BİR TANZİMAT OKULU: TAKVİM-İ VAKÂYİ VE CERİDE-'İ HAVADİS - Yazan: Mehmet Garip SİPER
21 Eylül 2020 - 17:57
Takvim-i Vakâyi’nin ilk nâzırı, bugünkü anlamda, genel yayın müdürü Mehmed Esad Efendi’dir.
Takvim-i Vakâyi dinamik yapısı, nitelikli kadroları ve dünyaya açıklığıyla, gününe göre radikal, hatta ihtilâlci nitelikli düşünceleri savunmuş ve bunlar 1839 Tanzimat Fermanı için kamuoyunu hazırlamıştır.
Takvim-i Vakâyi’e 1840’tan sonra Ceride-'i Havadis de katılmıştır. Bu iki gazete, Tanzimat dönemi yönetici ve düşünür kadrolarının oluşmasında okul görevi yapmıştır:
Gazetelerin yayın ilkeleri önemli ölçüde dünyadaki değişmeye, yenileşmeye uymanın gerekliliğini kamuoyuna duyurmak olmuştur.
O şartlarda payitahtın sınırlı da olsa bir danışma (meşveret) sistemine geçme isteği vardı ve gazete doğal olarak böyle bir danışma meclisi oluşturuyordu.
Dünyayla paralel olarak insan haklarının, can, mal, ırz güvenliği ve eşitlikle adaletin ayrımsız uygulanması; İslâm’ın devlet yönetimindeki üstünlüğünü reddetmeden, Hıristiyan-Müslüman eşitliğini kabulü önemliydi ve bunu ancak basın yoluyla gerçekleştirmek mümkündü.
Avrupa devletlerini düşman değil, dost devletler (düvel-i mütehabbe) diye anmak da bu işlerin önemli bir parçasıydı basın bu iş için biçilmez kaftandı.
Geleneksel yapıya göre çok liberal bir düzene geçişin savunuculuğunda, özel konuları da işleyebilmek hakkına sahip olan bu Ceride-'i Havadis, bilgi aktarma konusunda özellikle daha da önemli hale gelmiştir.
Takvim-i Vakâyi giderek daha resmileşirken, ilk sayısındaki sunuş yazısında eğitimin önemi vurgulanmakta; Avrupa örnek alınarak Avrupalılara yetişilebileceği hatırlatılmaktadır.
Ayrıca kişilerin eğitimle söylentilerin doğruluğunu kendi başlarına değerlendirecek düzeye varabilecekleri ifade edilmektedir.
Ceride-i Havadis daha çok politik, ekonomik haberlere ağırlık vermiştir.
1840’larda İzmir’de Rumca, Ermenice, Ladino (İspanyol Yahudicesi) ve Bulgarca gazetelerin çıkmasına tanık olundu.
Ancak birkaç yıl içinde bunlar İstanbul’a taşındılar ve İstanbul tam anlamıyla devletin tek kültür ve basın merkezi olmaya yöneldi.
Bu gazeteler, yorumdan çok bilgi aktarımı üzerinde yoğunlaştı.
Sultan ve vezirlere yönelik aşırı bağlılık ve saygı ifadesi, yazılarında ana çizgiyi oluşturuyordu.
Devletin yayın organlarının meşveret konusunu sürekli olarak toplumun gündemine sokmuş olması, onları, daha ayrıntılı olarak tartışmaya yöneltiyordu.
Basın, laikleşme ve dini yermenin rakip mezheplere avantaj sağlayacağı inancıyla, Avrupa’da olduğu gibi, dini aşarak ulusçuluğa varmak yerine, dine daha çok sarılarak ulusçuluğu arama eğilimini yarattı.
Kırım Savaşı’na kadarki (1855) dönemde, eğitici-bilgi nakledici tarafı ağır basan bir Osmanlı basınıyla karşı karşıyayız.
1849’da elçiliklere gönderilen bir bildiri ile Bâbıâli, Suriye’de bazı yabancıların izin almadan gazete çıkardıklarını, basımevi açtıklarını belirtip izin gereğini hatırlatmıştı. Bu dönemde izinler belli sürelerle sınırlıydı ve süre sonunda yenilenmeleri gerekiyordu.
Yayınlar arttıkça dil üzerine araştırmalar da gazetelerin ve gazetecilerin rolü de artar ve Encümen-i Dâniş’in kurulması (1851) sonucuna kadar varır. Arapçada ve diğer bütün dillerde de dilbilgisi araştırmaları, sade dile yönelme eğilimi bu dönemde başlar.
Osmanlı ülkesinde yaşayan halkın büyük kısmının dinlerine karşılık anadillerinin Türkçe olmasından önemli bir ortak yöndü; yani birleştirici öge dildi. Rumlar, Ermeniler ve Bulgarlar için bu, özellikle geçerliydi.
Takvim-i Vakâyi dinamik yapısı, nitelikli kadroları ve dünyaya açıklığıyla, gününe göre radikal, hatta ihtilâlci nitelikli düşünceleri savunmuş ve bunlar 1839 Tanzimat Fermanı için kamuoyunu hazırlamıştır.
Takvim-i Vakâyi’e 1840’tan sonra Ceride-'i Havadis de katılmıştır. Bu iki gazete, Tanzimat dönemi yönetici ve düşünür kadrolarının oluşmasında okul görevi yapmıştır:
Gazetelerin yayın ilkeleri önemli ölçüde dünyadaki değişmeye, yenileşmeye uymanın gerekliliğini kamuoyuna duyurmak olmuştur.
O şartlarda payitahtın sınırlı da olsa bir danışma (meşveret) sistemine geçme isteği vardı ve gazete doğal olarak böyle bir danışma meclisi oluşturuyordu.
Dünyayla paralel olarak insan haklarının, can, mal, ırz güvenliği ve eşitlikle adaletin ayrımsız uygulanması; İslâm’ın devlet yönetimindeki üstünlüğünü reddetmeden, Hıristiyan-Müslüman eşitliğini kabulü önemliydi ve bunu ancak basın yoluyla gerçekleştirmek mümkündü.
Avrupa devletlerini düşman değil, dost devletler (düvel-i mütehabbe) diye anmak da bu işlerin önemli bir parçasıydı basın bu iş için biçilmez kaftandı.
Geleneksel yapıya göre çok liberal bir düzene geçişin savunuculuğunda, özel konuları da işleyebilmek hakkına sahip olan bu Ceride-'i Havadis, bilgi aktarma konusunda özellikle daha da önemli hale gelmiştir.
Takvim-i Vakâyi giderek daha resmileşirken, ilk sayısındaki sunuş yazısında eğitimin önemi vurgulanmakta; Avrupa örnek alınarak Avrupalılara yetişilebileceği hatırlatılmaktadır.
Ayrıca kişilerin eğitimle söylentilerin doğruluğunu kendi başlarına değerlendirecek düzeye varabilecekleri ifade edilmektedir.
Ceride-i Havadis daha çok politik, ekonomik haberlere ağırlık vermiştir.
1840’larda İzmir’de Rumca, Ermenice, Ladino (İspanyol Yahudicesi) ve Bulgarca gazetelerin çıkmasına tanık olundu.
Ancak birkaç yıl içinde bunlar İstanbul’a taşındılar ve İstanbul tam anlamıyla devletin tek kültür ve basın merkezi olmaya yöneldi.
Bu gazeteler, yorumdan çok bilgi aktarımı üzerinde yoğunlaştı.
Sultan ve vezirlere yönelik aşırı bağlılık ve saygı ifadesi, yazılarında ana çizgiyi oluşturuyordu.
Devletin yayın organlarının meşveret konusunu sürekli olarak toplumun gündemine sokmuş olması, onları, daha ayrıntılı olarak tartışmaya yöneltiyordu.
Basın, laikleşme ve dini yermenin rakip mezheplere avantaj sağlayacağı inancıyla, Avrupa’da olduğu gibi, dini aşarak ulusçuluğa varmak yerine, dine daha çok sarılarak ulusçuluğu arama eğilimini yarattı.
Kırım Savaşı’na kadarki (1855) dönemde, eğitici-bilgi nakledici tarafı ağır basan bir Osmanlı basınıyla karşı karşıyayız.
1849’da elçiliklere gönderilen bir bildiri ile Bâbıâli, Suriye’de bazı yabancıların izin almadan gazete çıkardıklarını, basımevi açtıklarını belirtip izin gereğini hatırlatmıştı. Bu dönemde izinler belli sürelerle sınırlıydı ve süre sonunda yenilenmeleri gerekiyordu.
Yayınlar arttıkça dil üzerine araştırmalar da gazetelerin ve gazetecilerin rolü de artar ve Encümen-i Dâniş’in kurulması (1851) sonucuna kadar varır. Arapçada ve diğer bütün dillerde de dilbilgisi araştırmaları, sade dile yönelme eğilimi bu dönemde başlar.
Osmanlı ülkesinde yaşayan halkın büyük kısmının dinlerine karşılık anadillerinin Türkçe olmasından önemli bir ortak yöndü; yani birleştirici öge dildi. Rumlar, Ermeniler ve Bulgarlar için bu, özellikle geçerliydi.
FACEBOOK YORUMLAR