CEMİL MERİÇ: MAĞARADAKİLER (KİTAP ÖZETİ)

CEMİL MERİÇ: MAĞARADAKİLER (KİTAP ÖZETİ)
25 Mayıs 2020 - 18:23

Mağaradakiler Kitabına Platon’un “Mağara” metaforuyla giriş yapar Cemil Meriç. Güneş ışığı vuran bir kapı, sırtı kapıya dönük insanlar ve onların tek gerçeklikleri duvara vuran gölgelerden oluşan bir mağara. Bu mağaradan kurtulan, cisimlerin gerçeklerini, suyu ve güneşi gören bir kişi, eğer tekrar mağaraya dönüp insanlara bunu anlatmaya kalksaydı ona inanmazlar ve alay ederlerdi. İşte bu mağaradan kaçan ve insanlara gerçeği anlatmaya çalışanlar, aydınlardır. Bu metafordan hareketle kitabın birinci bölümünde “mağaranın dışındakiler” olarak aydınları anlatır yazar. Bu bölümü ikili bir ayrıma tutarak, Avrupa’da aydın yani entelektüelleri ve entelijansiya yani Rusya’da aydın kavramlarını ayırarak inceler. Peki, kimdir entelektüel? O karışık, anlaması ve sınıflandırması zor bir kavramdır Meriç’e göre.  Sağa ve sola göre entelektüel tanımlamaları içinde çeşitli düşünürlerin entelektüel tariflerini yazar Meriç. Sağa göre entelektüel; hükümlerini aklın ışığında vermeli, dürüst ve hoşgörülü olmalıdır. Entelektüeller ayrı bir toplumsal sınıf değillerdir fakat ortak davranışları ve çıkarları bakımından da bir sınıfa benzerler. Zaten entelektüelin ortak bir tanımı da yoktur. Üzerinde anlaşmaya varılan tek yönü: “eleştiricilik”tir. Sola göre entelektüel ise; tarih sahnesine çıkan her sosyal sınıfın, kendisiyle beraber yarattığı bir sınıftır.

Türk aydınına göre aydın tariflerine de yer verir yazar. Nitekim her bir tarif kendi içinde kimi eksikleri barındırır. Tüm bu tasniflerin ışığında bir entelektüelin özelliklerini; “zamanın ilmini bilmek, peşin hükümden ziyade olayları kendi kafasında değerlendirerek karar vermek, dürüst, uyanık ve cesur olmak” olarak sayar. Sahip olması gerektiği özellikleri sıraladıktan sonra entelektüellerin tarihsel gelişimini de anlatır Cemil Meriç. Köklerini M.Ö. 5. yüzyılda ortaya çıkan sofistlerde bulur. Sofistler, kültürü dar çevrelerin elinden kurtarmış ve entelektüel hayatın bütün yönlerine dikkati çekmişlerdir. Sofistlerden sonra karşımıza rahipler çıkar. Zamanının okuma yazma bilen insanlarıydı onlar. Daha sonra ise çağdaş entelijansiyanın ilk temsilcileri olarak gördüğü filozoflara değinir. Nihai olarak tarihsel gelişim içerisinde entelektüellere gelir. 19. yüzyılda entelektüelin görevi; hakim sınıfın (burjuvazi) ideolojisini korumak olmuştur. Yüzyılın sonlarına doğru; ya gerici bir burjuva olmak ya da proletaryayı eğitmek tercihleri arasında kalmıştır. 20. yüzyılda ise artık burjuvanın yozlaşmış bir üyesi olmuşlardır.

Entelektüel ve kapitalizm ilişkisine de değinir yazar. Her ne kadar kapitalizmden öncesinde entelektüeller olsa dahi kapitalizm entelektüellerin düşüncelerini büyük bir kitleye ulaştırılmasını sağlamıştır. Bunu matbaa sayesinde yapmıştır. Kitap ve gazete fiyatlarının ucuzlaması ve sanayi burjuvazisinin gelişmesi, okuyucu sayısını arttırmıştır. Entelektüeli devletin her türlü baskısına karşı da korur burjuvazi. Ama Avrupa aydını kapitalizme düşmandır ve kapitalizm karşısında örgütlenen sendikalara yönelmişler ve sendikaları devrimci bir bilince yöneltmişlerdir. Çevresini ve çeşitli fikir hareketlerini iyi gözleyen entelektüeller, içinde yaşadığı toplumu çağdışı bularak, kurulu düzeni değiştirmeyi önerirler. Her entelektüel için bunu söylemek doğru olmaz zira iktidarın çıkarlarına hizmet eden entelektüeller de vardır. 19. yüzyılda milliyetçiliğin gelişmesinde katkı sunan entelektüeller, daha sonra da sosyalizmin gelişmesine öncülük etmişlerdir. Yazar, burjuvazinin tarih sahnesine çıkışının entelektüelleri sağ ve sol olarak ikiye ayırdığından, ardından da 1917 Devriminin sol entelijansiyayı; komünistler ve sosyalistler olarak ikiye ayırdığından bahseder. Her ülkenin entelijansiyasını iktidara karşı gösterdiği tavır temelinden değerlendirir Meriç.

 

Koestler’in Batı aydınlarının durumunun nevroz olduğunu söyler. Zira aydın, genel kabul görmüş fikirlere ve mevcut iktidarın düşüncelerine karşı çıkar. Bu tavır, onu azınlığa iter ve toplumsal bir çatışma ortaya çıkar. Meydan okumanın kaçınılmaz ücretinin suçluluk nevrozu olduğunu söyler Cemil Meriç ve Batı entelijansiyasına hayran olan Türk aydınını eleştirmekten de çekinmez.

Yazar, daha sonra ise iktidarların entelektüele karşı bakış açılarından bahseder. İktidar, aydından hoşlanmaz. Hatta aydının kendisinin de aydından hoşlanmadığını belirtir. Péguy’un, entelektüellerin kendi işlerini bırakarak siyasete bulaşmalarını sert bir dille eleştirir. Julien Benda’ya göre aydın siyasetle uğraşmamalıdır.

Avrupa’nın aydın anlayışına değinen Cemil Meriç, daha sonra ise Rusya’nın aydın anlayışına yani “entelijansiya”ya değinir. Entelijansiyayı bir ülkedeki aydınlar topluluğu olarak açıklar ve köklerini 18. yüzyıla dayandırır. Rus aydınının yalnız ve ayrı bir sınıf olduğunu anlatır. Bu aydınlar belli bir sınıftan gelmiyorlardı. Toplumun her kesiminden gelen insanlardan oluştuğu için onu bir yamalı bohçaya benzetir. Berdiaev’e göre Rus entelijansiyasına entelektüel olmayanlar da katılabilirdi. Onları ortaklaştıran düşüncelerdir. Daha sonra Meriç, entelijansiyanın tarihsel arka planını anlatır. Entelijansiyanın öncüllerini kendi sınıflarından kopmuş soylularda bulur. 1840’lardan sonra toplumun her kesiminden gelen insanlardan oluşan bu zümre, 1860’larda kendine entelijansiya der. Entelijansiyanın kendi iç çekişmelerini ve 1917’de başa geçişini anlatır. Rus entelijansiyasının Slavcılar ve Batıcılar olarak ikiye ayrıldığından fakat vatan sevgisi konusunda hemfikir olduklarından bahseder Cemil Meriç. Ona göre kesin olan; aydınların içinde bulundukları çağa tahammül edemeyişidir. Turgeniev’in Babalar ve Oğullar kitabının tahlilini sunar ve Bazarov karakteri ile Rus entelijansiyasını anlatır. Daha sonra çağa damgasını vuran gerçek kişilere değinir. Belinski’yi anlatarak başlar ve onu 1860’lardan sonra gelişen devrimci düşüncenin ilk temsilcisi olarak görür. Popülizm kurucusu olarak ise Herzen’i anlatır.

Nihilizmle devam eder. Nihilizmin köklerinin Rus tarihine dayadığını anlatır ve onun entelektüel ifadesinin maddecilik olduğundan bahseder. Böylece 60’ların entelijansiyasını anlatmaya başlar. Dobroliubov, Pisarev ve Çerniçevski’yi 60 neslinin kutup yıldızları olarak tanımlar. Rus entelijansiyasının halkın cahilliği ve yönetimin baskısı altında olduğu için muzdarip olduğunu söyler. Her üç isim de Rusya’da devrimin gelişmesi içim öncülük etmiştir. Daha sonra ise Popülizmden bahseder Meriç. O Rusya’ya ait bir akımdır ve popülistler halktan değillerdir. Bu imtiyazlı sınıf bu yüzden halka karşı sorumludur. Yazara göre popülizmin kaynağında, üstün sınıfın aşağı sınıfa karşı işlediği hatadan pişman olma hissi vardır.

Bölümün sonralarında ise entelijansiyayı belli düşünür ve yazarların tanımlamaları altında inceler. Rus entelijansiyası yabancılaşmış bir aydınlar topluluğudur fakat sadece öyle görmek de yeterli değildir. Ayrı bir sınıftır o.

Kitabının ilk bölümünde “Mağaranın dışındakiler”i, yani aydınları işleyen Cemil Meriç, ikinci bölüme ise “Mağaradakiler” ismini verir. Alışılagelmiş bir Cemil Meriç girişi yapar bölüme ve “Révolution” kelimesinin karşılığı olan “ihtilal, inkılâp, devrim” kelimelerinin tarihsel köklerini inceler. 1789 Devrimi’nin “Révolution” kelimesinin anlamını değiştirdiği için onu 89 öncesi ve sonrası olarak inceler. 1789 Devrimi’nin ihtilal anlayışını değerlendirir ve liberaller için bir fetih, kralcılar içinse bir felaket olduğunu anlatır. Asrın ihtilal anlayışını anlamak için anarşist yorumcuların da ihtilal tanımlamalarını inceler. Anarşizme göre ihtilal halktan kaynaklanmalı, yukardan yönlendirilmemelidir fakat halkı bilinçlendirecek azınlığa da ihtiyaç vardır. Liberalizm gibi anarşizmin de genel bir “ihtilal” tanımı yapamadığını belirterek sosyalizmin “ihtilal” anlayışını değerlendirir. Bu bağlamda Babeuf, Saint Simon ve Karl Marx’ın görüşlerine yer verir. Babeuf’a göre; siyasal ihtilal sosyal bir ihtilalle tamamlanmalıyken, Saint Simon’a göre; eski ile yeninin birlikte yaşayamamasından doğar ihtilaller. Marx’a göre ise üretim güçleri, mülkiyet münasebetleriyle çatıştığında ihtilaller olur. 20. yüzyılın ihtilal anlayışına da değinir Cemil Meriç. 20. yüzyılın başlangıcında 1917 Ekim Devrimi’ne kadar 19. yüzyılın ihtilal anlayışı hâkimdir ve bu anlayış 1789 Fransız İhtilali üzerinden şekillenmiştir. Fakat 1917 Devrimi bu anlayışta bir kırılmalar yaşanmasına neden olur. 1917 Devrimi’nden önce ihtilal anlayışında alt yapı dinamiklerini ön plana çıkartılırken, 1917’den sonra üst yapı ön plana çıkar. Bu karşılaştırmalardan sonra Cemil Meriç bu tariflerin her birinin gerçeği tam manasıyla yansıtmadığını ve her sosyal sınıfın ihtilal anlayışının farklı olduğu sonucuna ulaşır.

İhtilalin Osmanlı’daki gelişimini de anlatır yazar. Dilimize ne zaman girdiği belli olmamakla birlikte Osmanlı için ihtilal; madde dünyasındaki yozlaşma, sosyal alemde ise bir fitne anlamına gelir. Siyasi lehçeye ise 1789’dan sonra girer. Devlet adamları ihtilale kuşku ile bakar ve onu sevimsiz bulurlar. Fakat zamanla aydınlar için “révolution” sevimli bir kavram olur ve karşılığı olarak inkılâp kullanılır. Peki, inkılâp nedir? Bu soruya da yanıt arayan Meriç, kamuslardan birkaç tanım verir: Başka türlü olmak, altüst olmak veya başka şekle ve tarza girmek, değişmek. Özellikle Cumhuriyet’ten sonra Türk yazarlar inkılâp ile ihtilal arasında bir fark gözetmemiştir. Onlara göre inkılâp: ihtilalin ifade ettiği anlamın karşılığıdır. Bu ikileme cevap arar yazarımız ve çeşitli inkılâp tanımlamaların eksikliğini ortaya koyar. Osman Turan’ın inkılâp kelimesiyle aslında “reform”u anlatmasını eleştirirken, Bediüzzaman’ın “inkılâp” anlayışının “İslami esasların ihyası” olduğunu söyler ve Necip Fazıl’ın inkılâp kelimesinin içeriğini dini öğelerle açıklamasının sadece kafa karışıklığına yol açacağını vurgular.

Tüm bu kavram karışıklığına ek olarak 1960’larda karşımıza “devrim” çıkar. İnkılâp ve ihtilale göre daha modern bir kavramdır devrim. Yazar, “devrim”in tanımını bulmaya koyulur. Sözlüklerdeki anlam karmaşasından yine şikâyetçidir. Daha sonra ise sol anlayış içinde devrimin tanımını arar. Bülent Ecevit’in devrim tanımını ele alır ve onun öne sürdüğü “sürekli devrim” kavramını eleştirir. “Devrimler” değil “devrim” vardır Cemil Meriç’e göre. Devrimden sonraki her yenilik sadece reform olabilir.

Sonuç olarak Cemil Meriç; ihtilal, inkılâp ve devrim kelimelerinin “révolution” kavramının karşılığı olduğunu ve Batıda sosyal değişimleri ifade eden iki kelimenin “révolution” ve “reform” olduğunu söyler.

İhtilal kelimesinin tanımını yaptıktan sonra Meriç, bir ihtilalciyi anlatır; Ali Suavi… Başlangıçta “Ali Suavi kimdir”i anlatan yazar, daha sonra başarısızlıkla sonuçlanan ve Suavi’nin hayatına mal olan Çırağan baskınını anlatır ve bu olay üzerinden onun bir ihtilalci olup olmadığını sorgular. Fakat bunu anlamak için ihtilalle ayaklanma arasındaki farkları ortaya koyar. İhtilaller geneldir, tüm toplum katılır ihtilale. Ayaklanmalar ise bir grubun eseridir ve sebebi şahsidir. Meriç’in Charles Rappoport’tan aktardığına göre “gerçek ihtilalci, üstün siyasi ve içtimai bir nizamın emrindedir. Şiddetten nefret eder. İhtilalci hayatını bir davaya adar.” Bu bilgiler doğrultusunda Meriç, Çırağan baskınını bir ihtilal, Ali Suavi’yi de bir ihtilalci olarak kabul etmez.

Sonraki bölümde anarşizmi anlatır Cemil Meriç. Çeşitli tanımlamalarını aktarırken Garraud’nun anarşizm tanımlamasından yararlanır. Buradan hareketle anarşizm ve sosyalizmin farklarına da değinir. Onları “düşman kardeşler” olarak nitelendirir. Sosyalistler kitle hareketlerinden yanayken, anarşistler bireysel terörden yararlanırlar. Anarşizmi daha iyi anlamak için kamuslardaki tanımlardan yararlanır. Daha sonra anarşizmi daha detaylı incelemiş ve anarşizmin ilkelerinin diğer ideolojilerde de bulunduğunu söylemiştir. Cemil Meriç’e göre anarşizm bir ütopyadır. Sadece amaçları değil amacı gerçekleştirecek araçları da dikkate alır. Anarşi ve liberalizm karşılaştırması yapan yazar, bu iki ideolojinin benzer ve farklı yönlerini ortaya koyar. Lakin liberalizm, anarşizmden farklı olarak devleti ortadan kaldırmayı hedeflemez, sınırlandırmak ister. Jandarma devlet anlayışından yanadır. Anarşizm ise, jandarma devleti savunmaz, onlara göre “en iyi hükümet, hükümetsizliktir”. Daha sonra ise komünist anarşistleri anlatır. İki ideoloji arasında benzerlik kurmak zordur. Anarşizm, mutlak siyasi hürriyet demek iken, komünizm iktisadi eşitlik demektir. Komünist anarşistler kapitalistlerin mallarına el koymak, üretim araçlarını toplumun emrine vermek bakımından sosyalistlere benzerler fakat onlardan “emeğin teşkilatlanması” hususunda ayrılırlar. Sosyalistler; kolektivist, anarşistler ise komünisttirler. Sosyalizmde herkes “emeğine göre” yerken, anarşist komünizmde ise, herkes istediği kadar çalışır ve pastadan istediği kadar pay alır. Yalnızca bol olmayan üretimler kısıtlanabilir. Devletin ve yöneticilerin olmadığı, ferdi hürriyetin yüceltildiği bir idealdir o. Anarşistler ile komünistler iç savaşlarda bazen bir araya gelseler dahi daha sonra birbirlerine düşman olurlar.

Anarşizm ile 60’ların öğrenci hareketleri arasındaki ilişkiyi de inceler Cemil Meriç. Bu öğrenci hareketleri büyük şirketlere, ordu ve bürokrasiye karşı besledikleri güvensizlik ve ferdi hürriyetin yüceltilmesi bakımından anarşizme benzer. Lakin öğrenci hareketleri; kanunları, siyaseti ve hükümeti, refah ve özgürlükler gibi amaçlar için birer araç kabul ederler. Onlar devleti reddetmez, sadece devlete güvenemezler; fakat anarşistler devleti reddederler. Dolayısıyla öğrenci hareketlerini anarşist hareketler olarak kabul edemeyiz.

Osmanlı’da anarşizme değinmeden geçmez yazar. Avrupa’da esen terör rüzgârının ülkemize 20. yüzyılın başlarında uğradığından bahseder. Bir Ermeni’nin ll. Abdülhamid’e düzenlediği suikastı anarşist bir eylem olarak görür Cemil Meriç fakat isminin tam olarak konulmadığından bahseder.  Rıza Tevfik ona “Fevza” der fakat Tevfik’in anarşi ile anarşizmi karıştırmış olduğundan bahseder Cemil Meriç. Anarşizmin ülkemiz topraklarına zaman zaman sirayet ettiğini söylese dahi bizdeki öğrenci hareketlerinin durumunu anarşiden çok “anomi” kavramıyla açıklar Cemil Meriç. Anarşistlerin hedefinin devlet olduğunun fakat ülkemizde gelişen öğrenci hareketlerinin sadece “birbirlerini yemek” olduğunu söyler.  Anomi; kanunsuzluk, sabit bir kanun yokluğu anlamına gelir. Yani düzeni sağlayan ahlak ve hukuk kuralları ortadan kalkınca toplumun bütününü etkisi altına alan bir hastalıktır.

Daha sonraki bölümde ise tekrar Avrupa’ya uzanır Cemil Meriç. Avrupa ve Terakki, yani ilerleme…  16. yüzyılda icatlar ve keşifler fikir dünyasında değişiklikleri beraberinde getirir. Yüzyılın hakim anlayışıdır terakki… İnsanlık daima ilerlemektedir. Lakin terakki felsefesinin asıl yükselişi 18. yüzyılda olmuştur. İktidarını sürekli pekiştiren burjuvazi, geçmişi tamamen unutmuş ve terakki düşüncesi 19. yüzyılda toplumun tüm tabakalarına kök salmıştır. Lakin bu “ilerleme”, emperyalizmin cicili maskesi olmuştur. “Rabbin sevgili kavmi kendi nizamını diğer kavimlere kabul ettirir” der Cemil Meriç, sebep aynıdır; terakki!

Yine de bu fikre karşı çıkanlar da olmuştur. Böylece 19. yüzyılın sonlarına doğru burjuva aydınları da terakkiden şüphe etmeye başlarlar. Zira artık yeni bir sınıf oluşmaktaydı ve artık ilerleme fikri solun elindedir. 20. yüzyılda ise terakki fikri artık önemini kaybetmiştir. Onun için terakki tehlikeli bir hayal olmuştur.

Ülkemizde medeniyet düşüncesine baktığımızda ise batıdan farklı bir gelişim vardır bizde. Onun kusurları bizde yoktur. Buna rağmen geri kalmışlığımızın sebebini atalet yani terakki-perver olmamakta bulur Namık Kemal ve çözümü bilgi ve emekte bulur. Medeniyet, hürriyetten bağımsız açıklanabilecek bir olgu değildir. Bu nedenle hürriyet kavramının gelişimini anlatır Cemil Meriç. Çeşitli görüşlere yer verir fakat hürriyetin tam bir tanımının yapılamadığının da altını çizer. Tarihsel gelişimini de anlatan yazar 18. yüzyılın ortalarına kadar “fert”in olmadığını söyler. Hürriyet bir hak değil sadece belli bir zümreye, şehre ve mekâna ait olunmasıyla elde edilebilecek bir imtiyazdır. J.J. Rousseau’nun kavrama yeni bir boyut kazandırdığından bahseder, Meriç. Rousseau’ya göre insan belli bir sınıfa ait olmasıyla değil bizzat insan olması dolayısıyla bir takım haklara sahiptir. Bu hürriyet anlayışı ferdi ön plana çıkartır. Hürriyet, otorite ile zıt bir kavramdır ve bu yüzden tarihin hiçbir döneminde tam olarak gerçekleştirilememiştir. XII. yüzyılda monarşinin güçlenmek için burjuvaziye belli haklar vermesi hürriyetin ilk örnekleridir. Daha sonra 1789 Devrimi ile vicdan hürriyeti büyük bir zafer kazanmıştır. Lakin siyasi hürriyet bu tarihte hala tam olarak sağlanamamıştır. “Sadece kanunlarda yazan fakat uygulanamayan hürriyet gerçek değildir” der yazar. Gerçek hürriyet yalnız hak değil kuvvettir de. Yani yeteneklerini adalet ve kanunların himayesi altında geliştirebilme iktidarıdır. Kanun, hürriyetin sınırlarını insanların temel haklarını çiğnemeden ve her vatandaşa bu hakları kullanma imkânını sağlayarak çizmelidir.  Avrupa’daki gelişmelerden sonra ülke topraklarımıza çevirir yine objektifini Cemil Meriç. Başlarda serbesti kelimesi ile karşılanan olgu, daha sonra yerini hürriyet kelimesine bırakmıştır.

İlerleyen bölümde sosyalizmi ayrıntılı olarak ele alan yazar, onu Avrupa’daki hayalete benzetir. Sosyalizm ve komünizm karşılaştırması yapar. Marx’ın kendi görüşlerini sosyalizm olarak değil komünizm olarak tanıttığını söyler ve 19. yüzyıl Fransasında sosyalizmin hangi anlamlara geldiğini inceler. Bu bağlamda Louis Reybaud’un görüşlerine de yer verir. Reybaud’a göre sosyalizm, sonu yaklaşan bir rüyadır 19. yüzyılda. Sosyalizmden bahsetmesine rağmen ne Marx, ne Engels, ne de işçi hareketlerinden bahseder. Daha sonra ise Pierre Larousse’in hazırladığı sözlük tanımlamalarına yer verir. Fakat Marx’tan bahseden yine olmamıştır. Yani sosyalizm ile komünizm birbirinden çok farklı şeyler olarak görülür. Peki, sosyalizm Osmanlı aydınları ve devlet adamları için ne ifade ediyordu? Sosyalizmin iyi bir anlama sahip olması beklenemezdi onlar için. Zira Cevdet Paşa için sosyalizmin kaynağı Asya’dadır. Ortak kadın ve mülkiyeti savunan Mezdek[1] de bulur köklerini. Paşa’ya göre bu fikir Avrupa’ya giderek sosyalizm kılığına bürünmüştür. Buna ek olarak Cevdet Paşa’ya göre; Osmanlı’da sosyalizm fırtınası kopamazdı zira Osmanlı’da zengin ile fakir arasında gelir uçurumu yoktur. Cevdet Paşa gibi Ali Paşa’da sosyalizme iyi bakmaz ve bu “salgın”ın ülkeye sirayet etmesini önlemeye çalışır. Yeni Osmanlıların sosyalizme bakış açılarını değerlendiren Cemil Meriç, onların sosyalizmle bir alakası olmadığını söyler. Lakin sosyalizmin ciddi bir taraftarı vardır Osmanlı’da; Şemsettin Sami. O komünizmi sevmez ve onu yargılar fakat sosyalizmi över. Lakin Şemsettin Sami’nin bu sevgisi kısa sürmüştür ve sosyalizm taraftarlığından vazgeçmiştir. Daha sonra yazar, Afgani’nin görüşlerine yer vermiştir. Afgani’ye göre Batı sosyalizminin temelinde kin olduğu için gerçekleşebilir değildir.

İdeolojileri ayrıntılı bir şekilde işledikten sonra o zor soruyu sorar Cemil Meriç; “Neden bir dünya görüşümüz yok?”. Öncelikle batıya yön veren düşünceleri inceler. Hıristiyan dünya görüşünü burjuva dünya görüşü izler. 1789 Devrimi’yle birlikte bu görüş hâkim olmuştur fakat söz verdiği hürriyet ve eşitliği kendi lehine kullandığı için karşısına sosyalist dünya görüşü çıkar. Cemil Meriç’e göre bu 3 dünya görüşü arasında bir kopuş yoktur, her biri kendinden önceki ideolojiden yararlanmıştır. Daha sonra ise odağını Osmanlı’ya çevirir yazar. 19. yüzyıla kadar Osmanlı’da ortak bir şuur olarak İslamiyet’in olduğunu söyler. İslamiyet, batıdaki dünya görüşlerinin aksine belli bir zümreyi değil ümmeti yansıtıyordu ve ayrıştırıcı değil, bütünleştiriciydi. Fakat bu yekparelik hep sürmez. Avrupa bilimde ilerler ve bizde de Batı hayranı bir sınıf ortaya çıkar. Ne Avrupalı gibi yaşayabilir bu sınıf ne de eski değerlerine dönmek ister. Sadece Avrupa’nın düşüncelerini ezberler. Cemil Meriç bu aydınları, efendisinin ilaçlarını çalıp içen ahmak bir uşağa benzetir. Osmanlı’dan sonra 1960’ların değerlendirmesini de yapar Meriç. Çok partili sisteme geçişten sonra 60’larda ideolojiler, Meriç’in tabiriyle “bulanık bir sel gibi” ülkemize akmıştı. Bir tarafta ülke mukaddeslerine sarılan sağcılar, bir tarafta sosyalist solcular… Sosyalizmin bu denli çok destek görmesini “yıllarca çölde yaşamış nesillerin vahaya koşması” olarak görür. Lakin Marxizm bize Avrupa’nın yalancılığını ve kapitalizmin sömürüsünü göstermiştir. Cemil Meriç’e göre Marxizmi dinleştirmek Marx’ı anlamamaktır. Zira Marxizm; tenkit, şüphe ve bir araştırma yöntemidir.

İlerleyen sayfalarda Meriç bir karşılaştırma yapar: Avrupa ve Asya.  Avrupa kültürünün kıyasa, Asya kültürününse saza dayandığını söyler. Avrupa’nın kültür aracı akıl ve zeka, Asya’da ise coşku… Coşkunun dili musikidir ve şiir musikinin devamıdır. Nesirle devam eder Cemil Meriç. Şiirde en güzel meyvelerini vermiş Osmanlı’nın Tanzimat’la birlikte nesire geçtiğini belirtir. Tanzimat nesrini şaşı; bir gözü Doğuda, bir gözü de Batıda bir nesir olarak nitelendirir. Servet-i Fünun’a kadar nesir ikinci plandadır. Nesir ancak II. Meşrutiyetten sonra nazmın boyunduruğundan kurtulmaya başlar. Meriç, Nazım Hikmet’le birlikte Türk şiirinin bittiğini, Avrupai düşüncenin başladığını söyler. Nesirden tenkite geçiş yapar yazar. Tenkitin tarihsel gelişimini anlatır ve tenkitçinin nasıl olması gerektiğine değinir. Tenkitçi, yabancı bir düşünceyi tam manasıyla kavrayabilme yeteneğine ve eserin kaynaklarına inebilen, değerini ölçebilen bir anlayışa sahip olmalıdır.  Daha sonra bizim edebiyat tarihimizde tenkiti değerlendirir ve tam manasıyla gelişmemiş olduğuna, ya yersiz bir eleştiri ya da yüce bir övgü olduğuna dikkat çeker.

Erol Güngör’ün “Hilmi Ziya Ülken İçin” adlı kitabını değerlendirir ve Güngör’ün, “hasbi tefekkür” kavramını eleştirir. Meriç’e göre bu kavram bir ütopya ve bir aldatmacadır. Düşünce adamının bir partiye, bir gruba bağlı olmasa dahi tarihe ve içinde yaşadığı topluma karşı belli sorumlulukları vardır. Hilmi Ziya ve neslini haksızlıklara dur demediği ve ülke zor durumdayken sustuğu için eleştirir. Zira Meriç’e göre aydın; çağının vicdanı olmalıdır. Bu değerlendirmeden sonra Ziya Nur’un yazdığı “Dündar Taşer’in Büyük Türkiyesi” kitabını inceler. Ecdadımızı yani Osmanlı’yı reddettiğimizden şikâyetçidir Cemil Meriç. Ona göre tarihteki tek mucize; Osmanlı mucizesidir.

“İstiklal Savaşı’yla Batı’nın silahlı saldırısı püskürtülmüştü fakat Batılılaşma sevdasından kurtulamamıştık” der Cemil Meriç.  Düşmanın teslim alamadığı tek kale hafızamız, yani dilimiz vardı. Lakin onu da harf devrimi yıkacaktır. Meriç, harf inkılabını “hiçbir ülkede eşine rastlanmayan bir vandalizm” olarak nitelendirir. Zira bu inkılâ,p yeni nesil ile geçmiş arasındaki bağları koparmış ve kütüphaneleri tuğla yığınlarına çevirmiştir. Bu devrimin suçunu sadece solda aramaz Meriç, ona göre suç hepimizindir.

Ecce Homo… Kitabın bu son kısmında kendinden bahseder Cemil Meriç. Yabancılaşmasını, gitgellerini, düşünce dünyasında meydana gelen değişmeleri anlatır. Yabancıydı Cemil Meriç ve bu yabancılık onu yalnızlığa itiyordu. Kitapların dünyasına kaçar… 60’lara kadar Avrupa’yla ilgilenir. Daha sonra Hint uygarlığı ile birlikte Asya’yı keşfeder. “Kimi başında taçla doğar, kimi elinde kılıçla… Ben kalemle doğmuşum.” der Meriç. Şiirle başlar edebiyata, nesirle devam eder. Roman yazmaz, tiyatronun yabancısıdır. Deneme yazmaya karar verir. İşlediği türe insanı getirir, yaralı bir çağın insanını. Zira korumak istediği değer insandır. Ve mağara… “İçindekiler biziz” der yazar. Türk aydınının dramını ve genel olarak Batı aydını ve Rus entelijansiyasını anlattığı “Mağaradakiler” kitabında uyuşan şuurlarımıza alevden bir mızrak gibi saplar ifadelerini….

Özetleyen: Rabia BİLGE

SASAM Stajyeri – Gazi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü Öğrencisi

Kaynak: Sahipkıran Stratejik Araştırmalar Merkezi – SASAM

http://sahipkiran.org/tag/rabia-bilge/

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum