CÂHİZ'İN KALEMİNDEN TÜRKLERİN KÜLTÜREL ANTROPOLOJİSİNE BİR BAKIŞ: "HİLÂFET ORDUSUNUN MENKÎBELERİ VE TÜRKLERİN FAZÎLETLERİ"

CÂHİZ'İN KALEMİNDEN TÜRKLERİN KÜLTÜREL ANTROPOLOJİSİNE BİR BAKIŞ: "HİLÂFET ORDUSUNUN MENKÎBELERİ VE TÜRKLERİN FAZÎLETLERİ"
15 Ağustos 2024 - 10:58
CÂHİZ’İN KALEMİNDEN TÜRKLERİN KÜLTÜREL ANTROPOLOJİSİNE BİR BAKIŞ:“HİLÂFET ORDUSUNUN MENKÎBELERİ VE TÜRKLERİN FAZÎLETLERİ

Coşkun KUMRU*


Özet
Arap edebiyatının ve Mu’tezile ekolünün önemli temsilcilerinden biri olan Câhiz, Türklerin kültürel antropolojisine ışık tuttuğu eseriyle dikkat çekmektedir. “Hilâfet Ordusunun Menkîbeleri ve Türklerin Fazîletleri” adıyla bilinen eser, İslâm âlemi içerisinde yazılan Türklere dair kaynakların en eskisidir. Câhiz eserinde kendinden önceki Arapların, Türklerin faziletlerine ilişkin sözlerini tarafsız bir bakış açısıyla yansıtmaktadır. Eserin kaleme alındığı dönemin siyasal ve sosyal koşulları dikkate alındığında Câhiz’in eserinde vurgulamaya çalıştığı noktalar daha iyi anlaşılabilir. Hilâfet ordusunun çeşitli unsurları arasında tefrika çıkmasını önlemeye çalışan Câhiz, eserinde o dönem Türklere ilişkin devlet bünyesinde esmekte olan olumsuz havayı bertaraf etmek istemekte ve de Türklerin hilâfet ordusu için taşıdığı önemi vurgulamaktadır. Türklerin sahip olduğu askeri vasılar ve şecaat anlayışı, Türk düşünce yapısı ve yaşayış tarzı gibi pek çok hususta belirli bir Türk tipinin ortaya konulduğu eser, Türk tarihine ilişkin en önemli kaynaklar arasındadır. Çalışmada Câhiz’in kaleminden Türk kültür hayatına ilişkin veriler bir bütünlük halinde ortaya konulacak ve değerlendirmelerde bulunulacaktır.
Giriş Araplarla Türkler arasındaki ilk ilişkilerin İran’ın Araplar tarafından fethine kadar Sâsânîler vasıtasıyla sağlandığı bilinmektedir. Gerek Câhiliye döneminde gerekse İslâmî dönemin başlarında Araplar arasında Türklerle ilgili şiirlere tesadüf edilmektedir. Diğer taratan hadis külliyatında Hz. Peygamber’in Türklere ilişkin sözleri geniş yer bulmaktadır. Tüm bunlara atasözleri, coğrafya ve lügat kitapları da eklenince Türklere ilişkin geniş bir literatür karşımıza çıkmaktadır. (Şeşen, 1969, s. 11-36) Kaynaklar detaylı olarak incelendiğinde içlerinde Türkler hakkında menfî hükümler barındıranlar olduğu gibi müspet yaklaşımlarla kaleme alınanlara da rastlanılmaktadır. Her iki koşulda da elimizde bulunan malzemenin Türk kültür ve medeniyetini anlamak açısından önemi yadsınamaz bir gerçektir.
Arap edebiyatının IX. yüzyılda yetiştirdiği en seçkin simâlardan ve Mutezile mezhebinin önemli temsilcilerinden biri olan Câhiz, diğer pek çok eserinin yanında Türk kültür ve yaşayışını yansıttığı “Hilafet Ordusunun Menkîbeleri ve Türklerin Faziletleri” isimli eseriyle de dikkat çekmiştir. İslâm âleminde Türklere dair yazılan eserlerden en eskisi olan ve konumuz açısından ele alıp incelediğimiz eser, Menâkıb Cund el-Hilâfe (Hilâfet ordusunun menkîbeleri) ve Fezâilü’l-etrak (Türklerin fazîletleri) olmak üzere başlıca iki kısma ayrılmaktadır. Câhiz, kitabın aslını teşkil eden Fezâilü’l-etrak kısmını daha Hâlife Mutasım zamanında kaleme almış fakat hâlifeye takdim edememiştir. Müellif, daha sonraları eserin başına hilâfet ordusuna mensup askeri sınıların çatışmasını önlemek ve birliğini sağlamak maksadıyla yazdığı kısmı da ilave ederek Türk kökenli devlet adamı Feth. b. Hakan’a takdim etmiştir.
Câhiz eserinde eski Araplar’ın Türklere ilişkin pozitif düşüncelerini bir bütünlük içerisinde aktarmak ve bunun yanında kendi düşüncelerini de belirtmek istemiştir. Edebi bir üslupla kaleme aldığı eserinde elinden geldiği kadar hilâfet bünyesindeki askeri sınıların aleyhinde davranmamaya dikkat etmiştir. Eserin yazıldığı dönemin siyasi ve toplumsal koşulları itibariyle de bu tutum doğal karşılanmalıdır. Zira o dönem Abbasi devletinin askeriyesinde giderek artan bir Türk nüfuzu göze çarpmaktadır. Bununla beraber hilâfetin temsilcisi olan hâlifenin Türklere olan iltifatı, Abbasi devletindeki yüksek seviyedeki komuta kademesi arasında huzursuzluğa neden olmuştur. Devlet bünyesindeki havanın gittikçe gerginleştiğini gören Câhiz, hilâfet ordusunda tefrika çıkmaması için Türkler aleyhinde esmekte olan havayı değiştirmeye çalışmıştır. Hilâfet ordusunun muhtelif sınıları arasındaki yakınlıkları vurgulayan yazar, eserinde Türklerin askeri yeteneği, menşei, şecaati, vatan sevgisi, huy ve yaradılışı gibi pek çok hususta özelliklerini konu almaktadır. Diğer taratan Türklerin bozkır kültürüyle şekillenen sosyal ve medeni yaşayış tarzları ile bir Türk tipi ortaya konulmaya çalışılmıştır. Bu bakımdan Türklerin kültürel antropolojisine ilişkin çok önemli bir kaynak olma özelliğini taşımaktadır.

1. Câhiz’in Hayatı ve Eserleri
Tam adı Ebû Osmân Amr b. Bahr b. Mahbûb el-Câhiz el-Kinânî olan Câhiz’in 767/777 yılları arasında Basra’da doğduğu tahmin edilmektedir. Yeğeni Yamot ibn Yazra’nın belirttiğine bakılırsa Câhiz’in büyükbabası siyahtı. Hatîb el-Bağdâdî, İbn Hazm ve Ebu’l-Kasım el-Belhî gibi birtakım tarihçiler onun kökeninin Benî Kinâne adlı Arap kabilesine dayandığını ifade ederler (Al-Jubouri, 2011, s. 152). Küçük yaştan itibaren çevresine ve okumaya karşı merakıyla dikkat çeken Câhiz için Basra tam anlamıyla bir fırsat olmuştu. Zira o devirlerde ilim ve kültür hayatının yüksekliğiyle dikkat çeken Basra faal bir merkez konumundaydı.
Câhiz gençlik döneminde Basra sokaklarına dair geniş gözlemler yaptı. Şehri ziyaret eden âlimlerle sohbetlerde bulunup onlardan istifade etti. Arap kültürünün hem dinî hem de seküler merkezi olan Basra’da devasa kaynakları tarama fırsatı buldu. Onun zihninin şekillenmesi ve fikirlerinin gelişimi açısından Basra önemli bir yere sahipti (Pellat, 1969, s. 4). Câhiz 816 yılı dolaylarında Bağdat’a yerleşti. Abbasi hâlifesi Harun Reşid (763-809) ve oğlu Memun’un (786-833) kurdurduğu Beytü’l-Hikme de çalıştı. Eğitimine katkıda bulunan âlimler arasında Ebû Ubeyde Ma’mer b. el-Müsennâ et-Teymî el-Basrî, el- Esmaî, Ebû Zeyd el-Ensârî, Ahfeş elEkber, Ebû Yûsuf el-Kadî ve Mutezile bilginleri Sumâme b. Eşres ile Nazzâm gibi ünlü âlimler bulunmaktaydı (Athamneh, 2016, s. 80).
Câhiz eserlerini VIII. yüzyılın sonlarına doğru yazmaya başlamış görünüyor (Pellat, 1990, s. 79). Onun asıl parlak devri 835-847 yılları arasında vezirlik yapan İbnü’z- Zeyyât Muhammed b. Abdülmelik zamanına rastlamaktadır. Bu sıralarda kaleme aldığı birçok risâlesini ona ithaf etmiştir. Daha sonraları Hâlife Mütevekkil-Alellah ile Feth b. Hâkân’ın himâyelerini gördü ve yazmış olduğu birtakım eserleri de onlara ithaf etti (Şeşen, 1993, s. 20). Hayatının önemli bir bölümünü Bağdat’ta geçiren Câhiz birçok şehrin yanında Samarra, Kufe, Basra, Ahvaz ve Şam’a da ziyaretlerde bulundu. Hayatının sonuna doğru felç hastalığına yakalanan Câhiz, damla hastalığından muzdarip olarak Basra’ya çekildi ve öldüğü tarih olan 869 yılına kadar orada yaşadı.
Câhiz devrinin çok ilerisinde bir insan olarak dikkat çekmektedir. Çağdaşı olan âlimler dahi onun gibi sayısız branşta çok yönlü çalışmalar yapmamışlardır. Câhiz her şeyden önce araştırma yaptığı konuyu multidisipliner yaklaşımla ele almaktaydı (Finkel, 1927, s. 314). Aynı yaklaşımla çeviriler üzerinde de ciddi çalışmalar yapan Câhiz, çevirmenin sadece kaynak ve hedef dilde uzmanlaşmasının yetersiz olduğunu aynı zamanda metnin ait olduğu kültür dairesini de tanımak gerektiğini belirtmektedir (Lazreg, 2015, s. 12).
Câhiz; Teoloji, din, politika, edebiyat, felsefe, toplum, hitabet, zooloji, tarım gibi oldukça geniş yelpazede eserler kaleme almıştır. Yazdığı eserler içerisinde Kitabü’l-Hayevân, el.Beyân ve’t-tebyîn, Kitâbü’l-Buhalâ, Menâkıb Cund el-Hilafe ve Feza’ilü’l-Etrak gibi eserler en çok dikkat çekenleridir (Athamneh, 2016, s. 80).
2. Hilafet Ordusunun Menkîbeleri ve Türklerin Fazîletleri
Arap edebiyatının büyük ismi Câhiz’in aynı zamanda Arap kültürünün müdafii olduğu da dikkate alınırsa eserinin ifade ettiği önem daha rahat anlaşılabilir. Câhiz, eserinde kendinden önce yaşamış olan Arapların Türklere ilişkin düşüncelerini bir arada göstermiştir. Bağdat ve Samarra muhitlerinde bulunan Türkler’e karşı bazı grupların kaygılarını yatıştırmak ve Türklerin din-devlet için taşıdıkları önemi vurgulamaya çalışmıştır. Arap kültürünün oldukça parlak bir döneminde yaşayan Câhiz’in temsil ettiği kültür ve bu kültürün yansımaları eserde kendini göstermektedir. Arap, Yunan ve Fars kültürlerinin yanında Türklerin kültürel muhitinin ifade ettiği mânâya da haiz olan Câhiz, çalışmamızın temelini oluşturan eseri kaleme almıştır. Bu noktada eser, hiç kuşkusuz ki yazıldığı dönemin anlayışını ortaya koyması bakımından kıymetlidir.
Câhiz Türklere ilişkin hadislere ve onlar hakkında yapılan yorumlara dair oldukça gerçekçi bir tutum takınmıştır. Abbasî devletinin kozmopolit yapısının sonucu olarak başka unsurlara mensup kimseler, Araplar’a karşı kendi kavmî geleneklerini müdafaa için mücadele verdiler. Buna mukabil karşı taratan Arapların diğer kavimlere üstün olduğuna dair eserler kaleme alındı. Her iki taraf davalarını meşru kılmak için hadis tahribatında dahi bulundular (Barthold, Köprülü, 2012, s. 112). Bu iki tarafın dışında kalan bazı yazarlar da İslâm ümmetine dâhil olan Müslüman ve Müslüman olmayan unsurların faziletlerine dair eserler kaleme aldılar. İşte Câhiz’in eseri bunlar arasında Türkler bahsinde en çok dikkat çeken ve en değerli olandır. O, Türklerin Abbasi hilâfetindeki konumunu, bu konumu korumadaki dinamik tutumlarını ve hâlifelere yaptıkları büyük hizmetleri dikkate almış, Araplar’ın menfi tutumları karşısında önemli bir rol oynamıştır.
2. 1. Türklerin Kökenine İlişkin Bilgiler
Batı kaynaklarında olduğu gibi Doğu kaynaklarında da Türklerin menşelerine ilişkin çok sayıda çalışma yapılmış, birçok iddia ortaya atılmıştır. Arap yazarları da bu konuyu farklı açılardan ele almıştır. Câhiz eserinde Türklere Türk adının verilmesi hususunda şunları kaydetmektedir:
“İskender Zu’l-Karneyn’in taarruz etmeye cesaret edemediği, “onları bırakın” demesi neticesi Türk adını alan milleti ne zannediyorsun?” (ElCâhiz, 1967, s. 85).
Büyük Arap âlimi Türklerin aslen Arap oldukları iddiasında bulunmakta ve bu bağlamda Türklere bir şecere de atfetmektedir. Ona göre İbrahim Peygamberin kıptî olan câriyesi Hacar’dan İsmail adındaki oğlu, Süryânî olan karısı Sara’dan İshak adındaki oğlu dünyaya gelmiştir. Geri kalan altı oğlunun anası ise asıl Araplardan Kantura bint Matun’dur. Kahtanîlerden bir kimsenin “Anamızın soyu sizin ananızın soyundan daha şerelidir” demesinin sebebi Kantura’nın asıl Araplardan olmasıdır. İbrahim’in bu altı oğlundan dördü Horosan’da yerleşip “Horasan Türkleri”ni meydana getirmişlerdir (El-Câhiz, 1967, s. 83).
Araplar arasında Türklerin atalarının Mazhic kabilesiyle ilişkili olduğu iddiasında bulunanlar olmuştur. Câhiz bu hususda teferruatlı bilgiler vermektedir. Ondan öğrendiğimize göre Abbasîler devrinde yetişmiş Türk menşeli komutanlar olan Mübarek et-Türkî ve Hammade’t-Türkî bir defasında “Siz Mazhic kabilesinden misiniz?” sorusuna muhatap olmuşlardı. Mübarek et-Türkî’nin bu suale verdiği cevap ise Abbasî sarayının anlayışını ve beklentilerini yansıtması bakımından dikkat çekicidir:
“Mazhic kim imiş? Biz ancak İbrahim Halîlullah ile hâlifeyi tanırız (onlardanız).” (El-Câhiz, 1967, s. 84).
Bununla birlikte tartışmalara dâhil olan başka bir şair de şöyle demiştir:
 “Türkler ne vakit Mazhic’in çocukları oldular. Ey insanlar duymuş olun! Dünyada hayret etmek isteyen insan için ne tuhaf şeyler var.” (El-Câhiz, 1967, s. 84).
2. 2. Türklerde Askerlik ve Şecaat
Tarih boyunca kurulan Türk imparatorlukları kudretli askeri teşkilatlar vücuda getirmekte görülmedik başarılar elde etmiş ve Bozkır Türk devlet ananesiyle şekillenen kadim Türk askeriyesi birçok bakımdan uzun asırlar çağdaşlarının ilerisinde yer almıştır. Türk milleti zamanın ve çevrenin en çetin koşullarında dahi teşkilatçılığı ve hayatta kalma mücadelesiyle varlığını sürdürebilmiş, ordu millet anlayışı temelinde diğer pek çok ulusa örnek teşkil etmiştir.
Türklerin askeri alanda sahip olduğu vasılar ve diğer topluluklara karşı üstünlüğü birçok tarihçinin eserlerinde itiraf etmek zorunda kaldıkları bir gerçeklik olmuştur. Batı kaynaklarında olduğu gibi doğu kaynaklarında da Türklerin askeri niteliklerine vurgu yapan pek çok esere rastlanır. Bunlar arasında en önemlilerinden biri de konumuzun temelini oluşturan Menâkıb Cund el-Hilâfe ve Fezâilü’l-Etrak (Hilafet Ordusunun Menkîbeleri ve Türklerin Faziletleri) adlı eserdir. Câhiz, eserinde Türklerin hilâfet ordusunun diğer unsurlarına karşı askeri sahada ne derecede üstünlüğe sahip olduğunu aktarır.
Câhiz’in aktardığına göre bir gün Hâlife Memun’un elçisi topluluğa hitaben “Hâlife size ayrı ayrı ve toptan, aranızdan her bir kumandanın itimâd ettiği ve şeçkin yüz adamı ile yüz Türkle mi yoksa yüz haricî ile mi karşılaşmayı tercih ettiğini söylemesini ve bu husustaki iddiasını, delilini kaydetmesini buyuruyor” demişti (El-Câhiz, 1967, s. 64). Bu sual üzerine topluluk içinde yer alan Mâverâünnehir’in tanınmış hadis hâfızı Humayd b. Abdülhamid’ın sarfettiği sözler konumuz açısından dikkat çekicidir.
“Ben yüz Haricî ile karşılaşmayı tercih ederim. Zirâ, Haricî’nin diğer bütün muhariplere ağır bastığı hususların Türkte mükemmel olduğunu gördüğüm halde Haricî’de mükemmel olmadığını gördüm. Bu hususlarda Türk’ün Haricî’ye üstünlüğü Haricî’nin diğer muhariplere üstünlüğü derecesindedir. Ayrıca bazı bakımlardan Türk, Haricî’den temayüz eder ki, bu hususlarda haricînin herhangi bir iddiası ve hissesi yoktur. Üstelik Türk’ün haricî’den ayrıldığı bu meziyetler, bazı bakımlardan onunla müşterek olduğu hususlardan daha tehlikeli ve daha fazla işe yarayıcıdır.” (El-Câhiz, 1967, s. 64-65).
Görüldüğü üzere müellif, Haricîlerle Türkler arasında yapılan bir kıyaslama hususunda Humayd’dan naklen aktardığı ifadelere dayanmakta, Türklerle Haricîler ve hilâfet ordusunun diğer mensupları arasındaki mukayeseyi ifade etmektedir. Bu hususlarda Türklerin bâriz üstünlüğü dikkati çekmektedir. Humayd’dan nakledilen ifadelerde Türklerin askerlik sanatına ilişkin yetenekleri dikkat çekmektedir.
“İlk hücuma gelince, Türk bu hususta daha makbul tesire, daha derli toplu, daha sağlam bir etkiye sahiptir. Zirâ, Türk yaptığı hamle katî, azmi kesin olsun, kararı bölünmüş ve kafası dağınık olmasın diye atını yolundan sapmamayı, saptığı zaman hızlı koşmayı öğretmiştir… Türk, kalbinden firar düşüncelerini, geri kaçma bahanelerini kovmak için, kendisini en şiddetli harpleri gördüğü zaman hiçbir fedakârlıktan kaçmayan, herhangi bir hileyi geri bırakmayan darda kalmış kimseye benzetmek ister.” (El-Câhiz, 1967, s. 66).
Bilindiği gibi Bozkır Türk devletinde hemen her Türk savaşa hazır durumda bulunduğundan askerlik hususî bir meslek olarak telakki edilmezdi. Temelde süvarilerden müteşekkil olan Türk ordusu, yetiştirilme tarzı, hazırlık eğitimi ve muharebe taktikleri bakımından yabancı ordulara nazaran farklılıklar göstermekteydi. (Kafesoğlu, 2003, s. 281-287). Türk Bozkır hayatının çetin koşullar altında şekillendiği herkesçe malûmdur. Türkler yaşadıkları coğrafya gereği hayatta kalmak ve zorluklarla baş etmek için zihni ve bedeni anlamda her daim kuvvetli olmak durumundaydı. Bu noktadan hareketle Türkler, çağdaşlarının da kayıtsız kalamadığı ve adeta hayranlık uyandıran bir askeri strateji ve savaş dinamizmi vücuda getirmişti. Söz konusu hususta dikkat çeken noktaları müellifimizin satırlarıyla ifade edelim:
lim:
“Haricî yayına bir ok koymadan Türk on tane ok atar. Bir dağdan inerken veya bir çukur vadinin içine girerken atını haricînin düz yerde sürdüğünden daha hızlı sürer. Türk’ün ikisi yüzünde, ikisi kafasının arkasında olmak üzere dört gözü vardır… Türk Horasanlı gibi geri çekilmez… Arkasındaki insana önündeki insan gibi okunu isabet ettirir. Bu kadar hızlı gitmesine rağmen kement atmasından, kemendi ile düşmanın atını yere yıkmasından ve süvariyi atının üzerinden kapıp almasından emin olunamaz. Türkler süvarilerine iki üç yay ve bu kadar da kiriş taşımayı öğretmişlerdir… Türk hücum ettiği zaman şahsı, silahı, hayvanı, hayvanın takımları ile ilgili her şeyi yanında bulundurur… Türk diğer askerlerle yola çıkarsa başkaları on mil katetmeden Türk yirmi mil kateder. Sağındaki ve solundaki askerler geride kalır… İnsanlar bir sarp yokuşa varınca diğerleri yoldan gittiği halde, Türk yolu bırakıp yokuş yukarı dağa tırmanır. Sonra, dağ keçisinin inemeyeceği yerlerden aşağıya sarkar.” (El-Câhiz, 1967, s. 67-69).
Müellifimiz eserinde Türklerin muharebe ahlakı ve askeri anlayışları hakkında değerli anekdotlar aktarmakta, Türklere ilişkin değerlendirmeleri ortaya koymaktadır. Türk milleti vuruşma ahlakından ve kadim ananelerinden ayrılmamakta ve bu hususta azami ölçüde disiplin göstermektedir. Câhiz’in Humayd’dan naklen aktardığı şu satırlar dikkate değerdir:
“Biz Türkleri memleketlerinde muharebe ederken din, mezhep, hâkimiyet, haraç, asabiyet, haremine kıskançlık, şeref, intikam, vatan uğrunda veya evini malını müdafaa etmek için değil, sadece ganimet elde etmek maksadı ile muharebe ettiklerini gördük. Harpte seçim hakkı Türk’ün elindedir. Kaçarsa bir ceza göreceğinden korkmaz. Yararlık gösterirse mükafat beklemez. Türkler memleketlerinde, yağmalarında, savaşlarında hep böyledirler… Üstelik Türkler nöbetleşe harbetmezler, kumandanlıkta ortaklaşa hareket etmezler. Harpte nöbetleşmenin, kumandanlıkta ortaklaşa hareket etmenin beğenilmeyen tarafı, fikir ayrılığı çıkması, çekememezlik, benzerler arasında kıskançlık, ortakların işi birbirlerine havale etme korkusudur. Türkler bir orduya karşı saf bağlayınca düşman salarında bir eksiklik varsa hepsi onu görür ve bilir…” (El-Câhiz, 1967, s. 70-71).
Yine Türklerin kısmen menfi bir nazardan da olsa harp anlayışlarını yansıtan bir diğer beyanat, harp işleri mevzunda fikir sahibi olan Said b. Ukba b. Salm el-Hunaî tarafından yapılmıştır. Türklerin askeri kabiliyetlerine ilişkin bu değerlendirme dahi klasik Arap zihniyetini yansıtan diğer pek çok örnekten bütünüyle bağımsız değildir. Cahiz’in naklettiği satırlara göz atalım:
“Bizimle Türkler arasında şu fark vardır. Türkler bir kavme karşı gaza yaparlar, saf bağlarlar, Araplar’dan ve Acemler’den herhangi bir düşmana hücum ederlerse ancak onların sayısı kadar ve onlarınkine benzer bir kuvvet çıkarırlar. Maksatları düşmanın zararını ve kötülüğünü defetmek, onların hilesine mâni olmaktır. Sulhtan vazgeçip harbe karar verirlerse maksatları ve gailelerinin mihveri canlarını korumak, karargâhlarını muhafaza etmek, düşmandan kendilerini kollamaktır. Düşmanlarına karşı hile yapacak ve onları gafil avlayacak derecede fazla gayret sarf ederlerse kendileri ile harb edenlerin akıllarından dahi geçmeyecek derecede enteresan hile yaparlar.” (El-Câhiz, 1967, s. 72-73).
Türk kültür ve uygarlığının at ve demir üzerine inşa edilmiş kendine has bir kültürü temsil ettiği aşikârdır. At, eski Türklerin hayatında birçok bakımdan önem taşır. Öncelikle atın sürati sebebiyle uzun mesafeleri kısalaştıran, dinamizmi kamçılayan bir vasfı olduğu ortadadır. Diğer taratan at, üstüne binen kişiye bir güç ve özgürlük katar. Bu vasıf ise insanı diğerlerinden farklı ve üstün kılar. Câhiz’in eserinde de Türklerin at konusundaki mâhirlikleri geniş yer bulmuştur. Bu konuda Humayd’dan nakledilen satırlara yer verelim:
“Haricînin atı Türk’ün atı kadar mütehammil değildir. Türk bir baytardan daha usta, atını istediği gibi terbiye etme bakımından seyislerden daha başarılıdır. Atını kendisi yetiştirir, tay iken kendisi terbiye eder. Atının adını söylerse atı onu takip eder, koşarsa atı arkasından koşar... Türk’ün ömrünün günlerini toplasan atı üzerinde geçen günlerinin yer üzerinde oturarak geçirdiği günlerden daha çok olduğunu görürsün... Altındaki hayvanı dinlendirmek isterse yere inmeden diğerine biner... Türk, atını gölgelendirmez ve soğuktan korumaz (hayvanı buna muhtaç değildir)... Türkler ve Horasanlılar atlı ve süvaridirler. Orduların en mühim vazifesi atlılara ve süvarilere düşer. Geri çekilerek tekrar hücum edenler onlardır... At kişneten, toz koparan, at süren, elbiselerinde ve silahlarında rüzgarın ses çıkarttığı, nal sesleri çıkartan, istedikleri zaman düşmana yetişen, takip olundukları zaman kaçıp kurtulan onlardır... Türk’ün, atının sırtında ağırlığı, yerde yürürken ayaklarının tıpırtısı yoktur. Bizden bir süvarinin önünde iken göremediğini o, arkasında iken görür. O, bizden bir süvariyi av, kendisini pars, süvariyi geyik, kendisini av köpeği yerine koyar.” (El-Câhiz, 1967, s. 68-74).
2. 3. Türk Ahlak ve Seciyesi
Temelde bozkır kültürüyle şekillenen Türk düşünce ve ahlak anlayışı kendine mahsus bir anlam ifade eder. Bu kültürü ortaya koyan Türklerin düşünce esasını ahlak prensibi oluşturmuş, Türkler hayatlarını bu temel üzerine binâ etmişlerdir. Tarih boyunca geniş bir coğrafyaya yayılmış olan Türkler tabii olarak çok çeşitli milletlerle de münasebette bulunmuşlardır. Bu suretle Türklerle ilişki kuran milletlerin, Türklerin ahlak ve seciyelerine ilişkin görüş ve değerlendirmeleri kaynaklara yansımıştır. Hilâfet Ordusunun Menkîbeleri ve Türklerin Faziletleri’nde sadece Türk milletinin askeri vasılarına değinmekle yetinmeyen Câhiz, aynı zamanda Türklerin ahlak ve seciye anlayışını da ortaya koymuştur.
Türkler hakkında görüşlerini belirten Sumame b. el-Aşras, Türklerin karakteristik özelliklerini şu şekilde tasvir etmiştir:
“Türk ancak korkulması gerekenden korkar. Ümid edilmeyecek şeye karşı ümid beslemez… İyi bilmediği bir şeyin hiçbir tarafını iyi bilmez. İyi bildiği hususun tamamını sağlam yapar. Her işini bizzat kendisi yapar. İçi dışı gibidir. Hiçbir netice çıkmayacak bir şeyle uğraşmaz. Uyku ile vücudunu dinlendirmese uyumaz. Bununla beraber uykusu uyanıklıkla karışıktır. Uyanıklığı esnasında uyuklamaz… Onlar gibi Türkten daha vefalı, daha insalı, daha anlayışlı, daha zeki birini görmedim. Onunla gündüzleyin üç saat karşılıklı olarak konuştuk. Dilinden başka hiçbir yeri kımıldamadı. Bende dilimden başka hiçbir yerimi kımıldatmadım.” (El-Câhiz, 1967, s. 89).i insana ikram ve taltite bulunanları görmedim…” (El-Câhiz, 1967, s. 75-76).
Câhiz bir diğer naklinde Türk hükümdarlarını tavsif etme hususunda bizlere şu satırları aktarmaktadır:
“Türkten daha vefalı, daha insalı, daha anlayışlı, daha zeki birini görmedim. Onunla gündüzleyin üç saat karşılıklı olarak konuştuk. Dilinden başka hiçbir yeri kımıldamadı. Bende dilimden başka hiçbir yerimi kımıldatmadım.” (El-Câhiz, 1967, s. 89).
Müellifimiz ise Türkler hakkındaki şahsi kanaatlerini şu şekilde belirtir:
“Türkler yaltaklanma, yaldızlı sözler, münafıklık, kovuculuk, yapmacık, yerme, riyâ, dostlarına karşı kibir, arkadaşlarına karşı fenalık, bid’at nedir bilmezler. Çeşitli fikirler onları bozmamıştır. Hîle-i şer’iyye ile başkalarının malını helal saymazlar…”(El-Câhiz, 1967, s. 77).
Türk anlayışına göre devleti devlet yapan toprak ile insan unsurudur. Türk dünya devlet ideali Orhun yazıtlarının hemen girişinde dahi anlatılmıştır. Yeryüzü, yani yağız yer ise, Türk devletinin dayandığı bir toprak olarak kabul edilmiştir (Ögel, 2016, s. 41). Türkler bu toprak parçasına yani vatan olarak kabul ettikleri kutsal mirasa her daim bağlılık göstermişlerdir. Bu hususta eserin müellifi dikkat çekici şu tespitlerde bulunmuştur:
Türkler, Araplar’dan başka milletler içinde vatan sevgisine en fazla sahip olan millettir. Çünkü onların vücutlarının terkibinde, tabiatlarının karışımında başka milletlerin sahip olmadıkları derecede memleketlerine, topraklarına dair hususiyetler, vatanlarının suyuna çekme hassası ve diğer kardeşlerine benzerlik vardır… Allah bu memleketleri böyle yaratmış, oralara bu hususiyeti vermiş, dünyaya ait özellikleri ve yetiştirme kabiliyetlerini oralara son derece fazla vermiştir… Vatan sevgisi, bütün insanları ve bütün memleketleri kapsayan bir hususiyet olmakla beraber aralarındaki benzerlik, uygunluk, vücut benzerliği ve vücutlarındaki terkibin aynı olması dolayısıyla Türkler’de diğer milletlerden daha fazla ve daha köklüdür.” (El-Câhiz, 1967, s. 77-78).
Horasan valisi Cüneyd b. Abdurrahman ile Türk Hükümdarı Hakan’ın karşılaşmaları ve karşılıklı konuşmaları Türklerin izzetini ve savaş ahlakını yansıtması bakımından önemlidir. Türk ordusunun heybetinin valinin korkmasına sebebiyet vermesi üzerine Hakan şu şekilde bir haber göndermişti:
“Korkma! Ben sana bir fenalık yapmak istesem bu şekilde bir şey yapmadan yerimde durmazdım. Kuvvetlerinin eksik tarafını önceden gördüm. Eğer sana galip gelmek veya bir kötülük yapmak isteseydim düşünmeye fırsat bırakmadan kuvvetlerini tozla duman ederdim. Bu hileyi öğrenip de başka Türklere tatbik etmeyeceğini bilsem kuvvetlerin ve tabyandaki eksik ve hatalı tarafı sana gösterirdim… Biz işlerimizde hile yapmayan bir milletiz. Hileyi sadece harpte mübah sayarız. Eğer harp hilesiz olacak olsa hileyi harpte dahi mübah saymazdık.” (El-Câhiz, 1967, s. 86-87).
Türklerin tabiatındaki sanatkârlık vasfı ve bu husustaki teferruatlı bilgileri de müellifin dikkatini çekmiş, bu hususlarda görüş belirtmeden geçmemiştir:
“Bir adam bir kılıcı kuşanıncaya ve kullanıncaya kadar bu kılıç birçok ellerden ve çeşitli sanatkârlardan geçer. Onlardan hiç biri diğerinin işini yapamaz, beceremez… Eğerin, okun, okdanlığın, mızrağın, yaralayıcı ve kalkan olarak kullanılan bütün silahların durumu da aynı şekildedir. Tüm bunların hepsini başından sonuna kadar bizzat kendisi yapar.” (El-Câhiz, 1967, s. 82).
Son olarak dikkat çekici bir nakil de Sumame b. el-Aşras’dan yapılmış olup Türklerin küçük karıncalar’a benzetildiği ifadelerdir:
“Küçük karıncalar insanlar içinde sadece Türkler’e benzetilir. Zirâ her küçük karınca kendi başına müstakil olarak yiyeceğini saklamayı, ince kokuları hissetmeyi, sakladığı yiyecekler bitmesin diye kabuklarını çıkarmayı ve biten kısımlarının alınmasını bilir. Bu karıncalar, insanların yaptıkları gibi erzak koydukları kapların ağızlarını tıkamayı, etralarını kılılamayı, yiyeceklerini muhafaza etmeyi, onları kazıklara asmayı, soğuk tutacak kaplara koymayı bilirler.” (El-Câhiz, 1967, s. 92).
3. Sonuç
Ünlü Arap bilgini Câhiz’in “Hilâfet Ordusunun Menkîbeleri ve Türklerin Fâziletleri” adlı eseri hiç şüphesiz Türklerin kültürel antropolojisini yansıtan en değerli kaynaklar arasındadır. Abbasi devletinde gittikçe artan Türk nüfuzuna karşı oluşan olumsuz bir atmosferde kaleme alınan eser, hilafet ordusu içerisinde vuku bulan ayrılıkçı bakış açısını değiştirmeyi hedelemiştir. Câhiz, eserinde İslâm dinini ve hilâfeti korumanın önemine değinmekte, fakat bunun için ırk ayrımı yapmanın gereksiz ve yanlış olduğunu belirtmektedir. Bu bağlamda müellif, Türklerin dünyasına ilişkin eski Araplar’ın düşüncelerine yer verdiği gibi kendi görüşlerini de eserine işlemiştir. Câhiz elinden geldiğince tarafsız bir tutum belirlemeye çalışmış, eserin orijinalitesi ve güvenilirliği de bu noktada önem kazanmıştır. Türklerin hilâfet ordusunun diğer sınıları ve hatta başka kavimler arasında dahi öne çıkan askeri ve ahlaki meziyetleri, vatanî hassasiyetleri, huy ve yaradılışlarındaki mütevazılık gibi birçok husus, eserde vurgulanan noktalardandır. Bütün bunlar bir araya getirildiğinde eserde, belirli bir Türk tipolojisinin ortaya konulmaya çalışıldığı açıktır.
Kaynakça

Ögel, Bahaeddin (2016). Türklerde Devlet Anlayışı, Ötüken Neşriyat: İstanbul.
Walker, C. T. Harley (1915). “Jahiz of Basra to Al-Fath Ibn Khaqan on the “Exploits of the Turks and the Army of the Khalifate in General”, Journal of the Royal Asiatic Society, Cambridge University Press, XXIII, s. 631-697.
Pellat, Charles (1990). “Al-Jahiz”, Abbasid Belles Lettres, Cambridge University Press, s. 78-95.
Pellat, Charles (1969). he Life and Works of Jahiz, University of California Press: Berkeley and Los Angeles.
El-Câhiz (1967). Hilâfet Ordusunun Menkıbeleri ve Türklerin Fazîletleri, çev. Ramazan Şeşen, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları: Ankara.
Lazreg, Houssem Ben (2015). “he Abbasid Translation Movement: Al Jahiz as a Pioneer”, Studies in Translation, 39, Katowice, s. 7-22.
Al-Jubouri, I. M. N. (2011). Islamic hought: From Mohammed to September 11, Xlibris.
Kafesoğlu, İbrahim (2003). Türk Millî Kültürü, Ötüken Neşriyat: İstanbul. Lindsay, James E. (2005).
Daily Life in he Medieval Islamic World, Greenwood Press: London. Finkel, Joshua (1927). “A Risala of Al-Jahiz”, Journal of the American Oriental Society, Vol 47, s. 311-334. Şeşen, Ramazan (1993).
“Câhiz”, TDVİA, Cilt 7, İstanbul. Şeşen, Ramazan (1969). “Eski Araplar’a Göre Türkler”, Türkiyat Mecmuası, Cilt 15, s. 11-36.
Barthold, W., Köprülü, M. Fuad (2012). İslâm Medeniyeti Tarihi, Akçağ Yayınları: Ankara. Athamneh, Waed (2016).
“Al-Jahiz (159/775-255/868)”, Encyclopedia of Islam and the Muslim World, 2nd edition, Volume 1, s. 80.

Not: Makalenin tamamı ve orjinal metni için kaynak: Coşkun Kumru, "DİSİPLİNLERARASI AKADEMİK ÇALIŞMALAR- II", Editörler. Doç. Dr. Meriç ERASLAN & Prof. Dr. Hilmi DEMİRKAYA Doç. Dr. Bekir DİREKCİ & Doç. Dr. Fürüzan ASLAN Yrd. Doç. Dr. Mustafa KILINÇ, Gece Kitaplığı, Ankara 2018, (ss.49-59).

* (Arş. Gör.), Pamukkale Üniversitesi, Tarih Bölümü, Denizli, [email protected]

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum