Bir gün aslında uzun bir hikâyenin adı

Gözağrısı', Gökhan Özcan'ın demlenmiş duygularından çıkan ve arı-duru cümlelerinden oluşan bir kitap. Onun denemelerini okurken çok şeyi hatırlayacaksınız; çocukluğunuzu, hayallerinizi, gençlik acısını... Bir günün aslında uzun bir hikâyenin adı olduğunu anımsayacak, arkasından koştuğunuz dünyayı yakalama halinden vazgeçip, akıp giden zamanda "İnecek var" diyeceksiniz.

Bir gün aslında uzun bir hikâyenin adı
26 Şubat 2018 - 11:00

SİBEL CANTEMİR

Ruh Yordamı’ ve ‘Hiçbişey.’ kitaplarının yazarından yıllar sonra yepyeni bir çalışma... Aradan bu kadar zaman geçmesinin bir nedeni var elbet. Zaten kitabın daha giriş kısmında söyleyiveriyor Gökhan Özcan, diyor ki: “Ümidim, bu yazılara ayıracağınız değerli vakitlerin heba olup gitmemesi, ‘Gözağrısı’ndan geriye seveceğiniz bir şeyler kalmasıdır.” Ne hassas bir düşünce! Yazdığı yazıları okurken insanlar şayet vakit kaybediyorsa, bunun büyük bir vebal olduğunun bilinciyle kaleme alınmış sözler!

Ve ilk cümle: “Bir gün deyip geçmeyin; içine sığdırılabilen şeylere bakarsanız, bir gün aslında çok uzun bir hikâyenin adı...” Anlıyorum ki bir kitap deyip geçmemek gerekiyor bu metni, nice hikâyeler, nice anlamlar, kalbimize ve beynimize inecek nice balyozlar, yüreğimizi okşayacak nice duygular saklı bu yazıların içinde. Devam ediyorum ama acele etmeden… Bazı kitaplar vardır ya, bitirmeye kıyamazsınız. Hah, işte tam öyle tatta bir kitap ve düşünüyorum da zaten bir çırpıda çıkmamıştır ki yazarının elinden. Her halinden belli… İçinde süzülmüş o kadar çok arı-duru cümle, demlenmiş o kadar çok duygu var ki…

İnsanın süzülebilmesi, demlenebilmesi, durulabilmesi için farklı bir bakış açısının olması gerekiyor bu dünyada. Ruhunu farklı bir şekilde konumlandırması gerekiyor yaşanılan bu kadar ruhsuz olaya karşı. Günümüz insanı olarak o kadar çok koşuşturma içerisindeyiz ki… Sanki dünya önden koşuyor ve biz arkadan sürekli onu yakalama halindeyiz. Bu kadar hızlı akıp giden zamanda Gökhan Özcan, bir an için “İnecek var!” diye durdurmuş sanki dünyayı ve hoop diye atmış adeta kendini bu telaş içinde koşturan insanların yer aldığı hayat otobüsünden. İnzivaya çekmiş ruhunu ve sanki sonra en içten haliyle seslenmiş kaos içinde koşuşturan insanlara: “Yaşamak; ilmek ilmek bezemek de olabilir hayatın kanaviçesini renklerle, düğüm düğüm düğümlemek de olabilir kargaşa yumağını endişelerle. İnsanın ne yaptığıdır belirleyici olan, neyi seçtiğidir. Bizim yolculuğumuzun hayra çıkan bir güzergâhı yok muydu en başında? İnsan, bu dünyada neyi aradığını keşfettiğini sandığı anda kaybediyor çoğu kez varlık bilgisini. İnsanın arayarak bulabileceği tek bir gerçek var aslında: Hayatın kaynağının kendisi olmadığı...” Tam da aradığımız şey bu sanki.

Bu hatırlatmalar, bu soru işaretleri belki de geri getirecek kaybetmeye yüz tutmuş değerlerimizi, duygu ve düşüncelerimizi. Zaten kitabı okurken o kadar çok şeyi hatırlıyoruz ki; asma yapraklarını, baharın coşkusunu, fesleğenin kokusunu, Ramazan’ın bereketini, dinlemeye doyamadığımız masalları, horoz şekerlerini, çocukluk sevdalarını, gençlik acısını… Kitap sizi bir yolculuğa çıkarıyor. Çocukluğunuza uğruyorsunuz aralarda. Gözlerinizi kapattığınızda çocukluğunuzun yüzünüzü okşayan sıcacık yelini hissediyorsunuz tüm bedeninizde. Bir tebessüm oluşuyor yüzünüzde: “Bak, çocukluğumuzun o koca kamyonlarından biri geçti sanki az önce şuradan. Bir horoz öttü yırtarcasına kendini hemen ardından. Biraz ileride gün batmaya hazırlanıyordu usulca. Küçük bir oğlan ayaklarını toprağa sürterken bahçede... Bak, dalından yeni koparıldı bu elmalar, taptaze. İçimizde zıplayıp duran bir şeydi hayat, durmadan haylazlaşan... Nerede yakalasam soruyorum şimdi kendime: Neydi geçen zamanı unutulmaz kılan? ”

Sahi çocukluğumuz vardı bizim. Çocukken bir an önce kurtulmak istediğimiz, kurtulduğumuzdaysa hasretle yad ettiğimiz. Oyunlarımız vardı. Bitmek bilmeyen ve fark etmeden bizi hayata hazırlayan oyunlar. Şimdiki çocukları oyunlarla vurdular galiba. Oyunlarını çaldılar önce çocuklardan: “Çocukların nelerle oynadığına bir bakın! Oğlanlar ölüm kusan savaş makineleriyle, kızlar her şeyi iğrenç bir pembeye boyayan kozmetik bebeklerle! Peki neyin hayalini kuruyor bizim çocuklarımız? Kendilerini kısa yoldan şöhret kılacak ve amaç için her şeyin meşru olduğu kestirme yolların! Sonu gelmeyen tüketim dolambacında çılgınca savrulmanın! Nasıl ifade ediyorlar kendilerini? Birtakım işaretlerle, kısaltmalarla, melez ve aksanlı laf kırıntılarıyla... Çünkü sözcükleri yok, cümleleri yok ve galiba bize anlatmayı istedikleri bir hayalleri de yok!”

Sözün özü şu ki ‘Gözağrısı’, söyleyecek sözü olanların, derdi, gamı, kederi, umudu, hayalleri olanların hislerine tercüman olacak bir kitap. Son sözü yine Gökhan Özcan’a bırakalım: “Uzun uzun yaşıyoruz ya bu dünyada, işte hep o manayı damıtmak için... Söylenmişlerden, söylenmemişlerden... Bir kağıdın üstüne dökülmüşlerden, bir camın buğusuna yazılmışlardan, bir hafızanın derinliklerine emanet edilmişlerden... İyi ki o mana var. İyi ki var da, ne zaman sendelesek yıkılıp gitmemek için tutunuyoruz köşe bucağına. Kimi sözler o manayı muhafaza etmek için daima bizimle kalıyor, kimi şöyle bir dokunup geçiyor. Demek sözlerin de insanlar gibi bir kaderi var. Kimileri hep hatırlanıyor, kimileri sadece hatırlatıyor.”

HAVA DA BİR GÖKHAN ÖZCAN'LIK

18-02/11/ahmet_yuzeroglu_mevlana_idrisi_anlatiyor.jpg

MEVLANA İDRİS: Ya var, ya yok.

Bunu ölçebilirsiniz, çünkü Gökhan Özcan’ın olduğu yerde iyilikle ışıldayan zekânın atmosferi içinde nefes alıp verdiğinizi hissedilebilirsiniz.

Hikâye ve deneme suretinde dolaşmaya çıkar bazan o. Hemen tanırım, sorularındaki uçarı derinlikten, bilgiç olmayan bilgeliğinden, kelimelerinin başka kelimelerle kolkola girip anlam bahçelerinin altını üstüne getirmelerinden.

Bir bakarsın İbn-i Arabî ile at koşturuyor, bir bakarsın Chagall’ın mavisinde. Meczubun sarsıcı sorusundan ayrılıp ne vakit kentlerin cinnet aralıklarında yorulup duranlara çeşmelerin yerini tarif etmeye gittiğine şaşarsın.

Havada bir Gökhan Özcan’lık olmaması hiç hayra alâmet değil.

Hiçbişey olsun, Altmışikiden Tavşan olsun, Günlerin Gölgeleri yahut Gözağrısı olsun hepsinden yayılan bir şey vardır: Derin oksijen! Zekâ ve kalp için. Epriyip duran insanlığımız için. Eski dünya dediğimiz alandaki aşındığını düşündüğümüz duyarlıklar için.

Kitaplar dışında gazete yazıları yazar Gökhan Özcan. Yıllardır pencereler açar o kağıttan kaplanların, gökdelenlerin, plazaların içinde. Yan sütununda, karşı sayfada, manşetlerde kıyametler kopar, ama o bazan büyük bir sessizliğin, bazan ölçülemez küçük şeylerin içinden bize bir şey söyler.

Onu okurken bazan başımız döner, bazan derin bir nefes alırız, bazan küçük bir gülümseme yayılır suratımıza, bazan bir kahkaha patlatırız. Ama bir Gökhan Özcan yazısı okuduktan sonra asla olduğumuz gibi kalmayız.

Herhangi bir Gökhan Özcan cümlesini başucunuza asıp altında derin derin uyuyabilirsiniz. Ama havada bir Gökhan Özcan’sızlık varsa fena! Nefessiz öylece duruyorsunuz demektir.

Anlatabildim mi? Ne gezer efendim!

DERVİŞANE HALİYLE GÖNÜLLERİMİZE SÜRUR VERİR

18-02/11/indir.jpg

BEKİR FUAT: Gökhan Özcan’ı niçin çok seviyoruz?” diye sorulunca Gökhan Özcan’ın şu sözleri geliyor hemen hatırıma: “İçimizden bir grup adam, iflah olmaz bir yüreklilikle ömürleri boyunca bir ‘dergi çıkarma’ ideali peşinde koşturup dururlar. Bu gayretlerinin ekonominin realiteleri nezdinde kıymet-i harbiyesi yoktur. Kafasında mürekkep kokulu dergi sayfaları uçuşmayan kahir ekseriyet ise, bir ömrü kaplayan bu didinmenin ne için olduğunu kavrayamaz. Yolu sık sık bir derginin sararmış yaprakları arasında geçen kalem erbabı ile göz ucuyla satır satır dergi seyahatlerine çıkan okuma sevdalıları dışında hiç kimse, kafayı dergi çıkarma idealine takmış bu gönlü geniş ‘koca adamlar’ı anlayamaz. Onların gönüllerini çıkarıp fasikül fasikül dört bir yana dağıttığının ayırdına varamaz. İşte bir derginin sayfalarına sinen bereket, bu soylu yalnızlığın buğusundadır.
...Bu bir aşktır; dergilerin dergiliğinden çok, gönüllerin gönüllüğüyle ilgilidir.”
Gökhan Özcan benim için işte sırf bu satırları için dahi vazgeçilmezdir, mühimdir, muteberdir. 

Hep oradadır ve hep orada olacaktır. Kimseye sırtını dönmeyecek, hep dervişane hâliyle gönüllerimize sürur verecektir. Bir gölge gibidir, meydanlarda gözükmeyi sevmez. Görünmektense olmayı tercih eder.
Bir dağa, bir ağaca yaslanır gibi rahatlıkla ona sırtınızı verebilirsiniz. İçimizden bir grup 
adamın sessizce, gösterişsizce öncüsü olduğu için severiz biz Gökhan Özcan’ı.

18-02/11/basliksiz-2.jpg

Gözağrısı
Gökhan Özcan
Vadi Yayınları
200 sayfa
18 TL

 

Kaynak:http://www.karar.com/kitap/bir-gun-aslinda-uzun-bir-hikayenin-adi-746075

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum