Boğaziçinde bir mücevher Dolmabahçe Saray
Yazar İskender Pala, tarihe yolculuğa devam ediyor. Öyle ki bu son kitabında geçmişe yapılabilecek en güzel yolculuğu, o geçmişin sahibiyle yapmış... Bu kez Dolmabahçe Sarayını konuşturmuş... Bir sarayda biriken, saklanan, kaybolan yığınla hatırayı... Belma Akçura-vatan kitap
12 Ekim 2011 - 09:46
| Tarihi romanları ve Klasik Osmalı Şiiri üzerine yaptığı derin ve titiz çalışmaları ile geniş bir okur kitlesi yakalayan İskender Pala, yeni kitabında Boğaziçi’nin en güzel binalarından birini, İstanbul’un olmazsa olmazlarından Dolmabahçe Sarayı’nı anlatıyor. Hem de onun dilinden. Yani Dolmabahçe İskender Pala’nın kalemi aracığılığı ile dile gelip sırlarını, sözlerini, unutulan anılarını anlatıyor bizlere. Ne mi diyor? Hadi gelin ondan onun işlemeleri salonlarında süzülen sesinden dinleyelim hikayesini: “Gök kubbenin altında kimi şuh kahkahalar, kimi hazin içlenişlerle yaşamış eski dostlarımın mahrem öykülerini mi? Devlet geleneğine baş kaldırıp, arşivlere ve tarih kitaplarına geçmeyen sırları mı? Bir gözyaşı damlasının hikâyesini, ya ki bir gizli busenin öyküsünü mü? Belki de ayrılıkları, hayalleri, umutları ve sevinçleriyle efendilerimin de birer insan olduklarını artık kabullenmeli ve sizinle her şeyi bu yalınlık içinde söyleşmeliyim...” Böylece bir devlete 34 yıl ev sahipliği yapmış olmanın sırrını, “Boğaziçi’nde bir mücevher” olarak anılmasının hikâyesini anlatmaya başlıyor zarif saray ve şöyle devam ediyor: “Batılı ülkelerdeki değişim rüzgârlarının hissedildiği, batı ile ilişkilerin yoğunlaştığı yıllar... Çırağan Sarayı’nda bazen de Beylerbeyi Sarayı’nda oturan, ama ikisini de benimsemeyen sultan, ‘Lala’ demiş sadrazamına, ‘acaba Boğaziçi sahillerinde münasip bir mahalle bir saray yaptırtsak da, Âl-i Osman’ın çoktandır parlamayan kandiline bir ışık olsa; ona bakanlar şevketimizi ve yüceliğimizi görseler, satvetimize imrenseler!’ Böylece iki ay sonra, sermimar Abdülhalim Bey, bina emini Altunizade İsmail Zühtü Paşa, ebniye-i şahane kalfası Garabet Balyan ile yardımcısı Nikoğos Balyan, yanlarında hassa mimarlardan birkaç kalfa daha Boğaziçi’nde bir keşfe çıkmışlar.” Böylece 285 oda, 43 salon, 6 balkon, 6 hamam, 1427 pencere 25 değişik işlevli kapısıyla saray doğmuş. Ve en güzel, en ihtişamlı dönemini de Sultan III. Selim’le yaşamış. Diyor ki; “Renklerin, nağmelerin ve dizelerin büyüsüne kapılıp gidilen bu çağda da burada, aynı yerimde olmayı ben de çok isterdim. Galib Dede’den beyitlerin, Dede Efendi bestelerine karıştığı mehtaplı gecelerde buradan, Boğaziçi’nin bu en müstesna köşesinden, onları izliyor olmayı ben de çok isterdim. Ama heyhaat!..” Kitap, boyunca saray tahmin edeceğiniz üzere aslında kendi hikayesini değil tarihimizi anlatıyor bize. Mesela Sultan Mehmed Reşad’ın sırlarını, Sultan Abdülmecid’in henüz üç yaşımdayken sarayı ziyaret edişini hatta “Çirkinlik buna yasak olsun ve güzel olmayan hiçbir şey burada bulunmasın!” dediğin... Saray elbetteki son halife Abdülmecid Efendi’yle anılarını da unutmamış. Yani onunla geçirdiği iki yıl içinde fırçalardan taşarak tuvallere yansıyan ihtişamı seyretmeye doyamayışını... Tabii söz konusu Dolmabahçe Sarayı ve onun anıları olunca sadece güzel, ihtişamlı anılardan bahsedemiyoruz elbette. Büyük acıları da içeriyor o vakur bilge: “Gün batımında bahçede kahvesini yudumlarken kapalı kapılarım ve pencerelerime baktı, baktı ve kelimesi kelimesine ‘Güneşe hasret bir efsunlu güzel!’ dedi. Sonraki yıllarda her gelişinde onu bir güneş diye istikbale çıktım... Güneşin koynumda battığı ve bir daha doğmadığı 10 Kasım sabahına kadar... Sonra, İstanbul’un büyülü güzelliği içinde güneşiyle birlikte efsununu da kaybeden bir dildade oldum. Kaybetmediğim tek şey hatıralar ve o hatıralara dokunan eşyalar oldu. Şimdi ruhumun derinliklerinde binlerce hatıra ve o hatıralara ait binlerce somut şahidim var. Ve beni ziyaret edenlere anlatacak binlerce öyküm...” |
15.09.2011 |









FACEBOOK YORUMLAR