. Dar geçitler oluşturan bu tepecikler ulu ağaçlarla örtülü ve bu coğrafi görünümü Larnaka koyunun doğu yakasına kadar uzanıp gidiyor. Güney doğu yönünde son bulan burun üzerinde, Ada’nın bu kısmında yer alan vadide, manzarası büyüleyici küçük bir köy mevcut. Nihai olarak yaklaşık bir saat koy boyunca ilerleyerek Larnaka’ya ulaştık.

Bu köy, Evleri bahçelerle birbirinden ayrılmış dağınık vaziyette bulunan Ada’da Avrupalıların ticaret merkezi pozisyonunda. Her Avrupa ülkesinin bir konsolosluğu var. Bu konsolosların her biri Halep’te bir baş konsolosa bağlı olarak çalışıyor ve atamaları onun tarafından yapılıyor. Zira Kıbrıs’la ilişkilerin doğrudan kurulamaması nedeniyle Avrupa’yla ticaret Suriye üzerinden gerçekleşmekte ve ada Suriye için bir antrepo olarak kullanılmaktadır. Ada’da normal zamanlarda, tüccarın başlıca en nemli kar marjını oluşturan ithal malların tüketimini karşılamak için az miktarda  pamuk üretilmekte.

Avrupalıların ikamet yeri olarak Larnak’ayı tercih etmeleri nedeniyle kent bir çok Avrupalı’nın barındığı bir mekan haline gelmiş durumda. Çünkü buradaki toplum Avrupalı’nın kolayca uyum sağlayacağı bir yapıda. Şöyle ki, burada Avrupa yaşam tarzıyla güne başlamak mümkün. Larnaka kadınları asla peçe kullanmazlar ve çok özgür hareket ederler. Yaşam tarzları iticilikten uzak sevimlidir. Ada’da ikamet, güvenli olması, özgürlün önemli rol oynaması nedeniyle Şark’ın diğer bölgelerine göre daha çok tercih edilir.

Larnaka’da Arz-ı Mukaddes dinlerinden bir manastır ve süslemeli çok büyük bir kilise yer bulunmakta. Kapuçinlere ait bu manastır birkaç yıldan beri metruk vaziyette. Larnaka (bölge olarak ada) topraklarının dörtte biri kadar. Kıyıda Frankların la Marine dediği küçük bir kasaba yer almaktadır. Şosesi Avrupalılara gezinti yeri olarak hizmet veriyor. Yakınında ki blok taşların yanlışlıkla Citium Kenti’nin bir parçası olduğuna inanılırdı. Bu kalıntılar Larnaka koyunun ucunda bulunmaktadır. Koy çok geniş ancak gemiler için pek güvenli bir sığınak yeri değil, çünkü bazen çok sert esen güney-batı rüzgarlarına maruz kalmakta.[3]

15 Martta Lefkoşe (Nicose) ye gitmek üzere Larnaka’dan hareket ettim. Yolculuğumuzu adanın bu kısmında binek hayvanı olarak çok önem verilen ve kullanılan dişi katır üzerinde geçirdik. Larnaka-Lefkoşe arasında az yükseltili bir dağ sırasına şahit olduk. Bu dağ silsilesi havayla olan temasıyla yeterli derecede ayrışarak bozulmaya yüz tutmuş beyaz kireç taşlarından oluşuyor. Zirveye ulaştığımızda boydan boya Ada’yı bölen, batıdan doğuya doğru yönelmiş görünümünde oldukça yüksek dağların serpilişini keşfettik. Bu dağlar Lefkoşe’nin kuzey ucunda kıvrımlar oluşturuyor. Aralarındaki uzaklık Magosa’ya kadar uzanan geniş ve verimli düzlüklerin uç noktasını oluşturuyor ki biz bir önceki gün karşı ucundan geçmiştik. Sadece dış görünüşüne bakarak bu dağların yüksekliğiyle ilgili tahminde bulunmanın zor olduğunu herkes bilir. Adanın bu yüksek zirvelerinin beş veya altı Toisie (uzunluk ölçüsü) kadar olacağı kanaatindeyim. Eski Olimpus Dağı da burada yer almaktadır. Dağların şişkin yamaçları seyrek ağaçlı, daha çok kırsal bir görünüm sunuyor. Doğu kısmında sarp çıplak kayalık mevcut ve son derece çorak  durumda.

Pockocke ve daha sonraları Danville’nin Tremitus kenti olduğunu sandıkları Lefkoşe Eski Ledra’nın yerinde kurulmuştur. Yaklaşık Ada’nın merkezinde yer alan kent, kuzeyden Larnaka’ya sekiz fersah ( bir fersah dört mil), Magosa’ya 12 fersah mesafede yer alır. Şehir küçük bir akar suyla sulanan verimli bir bölgeye hakim konumda. Bu küçük akarsu yazın kurumaktadır. İçilebilen suyu dağlardan gelmekte ve Ada’nın en iyisi sayılır. Kent Venediklilerin hakimiyetinde iken çok gelişmiş durumdaydı ve onlar tarafından yapılan ve kenti çevreleyen surlar Fransızların Mısır seferi sırasında onarılmıştır. Surları çevreleyen geniş ve derin çukur bugün otlarla örtülmüş atıl vaziyette duruyor. Kale duvarları 12 kuleyle açık alandan gelecek saldırıya karşı çapraz ateşle savunma yapmak için desteklenmiş vaziyette. Bugün hala  surlar üzerinde Venediklilerden kalma elli top parçaları mevcut. Hemen hemen tamamı yeniden çiviyle birbirine bağlanmıştır. Onlardan bazıları eski top kundakları üzerinde yer almakta, diğerleri ise toprağa bırakılmış ve paslanarak çürümüş vaziyetteler. Genel olarak Lefkoşe surları şarkın diğer müstahkem şehirlerine göre daha mükemmel genişliktedir. Fakat şehir düşman bataryalarının zarar verebileceği batı ve doğu istikametlerine hakim vaziyette.

Şehir surlara çıkabilmeyi sağlayan yarım fersahlık uzunlukta bir çevre yoluna sahip. Bu yolla surlar üzerinde tur yapılabilmekte. Dağ yamaçlarının ve birbirini takip eden ovaların, çeşit çeşit güzellik manzaralarının yukarıdan temaşasını sağlayan bu gezi çok hoş. Bunların haricinde Lefkoşe zaten çok göz alıcı bir kent, çünkü nüfus oldukça az ve dahilde bir çok bahçenin varlığı söz konusudur. Birbirine eşit mesafede dikilmiş teras altındaki palmiyeler uzaktan bakınca eşsiz bir manzara oluşturuyor. Meyvesiz bu ağaç yalnız bahçelerde bulunur. Sağlamlığı ve kalınlığıyla eski Kıbrıs kralları zamanında inşa edildiği izlenimini veren görkemli sarayın izlerini bir çok semtte müşahede etmek mümkün. Bu binaların büyük bölümü harap durumda, Venedikliler duvarları hala sağlam olmakla beraber bir çok kısmını temelinden söküp daha modern inşaatlarının yapımında kullanmak için götürmüşlerdir.  onlar aynı zamanda bir çok güzel kilise de bina etmiş veya onarmışlardır. Bu sonuncular zümresinden eski katedral Türkler tarafından camiye çevrilmiştir. Katedralin bütün üst bölümleri gotik tarzda inşa edilmiş, alt temel kısmı çok önceki büyük bir binaya ait. Lefkoşe’de aynı zamanda bir çok Rum kilisesi, bir Ermeni kilisesi ve arz-ı mukaddes mezheplerine ait bir Manastır mevcut.

Lefkoşe’de Sarkis adında zengin Ermeni bir tüccara misafir oldum. Ermeni’nin daha yakında inşa edip oturduğu evi çok güzel dekore edilmiş, geniş  möbleli lüks bir ev. Bir Hıristiyanın ikamet edeceği tarzda döşenmiş bu lüx görünümlü mesken Kıbrıs’ta hükümetin lütfûnun (mülayemetinin) en iyi bir ispatı sayılır. Bütün Anadolu’da bir reayanın böyle debdebeli (gösterişli) benzer bir ev sergileyemez. Serkis beni çok iyi karşıladı. Avrupalı tüccarlar için bir ayrıcalık olarak verilen beratlarda onların himayesinde çalışan ulu senyörün Müslüman olmayan tebasına iyi davranılması telkin edilir. Türk idaresinde görülen suistimal nedeniyle ulu senyör yabancı tüccarlara uzun zaman himayelerindeki ecnebileri koruma hakkı tanıdı. Bu himaye hakkı zabitlerin hukuksuz muamelesine karşı onları koruyan tek vasıtaydı

Lefkoşe Kıbrıs Adası’nın  valinin ikamet ettiği en önemli şehirlerinden biridir. Ada doğudan batıya uzunlamasına 130 fersah, genişlemesine 60 fersahtır. Ada uzun zaman Romalılar, Rumlar ve Perslere tabi olmuş Fenike krallarınca paylaşılmıştır. Tarih boyunca muhtelif intikal sürecinde Mısır kralları, Selçuklular ve İmparator İskender’in eline geçti. Ada Roma’nın önemli eyaletlerinden biri oldu, daha sonra Arapların eline geçti. Kudüs Kralı Guy Lusignan ve onun soyundan gelenlerin hakimiyetinde kaldı. İlerleyen yıllarda Mısır sultanının müdahalesiyle Lüsignanlar Mısır krallarına vergi ödeyerek varlıklarını sürdürdüler. Belli bir zaman sonra Venedikliler Lüsignanların işlerine müdahil olmaya başlamış ve adaya tamamen el koymuşlardır. 1570’ te ise Selim I adayı fethetmiştir.

On beş Mart öğlen vakti Lefkoşe’den hareket ettim ve aynı günün akşamı Girne’ye ulaştık. Başkent merkezinin doğusunda beş fersah uzaklıkta yer alan limana ulaşmak için epeyce bitki örtüsünden mahrum kışın vuku bulan sellerin oluşturduğu yer yer kurumuş dere yataklarının bulunduğu ovadan geçtik. Seyahatimizi Venediklilerin yaptığı ve Türklerin onarmayarak ihmal ettiği kırık dökük köprü yıkıntılardan geçerek sürdürdük. Kuzeye doğru iki saat yürüdükten sonra daha önce bahsettiğim yüksek dağların eteklerine yayılmış kalker sıra tepecikleri arasında yolculuğumuz sürdürdük. Yaklaşık iki fersahlık mesafeden daha uzakta doğu yönünde dağlar arası bir boğazla kendimizi iç içe geçmiş bulduk.

Adanın bu kısmı daha önce seyahat ettiğim yerlere göre çok hoş. Çıplak ve hüzün verici bir görünüm arz eden çorak düzlükler yerine birbirinden farklı boyda yeşilin hakim olduğu tepeler, göz alıcı ve değişken bir manzarayla serapa kendilerini sergiliyorlar. Her tarafta boy gösteren güzel ağaç türlerini şöyle sıralayabiliriz: Meşe, çamın her çeşidi, keçi boynuzu ağaçları ve bolca zeytin ağaçları. Ayrıca dere yataklarında çimenlikler üzerinde zakkum, kocayemiş ağaçları ve çok çeşitli çalılıklar yer almakta. Revnakli çiçeklerin atası küçük ormanlar, çeşitlilik arz eden çalılıkların avizeleşmiş yaprakları karşısında, onlara komşu hemen yanı başında yer alan zamanla siyahlaşmış çıplak ve yüksek tepelerin varlığı, büyüleyici bir manzara oluşturuyor.

Özellikle Girne’ye ulaşmak için dağdan inişte, çok çeşitlilik arz eden manzara, insanın gözüne görünümü latif sonsuzluk duygusu veren bir duygu sunuyor. Uzaktan karşılara bakışta haçlıların inşa ettiği manastır kalıntıları, Venediklilerden kalan binaların yükseltileri göze çarpıyor. Bunların dışında kalan ören yerleri, inşaatta kullanılan taş kitleleri ve sağlam duruşlarıyla çok eskilere giden antik asıllı olduklarını adeta dile getirir gibiler. Örneğin, geçiş yerlerini savunmak, adanın diğer yerleriyle muhabereyi sağlamak için Girne’nin güneyinde, boğazın dip noktasında yer alan eski surları bütünleyen duvar parçalarının varlığını hala sürdürmesi gibi. Pelin, dokuz kadar kralın varlığından bahseder.[4] Arazinin coğrafi yapısı, söz kısmı içine alacak şekilde batıda Cromnium burnundan, doğu istikametinde Antik Afrodizya’ya (Aphrodisiaes) kadar, yüksek dağ zincirinin kuzeyine doğru genişleyerek yayılır. Yüksek dağlarla çevrelenmiş bu bölge adanın diğer kısımlarından izole edilmiş durumda.

Girne otuz kadar evden oluşan küçük bir köy. Burada yüz kadar Müslüman birkaç Hıristiyan Rum yaşamaktadır. Bu insanların tamamı, Caramanie (Karaman) sahilleriyle beraber adanın diğer bölgeleriyle bağlantıyı sağlayan şeflerden biri olma sıfatıyla hükümet tarafından kendisine ödeme yapılan kaptan Ragusais’in emrinde çalışmakta. Kaptan her ay 1000 kuruş ücret almakta. Kaptan ortalama olarak bu ücretle hem geminin bakımını hem de personel giderlerinin sorumluluğunu yerine getirmektedir. Hiç bir gemi boyardsız (Rus veya Ulah asilzadesi) ve adanın ana karayla da iletişimini de sağlayan Kıbrıs valisinin pasaport vizesi olmaksızın Girne’den ayrılamaz.

Girne köyünü oluşturan dağınık evlerin arka kısımlarında pamuk ve hububat bağları bulunmaktadır. Bu bölge tamamıyla çok münbit arazilere sahip. Fakat ne var ki çekirge sürüleri mahsule çok büyük zarar vermekte. Önceki yıl bu çekirgeler hasatı mahvetmiş. Arazi hala bunlarla kaplı. Bu zararlı haşerat bir çok yerde kurtçuk kümeleri halinde öyle duruyor.  Gelecekte bu kurtçuklar büyüyüp birer çekirge olacaklar. Çekirgeler birkaç yılda belli fasılalarla kuzey rüzgarlarının sürüklemesiyle Caramanie’nin karşı sahillerinden adaya gelirler. Geçmiş yıllarda olduğu gibi buraya gelen çekirgeler çoğalırlar. İşte adada hububat kıtlığının nedenlerinden biri bu hadisedir. Kıbrıs halkı bu eksikliği Suriye ve Anadolu’dan karşılamaya çalışmakta, dışarıdan gelen ihtiyaç maddelerine karşı olan bağımlılığı azaltmaya çalışmaktadır.

Kıbrıs hükümeti bir dereceye kadar Babıali’nin gönderdiği muhassılla Rum başpiskoposu arasında eşit paylaşım icra etmeye çalışır. Hıristiyanlar Şarkın diğer bölgelerine göre burada büyük bir özgürlük içindeler. İdareciler sadece muhassıl ve az sayıdaki zabitleriyle müdahil olmaktadır. Çünkü burada iktidarın suiistimale yol açacak etkisi çok az. Fakat, vaktiyle komşu memleketlere göre daha az yoksul olan ada, birkaç yıldan beri ayaklanmalara maruz kalmaktadır. Bu ayaklanmalar Rumların göçmesine dolayısıyla ada nüfusunun azalmasına neden olmaktadır. İdarenin vergiyi kelle başına değil belli bir bölgenin toplam ahalisi üzerinden almaktadır, yani vergilendirme sayı baz alınarak yapılmamaktadır. Buda adadan Rum nüfusun göçmesiyle kalanların eskiye göre on katı daha fazla vergi ödemeleri gerektiği sonucunu çıkarmaktadır. Ayrıca kapitülasyon vergisi (belli bir bölgeye tahsis edilen) yüz-yüz yirmi beş kuruşa kadar çıkmaktadır.  Bu vergi türü diğer oranların haricinde tutulur, zira Suriye’de ve imparatorluğun diğer tüm bölgelerinde sınıflara ayrılan reaya sadece beş veya sekiz kuruş kadar öderler. İmparatorluğun diğer yerlerine göre Kıbrıs’ta ortalamanın çok üstünde olan bu vergilendirme göçlerle kaybolan vergiyi elde etmeye yönelik bir uygulamadır. Çünkü adadan göç günden güne artmakta buda yukarıda zikrettiğimiz sonucu doğurmaktadır.

Ada’da sefalet hat safhada, iş gücü ve işçi ücretleri çok düşük. Burada Anadolu ve Suriye’ye ihraç edilen keten (tuval) ve pamuklu bez üretilmekte. Tuvaller genişliği bir pik (picks) uzunluğu ise yirmi pik (picks) şeklinde parça parça satılmakta ve fiyatı da ortalama beş kuruşa mal olmaktadır. Şöyle ki; Keten bir kuruş, pamuk üç kuruş eder dört kuruş, maliyeti tamamlamak üzere geriye kalan bir kuruşta işçi ücretini oluşturmakta. Buda günlük bir çalışanın aldığı on üç para gibi komik bir tutar demektir.

Bu tuvaller evlerde kadınlar tarafından imal edilmektedir. Lefkoşe’de ise bu türden kumaş üretimi yapan bir çok dokuma tezgahları mevcut. Bu tezgahlarda aynı zamanda mendil, örtü, yastık yüzü, minder, atkı, kadın giysisi gibi eşya üretiminde kullanılan renkli kumaşlar da dokunmaktadır.  Söz konusu kumaşlar Suriye, Mısır’da gerek ucuz olmaları gerekse ihtiyaç duyulan eşya olmaları hasebiyle çokça tercih edilmektedir. Adanın diğer imalat maddeleri ham işlenmemiş pamuk, pamuk ipliği, yün ve kumaş boyasını sayabiliriz.

Bilindiği gibi Kıbrıs şarabı çok değerlidir. İki kalitesi bulunur. Bunlardan birisi çok sıcak, likörsü ve hafif tatlı komander olanı, diğeri ise sert, kırmız ve yoğun özellikleri taşıyan ordiner olanıdır. Bu sonuncusu her ne kadar biraz kaymağımsı ise de sağlıklı ve hoştur.

Ağustosun ortasından itibaren onu takip eden iki ay boyunca Caramanie (Karaman) sahillerinden Kıbrıs’a, bizim serçelerimize göre daha küçük cüsseli, çok sayıda bir kuş göçü olur. Bu kuşlar “kır inciri  (becs-figues) kuşu”  diye adlandırılır, çok yağlı aynı zamanda nefis lezzetli bir kuş türüdür. Aynı sezonda Halep’te göç yolları arasında yer alır. Buradan geçişlerinde hava biraz soğuktur. Kır inciri kuşunun kışın yaklaşması nedeniyle kuzeyden güneye doğru göçtüğü anlaşılıyor. Zira Kıbrıs’a gelişlerinden bir süre sonra İskenderiye’de ve Mısır kıyılarında oldukları müşahede edilir. Kıbrıs’ta, özellikle Girne’de, kır inciri kuşundan çok güzel yiyecek hazırlanır. Önce sıcak sudan geçirildikten sonra şarap veya sirkeyle toprak testi içinde konserveleştirilir. Bu kuşlar Şark’ta ve bazı Avrupa kentlerinde de oldukça az bulunur aranılan türdendir.

Girne’nin batısına birkaç mesafe uzaklıkta deniz kıyısında kayalara oyulmuş yer altı mezarlıkları görülüyor. Biraz daha ötede eski bir kilise ile geriye sadece duvarları kalmış oldukça büyük bir manastır var. Girne’nin doğusunda deniz kıyıları, kumlu ve dar bir plajla dikey olarak kesişen çorak ve kalker kayalıklardan oluşuyor. Kıyı üzerinde denizden birkaç adım mesafede kayalıkların tabanından çıkan berrak bir su kaynağı mevcut. Bu kaynağın yakınlarında tuğladan yapılmış antik yapı izleri görülüyor ki bu kalıntıların Lapithos kentine ait olduğuna inanılır. Oradan itibaren fundalıklarla kaplı aynı seviyede olmayan muhtelif tepeler sıralanmış. Fundalıklar kaplı inişli çıkışlı bu arazi kıyıdan yüksek dağ eteklerine kadar yayılıyor. Bu yüce dağlar antik Aphrodias’a ve oradan Saint-Andre (Aziz-Andre) burnuna kadar kuzeydoğuya doğru uzanıp gidiyor. Dağların kuzey etekleri bereketli mahsullerle örtülü. Buraların havası yakınlardaki yüksek Torosların zirvesinden gelen esintiyle serinler. Aynı şekilde hiçbir şey adanın bu bölgesinde bitkilerin zenginliği ve canlılığına eş ve benzer değildir. Güney’in çorak ve çıplak olmasına karşılık burası (onun aksine) o derece verimli, zikretmeye değer konumunun çeşitlilik arz etmesi ve latif görkemli manzarasının zenginliğiyle tezahür etmekte, gözlerden kaçmamaktadır. Girne’den iki fersah uzaklıkta çok büyük bir manastırın kalıntıları bulunuyor ki ben onların Venedikliler zamanından kalma bir yapı olduğu kanaatindeyim. Burada oraya Casa della Reina deniyor. Bu yapı dağların eteğinde ovadan daha yüksek bir yerde düzlüklere hakim konumda inşa edilmiş. Kıbrıslılar ona Bel Paes diyerek çevresindeki yerlerden ayrı tutmuşlar. Güzelliği ve iç ferahlatıcı vasfı Kıbrıslıların ona ihtişamlı diye adlandırmasına sebep olmuştur.

Girne limanı, kuzey ve kuzey rüzgarlarına açık pozisyonda, deniz sathında bulunan çift sıra kayalıklar nedeniyle kuzeydoğu ve batı rüzgarlarına karşı korunaklı durumda küçük bir liman. Venedikliler limanda taş malzemeden iki rıhtım inşa etmişlerdi. Rıhtımların uç noktasında bugün nerede ise yarısı yıkılmış kuleler bulunuyor. Batı bölümünde bulunan rıhtımın dip noktasında sahil feneri olarak kullanılan bir kule daha mevcut. İstihkam kalesi limanın doğu bölümünde yer alıyor. Burası dört köşesinde birer kulenin bulunduğu kare şeklinde çevrili bir alandan ibaret. Girne vaktiyle çok korunaklı bir yerdi. Türklerin burayı dirençle karşılaşmadan almaları kenti savunmakla görevli  Venedik subaylarının bu avantajı kullanmayarak kalleşlik yapmaları sebebiyledir.

Bir çok yapının inşa edilmiş olması Girne’nin bulunduğu konumun ne kadar önemli olduğunun göstergesidir. Kentin bu durumu kaçınılmaz olarak adanın ana karayla bağlantısını sağlayan merkezi nokta olmasına yol açmıştır. Buradan karşı Karaman kıyıları görülmektedir ki aradaki mesafe sadece altmış mil kadardır. İlkbahar sonu ve yaz sezonunda Karaman kıyılarındaki limanlarla Girne arasında günlük bağlantı yapılmaktadır. Bu limanlardan kuzeyde Celindri yetmiş mil,[5] Anamur 140 mil[6] ve batıya doğru çıktıkça Alaya (Alanya) yüz yirmi dört mil ve Satalie (Antalya) iki yüz altmış mil uzaklıkta bulunmaktadır.

Öyleyse Celindri (Aydıncık burnu) Girne’ye en yakın Asya limanıdır. Konumu itibariyle Girne’nin biraz doğusuna doğru kuzeyde yer alır. Celindri’nin berisinde, Karaman kıyıları batıya doğru, biraz güney istikametine yayılarak, Asya’nın bu bölgede en güney noktası olan Anamur burnuna kadar uzanıp gider. Kıbrıs Adası’nın mütekabilinde, Cormachiti burnu yani eski Crommyum Promontorium, Girne’nin kuzeyine doğru uzanır. Denizin içine girmiş bu çıkıntı ana karaya en yakın noktada yer alır. Bunları ayıran körfezin en dar yeri sadece on dört fersah veya elli altı millik (4×14) bir mesafedir.[7] Bana Girne’de verilen bu uzaklık ölçüsü şaşırtıcı bir şekilde Strabon’un ki ile tıpa tıp aynıdır. Bu yazar derki;[8] Crommyum burnunun Karaman kıyılarına olan en yakın mesafe uzunluğu üç yüz elli stad (Yunanlılarda 180 metrelik uzunluk) dır. Bu her biri dört milden oluşan 24 fersahlık meridyen basamağı için 600 oranında olimpik stadını ele aldığımızda tam olarak 14 fersah yani 56 mil ortaya çıkar.

Toros dağının kollarından (uzantılarından) birini oluşturan Anamur burnu batı istikametinde Antalya (Satalie) Körfezi’nden, doğu yönünde Tarsus’dan ayrılır. Birçok haritada yanlışlıkla Anamur, bu burnun güney noktası üzerinde gösterilir. Bu yanlış kuşkusuz eskilerin bu noktayı Anamur Burnu (Promontoire Anamur) adıyla göstermesinden ileri gelir. Bu yöre için çok az bilinen bir husus olarak, Strabon’un söz konusu burun için verdiği ölçüleri limana uygulayan çağın coğrafyacıları onu oldukça güneye doğru bir noktada göstermişlerdir. Gerçekte Anamur kenti ve limanı Karaman sahilinin oldukça güneye düşen çıkıntının kuzeyine 40 mil uzaklıkta bir noktada bulunur. İkisi (kent-liman) –tıpkı birincisi gibi- Toros’un kollarından birini oluşturan, güneye doğru çok az girintili başka bir burunla açık denizden ayrılır.

Strabon’un verdiği mesafe ölçülerine göre, söz konusu edilen birinci burunun (iki burundan ilk olanı) Anamur burnu olmasında kuşku yoktur. Celindri (Aydıncık-Celindire) kentin adını aldığı (Anamur’un) Anamur burnuna çok yakın bir mahaldedir. Deniz yoluyla Girne-Anamur arası uzaklık, Girne-Celindri arası uzaklığın hemen hemen iki katıdır.  Zira, ilk mesafe, görüldüğü gibi, 140 mil, ikincisi ise sadece 80 mildir. Celindri doğal olarak oluşmuş küçük bir sığınak yeridir. Burada gemiler güneydoğu rüzgarlarının darbelerine açıktır. Bugün buraya yakın kıyı şeridinde hiçbir mesken bulunmuyor. Yalnız Asya’nın bu sahilleri, İstanbul’dan Kıbrıs’a oradan Suriye veya Mısır’a giden Tatarlar için çokça kullanılan bir uğrak yeridir. Coğrafi konumu Strabon’un bahsettiği antik Celinderis’e uygun düşüyor. Bugün oradan geriye, limanın öte taraflarına doğru bazı tarihi ören yerleri kalmıştır. Bunlar arasında birkaç mezar, eski sur duvarları, kentin su ihtiyacında kullanılan kısa mesafedeki kaynak suyunun taşınmasında kullanılan bir su kemerini sayabiliriz. Celindri’de hiç akarsu bulunmuyor. Fakat dağın eteğinde, kıyıya yakın, batı yönünde İncir sığınağı (Figuiere) na bir fersah (dört mil) uzaklıkta çok güzel bir kaynak suyu var.

Kuzeydoğuya doğru ilerlerken, Tarsus Körfezi sularıyla kuşatılan sahilde bugün antik Seleucia olması muhtemel Silifke kenti bulunuyor. Şehir Calycadnus (Göksu nehri) ırmağı üzerinde, ırmak çalılığına (büküne) yakın bir yere kurulmuş. Antik Seleucia’dan geriye ören yerleri ve birkaç kulübe şeklinde yapılar kalmış. Göksu Nehri çalılığının (bükünün) içindeki gemi sığınak yeri çok kötü vaziyette, fakat böyle olmakla beraber Kıbrıs’tan çıkış yapıp ta İstanbul’a gitmek isteyen gezginler ve Tatarların çokça uğradıkları bir mekan. Tercih edilen bu yol çok uzun olmakla beraber Tarsus-Konya (Cogni) arasından daha güvenlidir. Bunlar Celindri’de gemiden indikten sonra oradan Karamanya’nın merkezi Karaman’a giderler.

Soli (Erdemli) limanı Tarsus Körfezi’nin batı kıyısında Tarsus kenti ile Silifke arasında yer alır. Tarsus kenti ise konumu itibariyle körfezin dip noktasında karadan içeriye doğru bir mahalde bulunuyor. Deniz yoluyla oraya gitmek için, vapurdan indikten sonra sahilden oraya, hiçbir iskanın olmadığı boş bir alanda, iki fersahlık (4×2 millik) bir yolu kat etmek gerekir. Tarsus’tan aynı mesafede denize dökülen Cydnus’te de (Tarsus ırmağı) bir gemi sığınak yeri oluşturulmuştur.

BİRİNCİ BÖLÜM NOTLARI

Ben burada akıntıların (deniz yüzeyindeki suların yer değiştirmesi) yönü ve Akdeniz diplerinde gel-git (med-cezir) olayıyla suların yükselmesi (irtifa) üzerine bazı gözlemlerimi not halinde ilave etmek istiyorum. Girne kanalında her gün birbirinin tersi yönünde iki akıntı vuku bulur. İlk etapta önce açık denizden (deniz yüzeyinden) İskenderiye Körfezi’ne doğru oluşan akıntı daha sonra ters yönde meydana gelir. Akıntı yerlerini bilen denizciler diyorlar ki; evvela gece yarısı sular yükselmeye başlar ertesi gün öğlene kadar bu olay böyle devam eder. Akabinde aksi yönde cereyan eden akıntı ise öncekinin yerini doldurmak için aynı tarzda gece yarısına kadar sürer.

Ters yönde oluşan bu iki akıntı, Med-Cezir olayına benzer bir iniş-çıkış oluşturduğu saptanmıştır. Denizlerde su seviyesi kıyılarda aynı seviyede olmayıp (özellikle denizin kabarmasıyla) farklılık gösterir, Akdeniz’in orta kısımlarında ise bu durum yok denecek kadar azdır. Halbuki olay, kıyı kesimlere doğru uç noktalarda gözle görülür, açıkça hissedilir şekilde mevcuttur, tıpkı (Akdeniz’in) doğu havzasında olduğu gibi. Normal zamanlarda (veya koşullarda) deniz sathından itibaren Cezir durumundaki denizin (inik denizin) yükselmesinden oluşan suyun yükseltisi yaklaşık bir kademin yarısı kadardır (aşağı yukarı 30-48 santimetrelik bir Anglosakson uzunluk birimi). Hususiyle gece ve gündüzün eşit olduğu dönemler gibi istisnai mevsimlerde bazen bir “kadem”e kadar çıktığı da olur.

Gel-git hadisesinin etkisi özellikle Mısır kıyılarında belli bir düzene bağlı olarak belirgin bir şekilde gözlemlenmektedir. Nil’in ağzı engebeli bir pozisyonda kum katmanlarıyla içe dönük kapalı bir durum arz eder. Kum katmanları karşı iki doğal kuvvet tarafından oluşturulmuş bir vaziyettedir; bir tarafta nehrin akıntısıyla oluşan çekim gücü, diğer tarafta kıyıları vuran dalgalar. Nil’in beraberinde getirdiği ve suların yavaş yavaş hızını keserek çekilmesi sonucu, ortaya bataklılık havzaları (ziraat yapılan bölgeler) ve boyutları değişkenlik arz eden kum bankları ortaya çıkar. Nehirden dallanıp budaklanarak ayrılıp aralarından suların aktığı uzayıp giden bu kum yığınlarının oluşturduğu duruma bogas (kum adacıkları ve adacıkların arasından suyun akması hali-sazlık) denir. Kıvrım kıvrım oluşan kumlar arasındaki su kanallarını kayıkçılar çok iyi bilmek mecburiyetindedirler çünkü Nil’e çıkmak için bunları takip etmek kaçınılmaz bir durumdur.

Bogasın oluşmasıyla ilgili bu gözlemden şu sonuç çıkıyor oda; suyun yükselmesi, o yüksekliğin oluşmasına sebep olan nedenler gibi değişken olmak zorundadır. Yani Nil akıntısının kuvveti ve sularının yükselmesi, tıpkı etken (dominant) rüzgarların şiddeti ve estiği istikametin tayininde rol oynayan sebepler gibidir. Rüzgar doğudan veya güneydoğudan estiği zaman, Nil’in akıntısı ve rüzgarın şiddeti aynı oluş ve nedenlere dayanır ve biri ve ötekisi (her ikisi) suların batıya doğru çekilmesine yol açar. Bunun tersine, şayet kuzeybatı rüzgarları sert eserlerse bu iki kuvvet doğrudan zıt yönde karşı karşıya kalır. Birbirini karşı karşıya getiren zıt yöndeki çekim güçleri çok büyük deniz dalgaları oluştururlar ki bu da bogas yerini geçecek denizcilerin korkulu rüyası olur. Özellikle yazın gün dönümünden önceki ilk aylarda bu iki asıl neden maksimum yoğunluk derecesine çıkar ve bu doğa olayı (fenomen) çok dikkat çekici ve gerçekten de ürkütücüdür. O sırada denizde o kadar  çok ve öylesine yüksek ve hızlı dalgalar oluşur ki kayıklar parçalanmaktan kurtulmak için bogas üzerine çekilmek zorunda kalır. Bunun tam tersine, rüzgarların doğu istikametinden esmesi durumunda gemiler (veya kayıklar) zarar görmeden bu kum banklarına yanaşmaları imkan dahilindedir. Kayıklar bu kum sığınaklarında limanlarda ve nehir yataklarındaki sığınaklarda ki kadar güvendedirler.

Gün dönümlerine (ekinoks) doğru, doğu rüzgarları düzenli olarak birkaç gün estikleri zamanlarda, Nil’den çıkıp İskenderiye’ye gitmeye çalışan gemiler kum adacıklarının üzerinde karaya oturdukları sıkça görülen olağan durumlardandır. Ne var ki gemiciler bu durumdan fazla endişe duymazlar, çünkü mutat şekilde, daha önce bahsettiğim gel-git olayının bir neticesi olarak, su seviyesinin yükselmesiyle bu durumdan kurtulacaklarını çok iyi bilirler. Böylece vapurlar (kayıklar) ancak; her gün düzenli olarak kum adacıklarını örtecek tarzda suların yükselmesiyle , kum tepeciklerini aşarak yollarına devam edebilirler. Ben gün dönümüne doğru olan mevsimde suların kabarmasıyla oluşan su seviyesinin bir “kadem” ve üstü miktarında olduğunu tahmin ediyorum. O anlarda suyun yükselmesini gerektiren sebepler ortaya çıktığı zaman, su taşkınlığının şiddeti de oldukça fazla olur. [9]

Periyodik olarak, deniz sularının yükselmesiyle Nil bogaslarının sular altında kalması (veya suların çekilmesiyle açığa çıkması hadisesi), bu incelemeyle anlaşılır ve kanaat getirilir biçimde gözler önüne serildi. Bu olgu denizciler tarafından çok iyi bilinmektedir. Bu nedenle Rosett-İskenderiye arası deniz seferlerinde hangi güzargahı takip edeceklerini çok iyi bilirler. Belli zaman dilimlerinde vukubulan deniz sularının yükselmesi olayı, iki akıntının varlığıyla belirgin olarak alakalıdır ki Kıbrıslılar da bu hadiseyi Girne kanalından bilmektedirler.  Bu iki fenomen aynı sebeple ilintilidir; zira mûtad olarak gerçekleşen ve Doğu Akdeniz havzasının bütününde olduğu tahmin edilen ters yönlü iki akıntı vakası, mütekabil kumsal alanlarında gerçekleştiği gibi, aynı sebep-sonuç şartları dahilinde Mısır kumsallarında da görülmesi kaçınılmazdır. Akıntının doğu istikametinde kesildiği esnada doğu havzasında su seviyesi  maksimum düzeydedir; bunu izleyen periyodun nihayetinde zıt yöndeki akıntının tabii bir sonucu olarak su seviyesi minimum düzeydedir: Bundan hareketle Nil bogasının üzerinde suların yükselmesi ve alçalması arasındaki periyodik farklılığın aynısı Girne Kanalı’nda da söz konusudur. Buda benim yukarıda söz konusu ettiğim zıt yönde iki akıntının kaçınılmaz neticesinden ileri gelir.


Notlar:

[1] -Bir alan üzerinde biri deniz yüzeyini diğeri de onun karşı paralelinde olan bir bölge yüzeyini ele alalım. Bu iki yüzeyde belli ağırlık merkezleri alarak şöyle tahmini hesaplama yapılabiliriz. Belirlenen ağırlık merkezleri esas alınarak sıcak mevsimde etkin olan rüzgarın yönünü gösteren bir istikamet çizilir. Bunlardan biri x diğeri y olsun. Karşı paralel için ise x´, y´ ile gösterilsin. x-y ilk ağırlık merkezini, x´-y´ ikincisini  temsil ediyor.

x-y                                                                                                                                                               ————

x´-y´   kolaylıkla uygulanabilecek bu formülle rüzgarın yönünü  tespit edilir.

 

[2] -Par les Espagnols, en 1806, Enlem 35º, 36´, 30º. Boylam 32º, 12´, 30º

[3] -Larnaka ve adanın diğer bölgelerinde sadece güçlükle temin edilebilen eski Yunan ve Roma parası bulunur. Bunlar eski Kıbrıs krallarına aittirler ve aralarında çok kıymetli olanları da vardır. Buna karşılık, son zamanlarda Kostantıniye Rum İmparatorluğu (Bas Empire)’na ait birçok para mevcuttur.

[4] – Cyprum ad ortum occasumque ciliciae, ac syriae objectam, quondam IX regnorum sedem. Lib V, cap. 35

[5] – Yaklaşık olarak on yedi bucuk fersah (bir fersah dört mil). M. Oliver on sekiz deniz mili (4X18) olarak hesaplamıştır. (Bakınız, Voyage dans l’İmpire Ottomane, tom 3, p. 484).

6] – Anamur-Girne arası mesafe doğrudan 120 mil veya otuz fersahtır. Fakat Anamur limanına varmadan önce Anamur çıkıntısını (burnunu) iki kat mesafeyle almak gerekir. Denizle yol biraz uzak. Yani uzaklığı 140 mil veya 35 fersah olarak hesaplamak lazım. Bu ve metinde bahsettiğimiz diğer mesafe ölçüleri bana Girne’de ikamet eden Kaptan Ragusais anlattı. Yıllarac Anadolu kıyılaında Celindri-Antalya arası gemi işleten bu damın bu uzaklıkları çok iyi bilmiş olması gerekir.

7] – Mösyö Oliver ile Pockock Girne kanalı’nın en dar yeri için aynı ölçüyü hesaplamışlardır.

8] – Strabon  14. kitapta şöyle der: Charadrus ve Andrilus tepesinden sonra Anamur burnuna varılır. Buda Crommyum’dan 350 stadlık bir mesafedir. Fakat birinciyi aynı adı taşıyan limanla karıştırmamak lazım.

[9] – Ben bu tabiat olayının varlığını bizatihi yaşayarak gördüm. Mart ayı idi Rosett’en İskenderiye’ye gidiyordum. Birkaç günden beri esen doğu rüzgarları bogoslar üzerindeki su seviyesini o kadar düşürdüki, burayı geçmek için Reisi’in aldığı tüm tedbirlere rağmen vapurumuz bogos üzerinde karaya oturmak zorunda kaldı. O sıralar saat sabahın dokuzuydu. Karaya oturan vapurumuzu kurtarmak için hamulesinin bir bölümünü indirmemiz için 24 saatimizi harcadık. Bu operasyon ertesi günün yarılarına doğru sona erdi. Kaptan o esnada suyun bogosları kapsayacak ve gemimizin de hareketini sağlayacak duruma gelinceye kadar bekledi. Bu da ertesi günü sabah saat altıya doğru gerçekleşti.

Ali YILDIZ

Kaynak: http://www.bilgipedia.org/coranseza-coransey-seyahatnamesinde-kibris-ve-karaman-denizi-sahilleri-1809/

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum