Bir milletin uyanışı: 19 Mayıs

Bir milletin uyanışı: 19 Mayıs
20 Mayıs 2022 - 13:15

Bir milletin uyanışı: 19 Mayıs

Osmanlı Devleti, Türk tarihinin en büyük ve en uzun ömürlü devletidir. 600 yıllık ömrünün 300 yılı, 3 kıtada yayılmakla geçti; geri kalan 300 yılı ise yayılan Avrupa karşısında direnmekle geçti. Üstelik 300 yıllık yayılma dönemindeki başarılar Avrupa’nın insan kaynakları, sermaye birikimi ve üretim kapasitesindeki üstünlüğe rağmen gelişti. Örgütlenme kapasitesi, merkezi devlet gücü ve düzenli/merkezi ordu bu başarının nedenleri arasındadır. Sonraki 300 yıllık süreç ise Avrupa’nın giderek artan saldırganlığına ve hemen her alandaki üstünlüğüne rağmen direnerek geçti. Osmanlı kadar Batı’ya uzun süre direnebilen bir devlet olmadığı rahatlıkla söylenebilir.

19. yüzyıla gelindiğinde “Bu devlet nasıl kurtulur?” sorusu hem devlet adamlarının –padişahlar dahil- ve hem de yeni açılan modern okullardan yetişen genç bürokratların yanıt aradığı soruydu. Bu süreç, sorunların büyüklüğü ve çözüm bulmanın zorluğu karşısında zaman zaman umutsuzluk da içermekteydi. Ancak yine de imparatorluğun son 40 yılında (1878-1918) yaşanan toplumsal gelişmeler, gençlere verilen eğitim ve idealist-vatansever düşünce neticesinde 1918’de ülkenin her yerinde işgale direnen bir nesil ortaya çıkarabilmişti. Kurtuluşu sağlayan ve Cumhuriyetin kuran bu nesil oldu. Dikkat edilecek olursa 1878’de yaşanan büyük yenilgide böyle bir nesil ortada yoktu; ama 1918’de böyle bir nesil yetişebilmişti. Bunu imparatorluğun son 40 yılının ürünü olarak görmek gerekir.

Aydınların ve gençlerin ülkenin geleceği karşısında duyduğu umutsuzluk Osmanlı’ya özel durum değildi. Benzer bir durum örneğin İtalya için de geçerliydi. Daha 14. yüzyılda ünlü İlahi Komedya’nın yazarı, Latincenin son büyük şairi Dante, İtalya’nın parçalanmışlığı ve savaşlar nedeniyle şunları söylemişti: “Ey köle İtalya, acılar ülkesi, fırtınada kaptansız gemi”…

Belki o dönemde Dante’nin şehri Floransa Avrupa’nın en zengin kentiydi ama parçalanmışlık ve iktidar savaşları Dante’yi umutsuzluğa sürüklemişti. Zaten kendisi de ömrünü sürgünde tamamlamıştı. Dante’den yüzyıllar sonra benzer bir kaygıyı Namık Kemal de dile getirmektedir. Kısa ömrünü sürgünlerde geçiren ama mücadeleden yılmayan vatan ve hürriyet şairi Namık Kemal, sonraki kuşakları derinden etkiledi. Mülk’ün vatan’a dönüşmesinin, hürriyet fikrinin ve Türklük bilincinin öncüsü oldu. Yine mezar taşına şunun yazılmasını istedi:

“Ölürsem görmeden millette ümid ettiğim feyzi

Yazılsın seng-i kabrime vatan mahzun ben mahzun”

Namık Kemal, devleti kurtarmak adına doğru bildiğini söylemekten ve onun için mücadele etmekten vazgeçmedi. Daha gençlik yıllarından itibaren vatan ve hürriyet aşkıyla şiir yazdı, piyes yazdı, gazete çıkardı. Ülke sorunlarına kafa yordu. Gelecek kuşaklara da hitap edecek şekilde şu soruyu sordu:

“Vatanın bağrına düşman dayadı hançerini

Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini”

Namık Kemal’in mirasçısı olan ve Osmanlı modernleşme sürecinin bir parçası olan okullardan yetişen idealist kuşak on yıllar sonra onun bu çağrısına yanıt verdi. Kurtuluş Savaşı yıllarında TBMM kürsüsünden Mustafa Kemal Paşa hem kendi adına ve hem de millet/vekilleri adına şu dizeyi söyledi:

“Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini

Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini”

Mustafa Kemal Paşa ve kuşağı (Fevzi Çakmak, İsmet İnönü, Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele ve Rauf Orbay…) imparatorluğun dağılmasının bütün yükünü omuzlarında hissettiler. Nasıl ki Fatih İstanbul’u fethettiğinde 21 yaşındaysa Mustafa Kemal Paşa da Samsun’a çıktığında 38 yaşındaydı.

Mustafa Kemal Paşa ve kuşağını etkileyen Namık Kemal ve diğer Jön Türk (Yeni/Genç Osmanlılar) ileri gelenleri Avrupa’daki gelişmeleri yakından takip ediyorlardı. Osmanlı için yeni bir canlanma hayal ediyorlardı. Nitekim Namık Kemal, Hürriyet Kasidesi’nin sonunda “Uyan ey yareli şir-i Jiyan bu hab-ı gafletten” (Ey kükremiş yaralı aslan, bu gaflet uykusundan uyan) demektedir. Yaralı aslan da, bu gaflet uykusundan uyanacak olan da Osmanlı’dır. Jön Türkler, Osmanlı’ya bir gençlik aşısı vermek amacındaydılar. Onları etkileyen Batı’daki benzer ülkelerdeki benzer aydın hareketleriydi. Örneğin İtalya’nın birleşmesi için Mazzini’nin liderlik ettiği Genç İtalya hareketi, Almanya’nın birleşmesi için çaba harcayan Genç Almanya hareketi gibi… Bu iki ülkede birleşme, bizde ise dağılmaktan kurtulmak genç aydınların en büyük hayaliydi. Devlete gençlik aşısı yapmak kurtuluşun çaresi idi. Buna İtalyanlar 19. yüzyılın ikinci yarısında risorgimento (birleşme, diriliş, yeniden doğuş) ile ulaştılar. Almanya ise Bismark’ın liderliğinde Prusya’nın öncülüğünde birliğini sağlayabildi.

İkinci Meşrutiyet döneminin genç aydınlarının en büyük hayali devleti kurtarmak olmaya devam etti. Farklı siyasal eğilimlerden gelen Mehmet Akif, Yusuf Akçura, Ziya Gökalp, Tevfik Fikret, Abdullah Cevdet gibi aydınlar bu hayali gerçekleştirmek için fikirler ürettiler. Gerçekten de İkinci Meşrutiyet dönemi –tüm diğer olumsuzluklarına rağmen- yakın dönem Türkiye tarihinin entelektüel olarak en verimli yıllarının başında gelmektedir. Değerli tarihçi, siyaset bilimci ve anayasa hukukçusu Tarık Zafer Tunaya bu yılları “Cumhuriyetin siyasi laboratuarı” olarak tanımlamaktadır. İkinci Meşrutiyet’in son yılı olan 1918, aynı zamanda imparatorluğun dağıldığı, Birinci Dünya Savaşı’nın yenilgiyle sonuçlandığı ve umutların iyice karardığı bir yıldı. Savaşın sonlarına doğru Mustafa Kemal Paşa, umutsuzluğa kapılanlara şunu söylüyordu:

“Her şeye rağmen muhakkak bir ışığa doğru yürümekteyiz. Bende bu imanı yaşatan kuvvet, yalnız aziz memleket ve milletim hakkındaki sonsuz sevgim değil, bugünün karanlıkları, ahlaksızlıkları, şarlatanlıkları içinde sırf vatan ve hakikat aşkıyla ışık serpmeye ve aramaya çalışan bir gençlik görmemdir“.

Dönemin diğer aydınları da geleceği gençlere emanet etmeyi, yeni bir nesil yaratmayı hayal etmişlerdi. Nitekim bu nesil Mehmet Akif’te Asım’dır, Tevfik Fikret’te Haluk’tur… Akif’in hayali dinsel hurafelerden kurtulan, Batı’da fen eğitimi alan bir nesildi… Bundan dolayı da Safahat’ta Asım’ı Berlin’e fen eğitimi almaya göndermişti.

Akif 19 Eylül 1918’de Mondros’un imzalanacağı günlerde İslam coğrafyasında yaşanan sorunlar için Şark adlı şiirinde, “emek mahrumu günler”, “tersiz alınlar” ve “Gaza namıyla dindaş öldüren biçare dindaşlar” ifadelerine yer verirken, Alınlar Terlemeli adlı şiirinde ise “aheng-i sa’y” (uyum içinde çalışma) çağrısı yapmakta ve “Bir yurdun alnından boşansın ter” demekteydi. Netice olarak kurtuluş çaresi asırlar boyu süren tembellikten, miskinlikten kurtulup çalışmak, üretmek ve vatan için terlemekti. Akif geçmişteki şanlı günlerin yeniden elde edilebilmesi için çalışmanın, eğitimin, üretimin önemine dikkat çekerken yine Şark şiirini karamsarlık karşıtı bir şekilde bitirmektedir:

"Hayat elbette hakkımdır!" desin, dünya "değil! " derken

İşte bu gerekirse vatan ve millet uğruna canını ortaya koyarak Kurtuluş Savaşı’nı kazanan ve Cumhuriyet’i kuran genç nesle Cumhuriyet ve devlet emanet edildi. Atatürk, bunu Gençliğe Hitabe’sinde de açık bir şekilde belirtti. Ancak bununla beraber 19 Mayıs sadece bir gençlik bayramı değildir; tüm milletin bayramıdır. Uzun yüzyıllardan sonra Türk milletinin yeniden uyanışının, Türk Rönesansı’nın bayramıdır. Cumhuriyetin ilk yüzyılını tamamlarken, Cumhuriyetin ikinci yüzyılında gençliğe ve millete düşen görev, Türkiye’yi insanlık aleminin en saygın ve en müreffeh ülkelerinden biri kılmak olacaktır.

Cumhuriyetin 100. Yılına doğru giderken umudumuz yine gençliktedir. Şüphesiz ki bu boş bir umut değildir.

PROF. DR. HAKKI UYAR

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum