BİR İBRET HİKÂYESİ: KENAN EVREN (1)

Yazarımız MAHMUT HALDUN SÖNMEZER'in yeni yazısı: BİR İBRET HİKÂYESİ: KENAN EVREN (1)

BİR İBRET HİKÂYESİ: KENAN EVREN (1)
12 Eylül 2021 - 09:55 - Güncelleme: 12 Eylül 2021 - 17:31
BİR İBRET HİKÂYESİ: KENAN EVREN (1)

Çocukluk çağımızda bizim kuşağın hayatına giren bir askerî figürdü Kenan Evren. Televizyonun tek kanallı ve siyah beyaz olduğu yıllardı. Henüz 12 Eylül Darbesi olmamıştı. 1978-79 yıllarının genelkurmay başkanıydı Evren Paşa. TRT’nin geceleri üç-dört saat gibi sınırlı yayın yaptığı günlerde ara sıra televizyonda görürdük O’nu. Akşam haberlerinde üniformalı bir resmi yansırdı ekrana. Biz ekrandaki cansız hayaline bakarken haberleri sunan spiker ya kendisiyle ilgili bir haberi geçer ya da demecini okurdu. Bu, çok sınırlı da olsa, o yıllarda bir çocuk belleğinde yer eden ilk Kenan Evren portresidir. Bu çok sathî portre, ihtilâlden sonra yeni unsurların eklenmesiyle birlikte zaman içinde renklenip çeşitlendi.

        Yetmişli yılların Türkiye’si ideolojik çatışma ve kamplaşmaların, çözüme kavuşturulamayan kronikleşmiş problemlerin, bir türlü kurulamayan ve sürdürülemeyen hükûmetlerin, liderler arasındaki çoğu gereksiz siyâsî çekişme ve polemiklerin ve bütün bunların tabiî sonucu olarak da anlaşmazlık ve uyuşmazlıkların tavan yaptığı bir dönemdi. İşte Evren Paşa yine öylesine bir kaos ve uyuşmazlık ortamında âdetâ tombaladan çıkarak üzerinde uzlaşılan isim olmuştu.

        1977 senesinde başbakanlık makamında oturan Süleyman Demirel dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı olan Namık Kemal Ersun’u kanlı 1 Mayıs hâdiselerinden sonra darbe girişiminde bulunacağı iddiasıyla emekliye sevk etti. Genelkurmay Başkanı olmasına kesin gözüyle bakılan Ersun’un re‘sen emekli edilmesinden sonra boşalan Kara Kuvvetleri Komutanlığı makamına atama yapılması gerekiyordu.  Demirel’in niyeti, kendisiyle yakın ilişkiler içinde olduğu 3. Ordu Komutanı Ali Fethi Esener’i önce Kara Kuvvetleri Komutanlığı, kısa bir süre sonra da Genelkurmay Başkanlığı makamına getirmekti. Emekli bir asker olan devrin cumhurbaşkanı Fahri Korutürk ise bu tercihi onaylamıyor ve teâmül gereği 1. Ordu Komutanı Adnan Ersöz’ün o makama oturması fikrinde ısrar ediyordu. Ancak ne Demirel ne de Korutürk, ısrarlarından vazgeçmeyerek geri adım atmadılar ve netîcede görev süreleri dolan her iki komutan da 30 Ağustos 1977 târihi itibârıyla emekliye ayrıldı. Bunun üzerine emeklilik hesapları yapan ve emekli olduktan sonra da İzmir’e yerleşmeyi planlayan Ege Ordu Komutanı Kenan Evren hiç beklenmedik bir şekilde 5 Eylül 1977 târihinde önce Kara Kuvvetleri Komutanı, altı ay sonra da Genel Kurmay Başkanı oldu. Üç kıdemli paşanın birbiri ardına emekliye ayrılmasıyla birlikte akılda ve hayalde olmayan bir ihtimâl gerçekleşmiş ve Kenan Evren hem rütbesinin uygunluğu hem de siyâsîlerin tensîbiyle Kara Kuvvetleri Komutanı olmuş, çok geçmeden de Genelkurmay Başkanlığı’na atanmıştır.

        Kenan Evren devlet hayatına son noktayı koymak üzere iken kendi irâdesi dışında gelişen hâdiselerin önünü açmasıyla üç-dört yıl gibi kısa bir zaman zarfında devletin en tepe noktasına çıktı ve yakın târihimizde çok az ölümlüye nasip olmuş bir yetki ve kudreti avuçlarının içine aldı. Bilemeyiz, belki de görünmez bir el O’na bu yolu açtı.

        Kenan Evren bu toplumun hayatına bir asker ve genelkurmay başkanı olarak girse de toplumsal belleğe bir darbe lideri olarak yerleşti. Toplum, O’nu bir askerî cuntanın lideri olarak tanıdı. Fakat toplumun ekseriyeti kendisini bu kimliğinden ötürü yargılayıp mahkûm etmedi. Zamanla kendisi hakkında oluşan olumsuz kanâatin ve özellikle de hayatının son yıllarında toplumun hemen hemen bütün kesimlerinde görülen Kenan Evren nefretinin sebebi sadece yaptıkları değil, aynı zamanda söyledikleridir.

        Kenan Evren’in bir devlet başkanı olarak seleflerinden, bir asker olarak da meslektaşlarından çok farklı bir yönü vardı. Paşa Hazretleri; sözünü tartmadan, lafın ucunun nereye gideceğini hesaplamadan, içinden geldiği gibi konuşuyordu. Konuşmasında âdetâ bir çocuk safiyeti vardı. Toplumda işgal ettiği mevki düşünüldüğünde bu özelliği kendisinin en büyük handikabı oldu.

        Fransızların müteveffa reisicumhuru Charles(Şarl) De Gaulle’ün hayran olduğum bir sözü vardır: “Siyâsî hayatta hiçbir güç, devlet otoritesini sükût ölçüsünde muhâfaza edemez.” Elbette her taş yerinde ağırdı. Ama ne yazık ki Evren Paşa, De Gaulle gibi siyâset ustalarının özdeyiş hâline getirdiği bu ölçüden de uzaktı. 1980-89 arasında önce devlet başkanı, daha sonra da cumhurbaşkanı sıfatıyla davet aldığı her yere gitti ve hemen her konuda nutuk attı. Tabiatıyla bu durum zaman içinde şahsına ve temsil etmekte olduğu makamın ağırlığına gölge düşürdü. Diyânet müfettişi olan irfân ehli bir aile dostumuzun O’nun için seksenli yılların ortalarında söylediği bir sözü hiç unutmadım. Yıllar önce vefat eden ve Evren’le yaşıt olan o muhterem zât, bir sohbet esnâsında aynen şöyle demişti: “Yumurtacılar Derneği kongre yapsa Evren oraya da gider.” Evet, çok gezen ve çok konuşan bir kişilikti Evren Paşa. Ağzından dökülen herzelerin, pek çoğu fiyaskoyla biten sözlerinin ardı arkası kesilmemiştir. 2011 yılında vefat eden rahmetli babamın, o yıllarda O’nun için birkaç kez “b…. bülbül” tabirini kullandığını hatırlıyorum. Evren Paşa için yapılan bu tür nitelemeler maalesef doğruydu. Ne zaman ağzını açsa ya bir pot kırıyor ya da esaslı bir çam deviriyordu hazret.

        Nev’i şahsına münhasır bir kişiliği yoktu. Ortalamanın ancak biraz üzerine çıkardı. Bir kafeterya ya da kahvehaneye girdiğinizde O’na benzeyen en az yarım düzine insan bulurdunuz. Hâl, tavır, konuşma tarzı, ilgi ve merakları itibârıyla kendisini ortalama bir Türk erkeğinden farklılaştıracak hiçbir orijinaliteye sahip değildi.

        İlgilendiği mes’eleler ve uzmanlık alanları(!) çok geniş ve çeşitliydi. İktidârı döneminde siyâsetten diyânete, atletizmden futbola, kadın ayakkabısından alafranga tuvaletlerin klozet kapaklarına kadar hemen her konuda görüş beyân etmiştir. Her mes’elede ahkâm kesmesi zamanla kendisini hafifletti. Özellikle dinî mes’elelere getirmiş olduğu yorumlardan dolayı eski bir diyânet işleri başkanı 1990 senesinde bir gazeteye verdiği beyânâtta kendisi için; “Evren, güneş müftüsü oldu.” değerlendirmesini yapmıştı. Bir açık hava mitinginde hayır sahiplerine hitâben; “İnsanoğlu isterse ibâdetini evinde yapabilir ama eğitim evde olmaz. O yüzden câmi yerine okul yaptırın!” şeklindeki tavsiyesi ise bir başka garâbetti. Hemen her konuda tuhaf denilebilecek ve hattâ bazen mizâha konu olabilecek seviyede yaklaşımlara sahip bir kişilikti Evren Paşa.

        Onlardan biri de bulunduğu mevkide oturan hiç kimsenin dikkate bile almayacağı şeyleri ciddiye alarak halkla paylaşmasıydı. Halktan birilerinin kendisine gönderdiği tuhaf içerikli mektupları bile miting kürsüsünden okuyup paylaşırdı. Bu mektuplardan birinde kendisine yapılan ilginç bir teklifi kendisine has üslûbuyla anlatırken televizyondan dinlemiş ve hâliyle herkes gibi ben de tebessüm etmiştim. Mektupta aynen şöyle deniyordu kendisine: “Paşam! Geleneğimize göre devlet başkanı olan şahıs, baş imamdır aynı zamanda. O yüzden de sizin başınıza sarık sarıp sırtınıza da cübbeyi geçirip bazı özel günlerde bu millete namaz kıldırmanız gerekiyor.”

        Yine en çok tiye alınan tuhaflıklarından birisi de Atatürk’e benzeme gayreti içerisine girmesi olmuştur. Kılık kıyafetinden tavır ve davranışlarına hattâ verdiği pozlara kadar âdetâ kendi şahsında yeni bir Atatürk inşâ etme peşindeydi Evren Paşa. Kendisindeki bu eğilim o kadar sırıtıyordu ki, fıkralara bile konu oldu. Kendisi olmak varken varını yoğunu başkasının kopyası olmaya adamış bir şahsın ciddiyet ve itibârı ne olabilirdi ki toplum nezdinde?

        Devlet adamlığı kumaşı zayıftı. Doğuştan devlet adamı formasyonuna sahip bir kişiliği yoktu. Milletimizin en az bir asırdan beri yakasından düşmeyen kaht-ı ricâl problemi, O’nun döneminde eksikliğini daha fazla hissettirir oldu.

        Gerçekte Evren Paşa şanslı adamdı. Hem de Türkiye târihindeki darbecilerin hepsinden daha şanslıydı. Bütün darbeler antidemokratik olmasına rağmen, liderlik ettiği darbe Türkiye târihinde gerçekleşen darbelerin hepsinden daha yüksek bir meşruiyet zemini üzerine oturuyordu. Terör öylesine bir hâl almıştı ki, toplumsal bütünlüğü sarsacak noktaya gelmişti. Can güvenliği ve umut eksikliği had safhaya erişmişti. Halk, hükûmetlerin ufuksuzluğu ve siyâsîlerin bencilce kavgalarından bıkıp usanmıştı. Diğer darbeler iktidârlara karşı yapılmıştı. 12 Eylül ise Paşa’nın da ifâdesiyle teröre son vermek ve kaybolan devlet otoritesini yeniden tesis etmek gayesine matûftu. Yani ordu, kerhen yönetime el koymak zorunda kalmıştı.

        Zikredilen sebeplerden dolayı, darbenin gerçekleştiği günlerde toplumun çoğunluğu O’nu bir kurtarıcı olarak görüp desteklemişti. Darbeden sonra da uzun bir müddet çok yüksek düzeydeki halk desteğini arkasında tuttu. Fakat iktidârı avuçlarının içine aldığı ilk günden itibâren öylesine büyük hatalar yaptı ki, arkasındaki destek hemen erimese de, tesir ve imajı gün geçtikçe zayıfladı.

        İlk ciddî sınavını darbenin akabinde gündeme gelen Yunanistan’ın NATO’ya dönüşü mes’elesinde verdi. Darbeden sonra gerçekleştirdiği ilk ve en önemli icraatı, Yunanistan’ın NATO’ya dönüşüne hiçbir somut karşılık almadan yeşil ışık yakmak oldu. Âdetâ NATO üyeliğini bir altın tepside Yunanistan’a sundu. Kamuoyu baskısından ve muhâlefetin eleştirisinden korkan Demirel ve Ecevit hükûmetleri bu konuda sürekli olarak veto kartını kullanıyorlardı. Bu hâdise, kamuoyunun susturulduğu ve siyâsî muhâlefetin olmadığı ortamların millî menfaatlerin korunması açısından ne kadar elverişsiz ve aykırı bir iklim olduğunu göstermesi açısından çok tipik bir misâldir.

        Bir tarafıyla da son derece akıllı bir adamdı Evren. 12 Mart Muhtırası’ndan sonra Faruk Gürler Paşa’nın kendisini cumhurbaşkanı seçtirmeye çalışırken içine düştüğü acıklı durumu görmüş ve aynı çukura kendisi de yuvarlanmamak için millete reddedemeyeceği bir teklif yapmıştı. Cumhurbaşkanı seçimi ile anayasa referandumunu birleştirmişti. 1982 Anayasası’na “Evet” oyu verenler, otomatikman Kenan Evren’in cumhurbaşkanlığına da “Evet” demiş olacaklardı. “Hayır” oyu çıkması durumunda ise hem anayasa reddedilmiş olacaktı hem de Evren’in cumhurbaşkanlığı. Fakat bu durum sivil yönetime geçişi zorlaştıracak, yeni bir anayasa yapılması için asker tekrar kolları sıvayacak ve bu durum ülkenin yıllarını çalacaktı. Halkın manevra imkânı yoktu. “Evet” oyu vermediği takdirde daha uzun yıllar askerin gölgesinden kurtulamayacaktı. Belirsizliği ortadan kaldırmanın tek yolu, anayasayı onaylayarak yeniden demokrasiye geçişi hızlandırmaktı. Halk dereyi geçinceye kadar oyunu askerin koyduğu kurallara göre oynamaya mecbur olduğunu bildiği için komutanlara istediklerini vermekte tereddüt etmedi. Evren bir Ali Cengiz oyunuyla kendisini cumhurbaşkanı seçtiriyordu.

        Yakın çevresini, özellikle de beraber yola çıktığı insanları idâre etmek husûsunda da mâhir ve dikkatli davranmıştır. Darbeden iki yıl sonra kendisi Çankaya’ya çıkarken darbeyi beraber yaptığı arkadaşlarına da bir kıyak çekmeyi unutmadı. Milli Güvenlik Konseyi olarak bilinen kurum, yeni yapılan anayasaya eklenen geçici bir maddeyle Cumhurbaşkanlığı Konseyi’ne dönüştürülerek Evren’le beraber yola çıkmış diğer dört paşanın da gönülleri hoş edildi. Bu dört paşa altı yıl boyunca (1983-1989) görev yapacak bir konseyin dâimî üyesi oldular.

        Sadece altı seneliğine bir makamın ihdâs edilmesi ve o süre dolduğu zaman da makamın lağv edilecek olması, dört paşaya (Ersin, Şahinkaya, Tümer, Celasun) anayasa garantisi altında sunulmuş siyâsî ikrâmiyeden öte bir şey değildi. Evren ile aralarında ne geçmişti, bilinmez ama büyük ihtimâl Evren’in Çankaya’ya çıkmasından kısa bir süre sonra emekli olacak bu paşaların sade bir vatandaş olarak köşelerine çekilmeleri uygun görülmemişti. Belki de imtiyâzlı olmaya alışmış bu zevât, çekildikleri inzivâ köşesinde sade bir yaşam sürmeyi kendilerine yakıştıramamışlardı. Netîcede “işe göre adam değil de adama göre iş” prensibinin cârî olduğu, siyâsî etik açısından son derece yakışıksız bir tasarruf hayata geçirildi. Büyük bir vefa ve âlîcenâblık(!) örneği sergileyerek yol arkadaşlarını yarı yolda bırakmamıştı Evren Paşa. Bu sayede dört tane tufeylî, altı yıl daha protokolde yer işgal edip milletin huzurunda arz-ı endâm ettiler. 1987’ye kadar bu zevât, seçilmiş başbakanın önünde yürüdü.

        Görüldüğü gibi Evren Paşa da eski dostlarını ve yakın çevresini gözetmek husûsunda çağdaşlarından tümüyle farklı bir kişiliğe sahip değildi. Hüsamettin Ünsal isimli 1960’tan sonra binbaşı rütbesiyle ordudan emekli edilmiş asker kökenli bir aile dostumuz vardı. 1914 doğumlu bu zât, 2007 senesinde vefat etmiştir. Evren Paşa’nın yakın arkadaşı olan Hüsamettin Ünsal, yaşı ve müktesebâtı hasebiyle eski yazıya vâkıf bir insandı. Mektuplarını ve özel notlarını bile eski yazıyla kaleme alırdı. Evren bu özelliğinden dolayı kendisini, Çankaya’ya çıktıktan sonra cumhurbaşkanlığı arşivinin müdürü yapmıştı. 1990 senesinde cumhurbaşkanlığından emekli olan ve Evren Paşa’yı da çok seven bu zât, bir gün yalnız üçümüzün bulunduğu bir sohbet deminde babama ve bana aynen şöyle dedi: “Çankaya’da otururken Evren’in bazı yanlış işleri de oldu. ‘Barbut Recai’ nâmıyla mahut bir şahsı Çankaya’ya aldı. Galiba eski bir tanıdığıymış. Adama bir masa vermişler. Hiçbir iş yapmaz. Kafasını masaya gömer, sabahtan akşama kadar uyur. Mesâî bitiminde de şapkasını, ceketini alır; dostlarının yanına koşar. Gün ağarıncaya kadar kumar masasının başında demlenir. Sabah olduğunda ise uyumak için yine ofisin yolunu tutar.”

        Evren Paşa’nın belki de en müspet özelliği, toplumu ve siyâset mekanizmasını kemiren yolsuzluk illetinden uzak durması olmuştur. Cemiyete musallat bu virüs, O’nun kişiliğine sirâyet etmedi. Evet, kendisinde belki makam hırsı vardı ama o makamın üzerinden nüfûz ticâreti yaptığı söylenemez. Her siyâsetçi gibi fısıltı gazetesi O’nun hakkında da bir takım haberler üretmiştir. Yalnız şurası kesindir ki, ismi hiçbir zaman için akçeli işlerle birlikte anılmadı.

 
MAHMUT HALDUN SÖNMEZER

 

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum