Bir Entelektüel Olarak Atsız'ın Siyâsete Yaklaşımı: Hocaoğlu İle Bir Mukâyese -2- Yazan: HALİL İBRAHİM KOÇ
Aydın ve Entelektüel Ayrımında Atsız’ın Yeri: Entelektüel Midir, Aydın Mıdır?
Atsız Beğ’in ‘aydın’ ve ‘entelektüel’ ayrımındaki yeri tartışması, onun bir aydın olduğu ön-kabûlü ile başlatılmalıdır. Zira Atsız’ın hayatı incelendiğinde, yaşadığı dönemin toplumsal meselelerine meyyâl olmuş ve çözüm-noktasında elini taşın altına koyabilmiş, çağın gerektirdiği bilgi ve kültürel düzeye mâlik ve en önemlisi de çevresi ile mensûbu olduğu toplumu birçok hususta uyarmış ve tenvîr edebilmiş bir profil çıkarılabilir. Kezâ Atsız da aydın olduğunu belirtir1 ve -kendisini de dâhil ederek- aydın zümresine sorumluluk ve görev izâfe eder: “Her şeyi hükümetten beklemek doğru değildir. Biz, bu memleketin sırtında münevveriz diye geçinenler fazileti, şuuru anlayabildiğimiz kadar etrafımızdakilere anlatmak ve onları tenvir etmek mecburiyetindeyiz.”2 Ayrıca Atsız’ı ibtidâ bir aydın olduğu ön-kabûlüyle ele almamızın diğer nedenleri de, şüphesiz ‘entelektüel’ olabilmenin ana-şartının ‘aydınlanmış’ -yâni ‘aydın’- olmaktan ileri gelmesi3 ve Atsız’ın lügâtinde ‘entelektüel’ mefhûmunun yer almayışıdır.
Atsız’ın ‘aydın’ cihetine ve kimliğine delil teşkil edecek bir diğer husus ise, ömrü boyunca hiçbir baskı te’siri altında kalmadan ve hiçbir iktidar ve yönetim mekanizması murâkabesinde olmadan düşünebilmesi ve fikirlerini aksettirebilmesidir; -Netice itibariyle; “Aydının en önemli özelliği özgürlüğüdür, özgür düşünmesidir. Sorunlara çözüm bulurken, fikir üretirken, bilgi üretirken tamamen hiçbir otoritenin etkisinde kalmamasıdır.”4
Tüm bunlar muvâcehesinde, ‘Atsız bir aydındır’ kabûlü ve tezi; “Baş eğmedik edâniye ikbal ü câh için / Mâziye, ırka, sancağadır iftihârımız.”5 diyen Atsız’ın, aydın hastalığı olan ‘yabancılaşma’ ve ‘ihânet’ gibi vebâlara yakalanıp-yakalanmadığı hususunda bir handikap yaratmakta ve misâlen, ‘aydın’ın başka bir ülke hesâbına yapacağı casusluğu -Yağmur Atsız’ın deyimiyle- ‘doğru bildiği için değil, para için yapabileceği’ yargısı, onulmaz sancılar doğurmaktadır.
Son kertede ‘Atsız, kime ve neye, neden ihânet eder?’ gibi fenomenolojist cevaplar gerektiren soruların yanıtları, vicdanlara kalmış bir özellik taşır. Fakat ‘yabancılaşma’ -daha sahih ifâdesiyle ‘yabânîleşme’- hususunda Atsız’ı net, kesin ve su götürmez iddiâlarla savunmamız mümkündür. Çünkü yabancılaşma/yabânîleşme, aydının nûrunu silip-süpüren, ‘entelektüel’i ‘entel’in en âdîsinin en âdîsine dönüştüren, kişinin kendi cemiyetine ve o cemiyete âit olan her şeye karşı yabancı hâle getiren ve daha ileri haddinde ise düpedüz düşman -hem de saldırgan düşman- kılan bir hastalıktır.6 Atsız’ın böyle bir hastalığa yakalan(a)mayacağı yargısı ise, eserlerinden ve hayatından çıkarılabilecektir. Nitekim Atsız, her şeyden önce mensup olduğu Türk milletinin dilini, tarihini ve kültürünü çok iyi bilen bir ilim adamıdır.7 Atsız’ın, ‘Yabânîleşme’nin ileri haddi olan ‘kendi cemiyetine saldırma’ olanaksızlığı, onun Türkçülük mücâdelesi içerisinde gösterdiği gayretten, ferâgatten ve samîmiyetten bellidir. Bilhassa, temelde Türk milletini yüceltme ve ilerletme ile Türk kültürünü geliştirme iddiâsında bulunan Türk milliyetçiliği fikriyatının kilometre taşı olan Atsız’ın kendi cemiyetine yabânîleşmesi mûhal kalacak ve bu türden bir önerme, îzan sahibi birisinin kabûl ve/ya iddiâ edemeyeceği bir tezatlık ve garâbet şeklinde tavsif edilecektir.
O hâlde Atsız’a bir ‘entelektüel’ diyebilir miyiz? Şüphesiz hem de…
Bir entelektüel özelliği olan ‘Doğru bildiği yoldan şaşmayan/dönmeyen savaşçı’ özelliğini, I. Türk Tarih Kongresi’nde şâhit olduğu -Prof. Zeki V. Togan’a karşı yapılan- haksızlığa susmayarak göstermiştir -üstelik sonunda kaybedebileceği ihtimâlini bilse dâhi. Neşrettiği dergilerin defâlarca kapanması/kapatılması, muktedirlerin yanlış ve hatâlarını eleştirmesine engel teşkil etmemiştir; ne de olsa, aydın zâhiri iken, entelektüel sâhihtir! “Modern tarihte (…) entelektüeller, hareketlerin ana-babaları ve tabiî ki evlatları, hatta yeğenleri olmuşlardır”8 der Edward Said; Atsız ise Türkçülük hareketinin entelektüel efrâdının ve eşrâfının başını çeken bir isimdir. Âbidevî romanı Ruh Adam’da ‘Aşk’ın mânâsını aramıştır; zira Dücâne Cündioğlu’nun dediği gibi “Entelektüel, bulmakla değil; aramakla mükelleftir.”
Entelektüeli ‘entelektüel’ yapan bir diğer özellik ise sorumluluklarının ehemmiyetidir; kezâlik Cemil Meriç’in dediği gibi “İnsanlar sorumlulukları ölçüsünde büyürler, sorumlulukları kalmayınca değerleri de kalmaz.”9 Bu itibarla halkın müreffeh yaşamı ve yükselişi için Atsız’ın üstlendiği sorumluluğun mâhiyeti de onun ‘entelektüel’ ciheti açısından kayda-değerdir: “İçimizde yaşayanlar bizden olanlardır. Dili bir, dileği bir, kanı bir kardeşlerdir. Hiç kimseyi birbirinden ayırt etmeyecek ve aykırı adam bırakmayacağız. Halkımızla el-ele verecek, beraber gülecek, beraber ağlayacak, beraber çalışacak ve beraber yükseleceğiz. Halka tepeden bakan ve şehirlerde kahraman olanlara münevver demeyeceğiz. (…) Geçmiş asırlardan beri münevverlerimizin halkımıza ve köylümüze karşı olan sonsuz borcunu ödemeye çalışacak ve hiç değilse bu borç üstüne borç katmamaya and içeceğiz.”10
Foucault’nun Entelektüalizm İzleğinde Atsız’ın Portresi
20. yüzyılın önemli filozoflarından Fransız Michel Foucault, aydınlanma ve modernizm temelli ‘Entelektüel, insanların bilmedikleri ama öğrenmeleri gereken gerçeği bilen’ minvâlindeki tanımın tezâhürü olan ‘Entelektüel, bilgi açısından evrensel bir liderdir’ ön-kabûlünü ‘evrensel akıl’ ve ‘evrensel doğru’ yargılarının reddiyle eleştirerek ‘geleneksel entelektüel yaklaşımı’na mukâbil ‘spesifik entelektüel’ kavramsallaştırmasını ortaya atar.11 Foucault’nun kavramsallaştırdığı bu entelektüel tip, ona göre II. Dünya Savaşı’nda sonra şekillenmiştir ve ilk örneğini de atom fizikçisi Oppenheimer temsil eder.12 Oppenheimer’ın bütün dünyayı ve insan ırkını tehdit eden nükleer ile ilgili söylemleri, sâhip olduğu bilimsel bilgi ve bağlı bulunduğu kurumlarla evrensel olanın söylemi hâlini alabiliyordu. Fakat o, bu tehdite dâir protestoların gölgesine sığınarak kendi bilgi düzenindeki spesifik konumunu belirleyince, siyâsî iktidarların peşine düştüğünü gördü ve artık o, siyâsî iktidarlar için artık bir tehlike/tehdit arzediyordu. Ve spesifik entelektüel anlayışı, bu olayın bir tepkimesi şeklinde husûle gelmişti.
Foucault’ya göre geleneksel entelektüel, edilgen [: Bilinçsiz] kitlelere bilgi yüklemler ve evrensel bir doğru ve kanıttan yana tavır alır. Fakat doğrular ve kanıtlar, tarihin belirli bir anında inşâ edilmiştir; bu sebebden ötürü de eleştirilebilir ve yok edilebilirler.13 Bu kontekste, Foucault’nun felsefî dizgesinde evrensel bir kanıttan -dolayısıyla evrensel bir doğrudan- bahsetmek de mümkün değildir. Ona göre tarih, insanların nasıl düşünmeden hareket ettiklerinin, düşünce tarihiyse nasıl hareket etmeden düşündüklerinin sahnesidir. Bu sâik ile, teorik bilginin pratik hayattan kopuk üretildiği noktasında evrensel akılla evrensel doğruyu tescilleyen geleneksel entelektüelin meşrûluğunu zora sokar.14 Üstelik geleneksel entelektüel yaklaşımdaki doğru, bilginin iktidar ile ilişkisinde gizlidir. Doğru denilen kabul, iktidarın bilgiye yapıştırdığı bir sıfattır; dolayısıyla alternatif bilgilerin çürümeye yâhut yok olmaya yüz tutması kaçınılmazdır. Tüm bunların neticesinde, onun bireyler/kitle ve gerçeklik (kanıt / doğru) arasındaki ilişkilere olan bakış açısı, teori ve pratik arasındaki ikililikten çıkma çabasını ihtivâ ederken, ‘spesifik entelektüel’ kavramı da bu ikiliğin kavramsal düzeyde aşılmasına yardımcı olmuştur.15
(Derkenar: Gramsci’nin ‘organik entelektüel’ ve ‘geleneksel entelektüel’ sınıflaması ile, Foucault’nun ‘geleneksel entelektüel’ ve ‘spesifik entelektüel’ ayrımı birbiriyle bâzı noktalarda örtüşmektedir. Misâl; Gramsci’nin ‘geleneksel entelektüel’i nesilden nesile aynı şeyi yapmayı sürdürdüğü için bir evrensel doğru ve kanıt tazammun eder; benzer bir işlevi de Foucault’nun ‘geleneksel entelektüel’e yaklaşımında görebiliriz. ‘Spesifik entelektüel’ ile ‘organik entelektüel’in de bağdaşık olduğu hususlar bulunmaktadır. Spesifik entelektüel, küçük gruplara stratejik bilgi yüklemlemesiyle iktidarın yolunu açma konusunda yardımcı olur iken16; organik entelektüel, bağlı bulunduğu kuruma iktidar yolu çizme veyâhut bu kurumun oturduğu iktidar koltuğunu güçlendirme konusunda işlevi bulunabilir. Hâsılı; Gramsci ile Focault’nun entelektüelleri arasında birbirleriyle -nispî de olsa- geçirgenlik vardır.)
Foucault’nun spesifik entelektüelindeki en önemli ve belirgin özellik ise hayata veyâhut hayatın bilgisine dönmektir -yönelmektir. Zîra ona göre önemli ve anlamlı olan kuram değil, hayatın kendisidir; kuramsal bilgi değil, gerçekliktir.17 [: Ayrıca Foucault, fenomenolojik yaklaşımı da önemsemektedir.] Atsız Beğ’in de dediği gibi: “Anlamayız hayatı ilimle felsefeyle / Hayat çelik kollarla atılan zar olmalı.”18Spesifik entelektüelin görevi, eylem ve hayat odaklı stratejik bilgiyi yavaş-yavaş sunmaktır. Yâni görev ve sorumlulukları icrâ edecek yolları çizmek veya işâret etmektir. Atsız Beğ de Türkçülerin görevlerini icrâ edebilmesi yolunda ışık olmuştur. Şiirlerinde ve makâlelerinde bu husûsa dâir aforizmaların izleri görülebilir. Bir şiirinde “Er kişiysen görevin neyse başar / Zevke, eğlenceye hayvan da koşar”19 diyen Atsız, “Gerçek insan için hayat, savaştır. Biz bu dünyaya hayvanlar gibi zevketmeye değil, bir görev yapmaya geldik. Bu görev, dirliğimiz boyunca, son günümüze ve gücümüze kadar sürecek Türkçülük savaşıdır” sözleriyle eylemselliği varoluşsal gereklilik olarak nitelendirmiştir.
Tüm bunlar nazarında Atsız spesifik entelektüel nosyonuna yakın gibi görünse de, yine de salt bu kavram çerçevesinde değerlendirilemez. Spesifik entelektüelin, gerçeği konuşmak gibi bir iddiâsı olmadığı gibi ideolojik kodlarla analiz yapması -Foucault’ya göre- mümkün değildir. Ve kezâlik, entelektüelin temsiliyeti noktasında Atsız spesifik entelektüel yaklaşımından oldukça uzaktır: “Açık bir gerçektir ki milletler, siyâset ve fikir önderlerinin üstünlüğü nispetinde yükselirler.”20 Atsız’ı spesifik entelektüel yaklaşımından uzaklaştıran diğer bir sebep de, spesifik entelektüelin fenomenolojik yaklaşımı ile gerçeğin görelilik boyutuna erişilmesidir. Nitekim Atsız’a göre genel-geçer doğrular ve hakîkatler vardır ve olayların yorumunda ve analizinde tek-bakış yargısı mevcuttur. Bunlar veçhile Atsız’ın entelektüel yaklaşımını, ‘geleneksel entelektüel’ ile ‘spesifik entelektüel’in arasında değerlendirmek yerindedir.
Atsız’dan ‘Aydın’a Dâir Aforizmalar
Atsız’ın lügâtinde ‘entelektüel’ kavramının yer almadığını -bir önceki bölümde- söylemiştik; buna mukâbil Atsız’ın bir ‘aydın’ -yâhut da ‘münevver’- niteliği taşıdığı kabûlünün neticesinde, bir de onun aydına karşı yaklaşımı ve aydına dair bakışın bulunduğu gerçeğini gözardı etmemek gerekir.
Atsız, aydınlara fazileti ve şuuru anlayabildikleri kadar, aynı zamanda etrafındakilere de anlatmak ve onları tenvir etmek gibi bir mecbûriyeti ve misyonu yükler iken; bir ülkeyi ele geçirmenin yolunun o ülkedeki kilit eşhâsa sâhip olmaktan geçtiğini belirtir ve bu şahıslara ‘aydın’ı da ilhak eder: “Bir yabancı ülkeye hâkim olmanın yolu o ülkedeki askerleri, aydınları, zeki ve kâbiliyetli adamları, bazı partileri elde etmektir.”21 Atsız’ın aydına bu derece mühim bir sosyal varlık olarak yaklaşması, Türk aydınları hakkındaki bir tespitiyle de temellendirilebilir: “Bunlarla beraber, tanzimattan beri Avrupa medeniyeti ve onun icapları ile daha sıkı temasa gelerek, bilhassa münevver geçinen sınıflarımızın gözü kapalı israfları ve züppelikleri yüzünden bütün servetimizi mirasyedi gibi düşüncesizce israf ettik.”22 Hakezâ: “Eğer, Türk Milleti garpteki milletlerden sefil, perişan, yoksul ve geri ise bu kabahat ne onda ve ne de bizdedir. Ancak geçmiş zamanlarda bu milleti zincirleyen ve süründüren haricî ve dahilî siyâsetlerde, fenâlıklarda ve nihâyet muahedelerde ve münevverlerdedir.”23 Zirâ, “Hiçbir milletin münevver zümresi, halkının fazilet ve fedakârlığı karşısında bu kadar [: Tanzimat’tan Cumhuriyet’e kadar olan sürede yaşayan Türk münevverleri kastedilmiştir. – HİK] dejenere olmamıştır.”24 Bu nokta-î nazarda, Atsız’a göre ‘aydın’ı, bir ülkenin kaderi için önem teşkil eden kişi -ya da zümre, ve bunun nezdinde yükümlülüklerini yerine getirmediği veyâhut da şahsiyetsizleştiği/dejenere olduğu takdirde ise milleti geriletebilme [: Hatta ‘bir kıtâlin müsebbibi olma’ etkenini de sayabiliriz!] bâbında işlev gördüğü telâkkisiyle ele alabiliriz.
Aydın’ı bir milletin kaderi, dünü ve devâmı açısından -zımnen ya da doğrudan- bir ‘manivela’ görevi gördüğü düşüncesiyle ele alan Atsız’dan, ‘fikir zenginliği’ anlamında da ‘aydın’ etkisi gerçeğini çıkarabiliriz. Nitekim Atsız, milletlerin yükselişini, siyâsî önderlerin yanında fikir/kanaât önderlerinin, yâni aydınların üstünlüğüne bağlar iken25; yine bir milletin düşünce zenginliğini de aydın potansiyelinde görmektedir: “Münevver insanların günden güne çoğaldığı bir çağda, teferruata kadar bütün meselelerde herkesin aynı şekilde düşünmesi imkânsızdır. Bu imkânsızlığı mümkün kılmayı düşünmek, milleti düşünceden mahrum bir sürü hâline getirmek istemektir.”26 Düşünce/fikir zenginliği açısından aydını önemseyen Atsız, taklitçiliğe mütemâyil aydınları(!) da yermektedir: “En basit mantık bile birine yakışanın başkasına yakışmayacağını kestirir. Tıpta da aynı ilacın her hastada aynı tesiri yapmadığı bilinmektedir. O hâlde nasıl oluyor da aydın kişiler taklitten başka bir yola gitmiyorlar? Çünkü aydın kişiler dediğimiz insanların çoğu az okuyan veya okumayan, okuduğunu sindiremeyen veya her okuduğunu mutlak hakikat sanan, mukâyese kâbiliyetinden mahrum, saplandığı fikirde aşırı taâssuba kaçan, kısacası modaya uyan insanlardır. Moda için bir mizahçı ‘Maymunların Allah’ı’ demiştir.”27
Hâsılı, bahis konusu ile ilgili Atsız notlarını, hem “aydın = düşünce + perspektif” denklemini hem de ‘aydınlar birbirleriyle nâdir şekilde paralel düşünebilirler; aksi takdirde ‘aydın’ olamazlar’ kâidesini ve aynı zamanda telâkkisini Atsız’da bulabileceğimize yorabiliriz.
Entelektüel’in Politika İşlevi
“Çok düşünen kişi parti üyesi olmaya uygun değildir; kısa zamanda kendisinin partiden üstün ve ötede olduğunu düşünür.”28[Friedrich Nietzsche]
“Siyâset, insanlar arasında kaçınılmaz ve bir zarûret ile ve kendiliğinden vücut bulan bir olgudur; velev ki bütün cihan iki kişiden ibaret dahi olsa, yine de bu iki kişi arasında bir siyaset, bu kişilerin şahsi istek ve irade ve tercihlerinden bağımsız olarak ortaya çıkar”29 der Hocaoğlu. Bu haseble -neticede- sosyal bir varlık olan entelektüelin politik tarafı da incelenmelidir. Her şeyden önce bir insan olan entelektüel varlık gerçeği, -Aristo ve Platon’un- Zoon-Politikon’u çerçevesinde değerlendirilmeyi öngörmektedir.
İmdi; politik bir hayvan olan entelektüel, nasıl bir politik özellik taşır, konusunu tartışalım. Evleviyetle entelektüelin bir cemiyetin düşünen beyni ve kanayan vicdânı olduğunu hatırlatmak gerekir; -Temsiliyet açısından içinde bulunduğu cemiyete karşı ‘gerçeği söylemek’ ve ‘hakîkati göstermek’ adına mükelleftir.30 Ya her insanın daha büyük yükümlülüklerinin bulunduğu kendi vicdânının menzilinde?; -Neticede o ki; Darfur’da ırzına geçilen kızın acısını paylaşabilen bir âdem, doğru bildiği için kendi ülkesine ihânet edebilecek bir meczub. Harâmî sofrasının bekçilerinden bunu beklemek akılsızlık olacaktır. Kaldı ki, insanoğlunun bütün canlılarla aynı şekilde tabî olduğu üç çemberden birisi de ‘siyâset’tir.31 [:Diğer iki ayağını ‘şehvet’ ve ‘iktisâdiyat / ticâret’ teşkil etmektedir.] Nefs-î Emmâre şeklinde zikredilen bütün beşerî kötülüklerin ve ahlâksızlıkların menşeini teşkil eden kaynak, işte bu üç çemberin insan dünyasındaki uzantısının toplamıdır. İnsanoğlunun rûhu ise, bu üç çemberin toplandığı ‘nefis’ yâhut ‘ihtiras’ ile ‘vicdân’ın savaşına sahne olan yerdir. Entelektüel olmayan bir insan-siyâset ehlinin ruhundaki bu savaşta çoğunlukla gâlip gelen nefs/ihtiras olacaktır; nitekim Akira Kurosawa’nın da dediği gibi “İnsanlar, nefisleri söz konusu olduğunda dürüstlükten yana gönülsüzdürler; kendileri hakkında, yalanlara başvurmadan, allayıp pullamadan konuşmayı kolay kolay beceremezler.“32 Fakat entelektüelde -eğer hakîki bir entelektüel ise- tam tersi olacaktır. Ve dahi, Nietzsche’nin de dediği gibi “Hemen hemen her politikacı bazı durumlarda dürüst bir insana öylesine çok ihtiyaç duyar ki, tıpkı aç bir kurt gibi, bir koyun sürüsünün içine dalar; çalınmış koçu yemek için değil de onun yünlü sırtının arkasına saklanmak için.”33 Bu noktada entelektüel, aç kurdun kuzu postu işlevini görmemelidir. Tüm bunlar muvâcehesinde entelektüeli diğer insanlar arasında başka bir yere koymamız gerektiğinden, entelektüelin Tanrısının vicdan, şeytanının ise nefs/ihtiras olduğunu rahatlıkla öne sürebiliriz. Bu sebeble entelektüel aslâ ve kat’â siyâsete girmemelidir.
Bu hususta diğer bir aforizma da -Kant’a göre- şu şekildedir: “İktidârın gücü, aklın muhâkeme kâbiliyetini ifsâd eder.”34 Ve dahi, aklın muhâkeme kâbiliyetinin ifsâda uğraması, hakîkati söyleyebilmek istidâdını zâil eder. Amma velâkin, gerçeği ve düşündüklerini dile getirmeyen -hattâ haykırmayan- vicdan, bir entelektüel vicdâna ircâ edilemez. Bu bakımdan aktif siyâset tandanslı duruşdan uzak entelektüelin bir ‘entelektüel vicdânı’ var iken, siyâsetin -siyâsî iktidarın- fizikî gücü vardır. Bu fizikî güç karşısında entelektüelin tek silâhı, hakîkati haykırarak kurabileceği mânevî bir baskı. Hem en büyük ve güçlü iktidar hakîkatin ta kendisi değil midir? Gramsci’nin prezantble çabalarıyla temâyüz etmiş organik entelektüelini tenzih eder isek, hangi entelektüel hakîkatin yılmaz mücâhidi değildir ki? [: Hakîki entelektüelin hakîkatın yılmaz mücâhidi olmama gibi bir lüksü olabilir mi?] Gerçeğe ihânet etmemek için, ülkesine dahi ihânet eden entelektüel tâife, siyâsetin mülevves çamurunda volta atabilir mi? -Çernişevski’ye saygı ile: “Tarihin yolu, çamurlu alanlardan, bataklıklardan, süprüntülüklerden geçer. Çizmelerini kirletmekten çekinenler, siyâsetle uğraşmamalı.”35
Tüm bunların neticesinde entelektüele, yapması câiz olan tek siyâset kalıyor: “Tatbîk edilemeyeni temhîl etmek. Bu ise ‘sükût’tur; yâni mahz hakîkatin ifâdesinin mahzurlu görüldüğü hâllerde ketûmiyeti tercîh etmek; ama sâdece ‘ketûmiyet’i; ‘takıyye’yi değil. Zirâ, bâzı haller vardır ki hakîkat üzerinde konuşmanın yeri değildir; çünkü hakîkate zarar verir. Bu durumda, Wittgenstein gibi söylersek: ‘Üzerine konuşulamayan şey hakkında susmak gerektir.'”36
Devam edecek…
1- Başvekil Şükrü Saraçoğlu’na yazdığı açık mektupta bunu belirtir: “Türk tarihi ile uğraşmış bir münevver olarak söyleyebilirim ki ne ırkımızın, ne de devletimizin tarihinde, Türk milliyetçiliği resmî bir ağızdan bu kadar kesin sözlerle hiçbir zaman açığa vurulmamıştı.” [H. Nihâl Atsız, “Başvekil Saraçoğlu Şükrü’ye Mektup”, Makaleler IV, Baysan Yayınları, Istanbul – 1992, s. 9]
2- H. Nihâl Atsız, “Bize Bir Gençlik Lâzımdır”, Makaleler – III, Baysan Yayınları, İstanbul – 1992, s. 179.
3- Yağmur Atsız, “Aydın ve Entellektüel”, Star, 20 Aralık 2011
4- İkbal Vurucu, “Söylesi: İkbal Vurucu”, Gencay Dergisi, Sayı 3, Nisan 2012, s. 19.
5- H. Nihâl Atsız, “Kader”, Yolların Sonu, Ötüken Yayınevi, s. 86.
6- Durmuş Hocaoğlu, “Bir Müstemleke Aydını Hastalığı: Yabânîleşme”, Yeniçağ, 29 Aralık 2008, s. 8.
7- İsmail Hakkı Gökhun, “Atsız’la İlgili Hâtıralar ve Görüşlerim”, http://www.nihal-atsiz.com/yazi/atsizla-ilgili-hatiralar-ve-goruslerim-ismail-hakki-gokhun.html (Erişim: 30 Ağustos 2012)
8- Edward Said, Entelektüel, Çev: Tuncay Birkan, Ayrıntı Yayınları, 4. Baskı – 2011, s.27.
9- Cemil Meriç, Mağaradakiler, İletişim Yayınları, İstanbul – 2010, s. 107.
10- H. Nihâl Atsız, “Millî Gâye: Neslimizin Âmentüsü”, Makaleler – III, Baysan Yayınları, İstanbul – 1992, s. 240.
11- Reyhan A. Topçuoğlu, “Foucault ve Entelektüeller”, Doğu Batı Dergisi, 2006, Sayı: 37, s. 222.
12- Michel Foucault, “Hakîkat ve İktidar”, Seçme Yazılar: 1 – Entelektüelin Siyâsî İşlevi, Ayrıntı Yayınları, Çev: Osman Akınhay, 2. Baskı, 2005, s. 79.
13- Foucault’ya göre, tarih teorisi -söylemsellik açısından- süreklilik sorunu arzeder. Bunun sebebini de hangi iktidar rejimi neyin oluşturduğu sorunsalına bağlamaktadır: “(…) Sorun, rejim sorunu, bilimsel sözce siyâseti sorunudur. Bu düzeyde, söz konusu olan, bilime kendisini zorla kabûl ettirmeye çalışan dış gücün hangisi olduğunu bilmek değil; bilimsel sözceler arasında hangi iktidar rejimi neyin oluşturduğunu ve rejimin belli anlarda neden ve nasıl global bir değişim geçirdiğini bilmekle ilgili bir sorundur.” [Michel Foucault, “Hakîkat ve İktidar”, Seçme Yazılar: 1 – Entelektüelin Siyâsî İşlevi, Ayrıntı Yayınları, Çev: Osman Akınhay, 2. Baskı, 2005, s.63]
14- Reyhan A. Topçuoğlu, “Foucault ve Entelektüeller”, Doğu Batı Dergisi, 2006, Sayı: 37, s. 222 – 223.
15- Reyhan A. Topçuoğlu, “Foucault ve Entelektüeller”, Doğu Batı Dergisi, 2006, Sayı: 37, s. 224.
16- A.g.e., s. 227.
17- A.g.e., s. 225.
18- H. Nihâl Atsız, “Yakarış-I”, Yolların Sonu, Ötüken Yayınevi, s. 7.
19- H. Nihâl Atsız, “Kömen”, A.g.e., s. 34.
20- H. Nihâl Atsız, “Uydurma Milliyetçilik”, Makaleler – III, Baysan Yayınları, İstanbul – 1992, s. 416.
21- H. Nihâl Atsız, “İrticâ Artık Bir Kuvvet Değildir”, Makaleler – III, Baysan Yayınları, İstanbul – 1992, s. 478.
22- H. Nihâl Atsız, “Millî İktisat”, Makaleler – III, Baysan Yayınları, İstanbul – 1992, s. 249.
23- H. Nihâl Atsız, “Millî Benlik”, Makaleler – III, Baysan Yayınları, İstanbul – 1992, s. 196.
24- H. Nihâl Atsız, “Millî Ahlâk”, Makaleler – III, Baysan Yayınları, İstanbul – 1992, s. 155.
25- Atsız’ın bu konuya dâir beyânı şu şekildedir: “Açık bir gerçektir ki milletler, siyâset ve fikir önderlerinin üstünlüğü nispetinde yükselirler. Fikir uğrunda ölmek de, savaş meydanında ölmek kadar şereflidir. Bu önderler ‘dostlar şehit, biz gazi’ ilkesiyle yürürse, tehlike olmadığı zaman kabadayılık taslayıp, ciddî anda korkaklık ederse, o topluluktan hayır gelmez.” [Bk: H. Nihâl Atsız, “Uydurma Milliyetçilik”, Makaleler – III, Baysan Yayınları, İstanbul – 1992, s. 416]
26- H. Nihâl Atsız, “Millî Birlik”, Makaleler – III, Baysan Yayınları, İstanbul – 1992, s. 233-234.
27- H. Nihâl Atsız, “Moda Yalnız Kılık-Kıyâfete Ait Değildir”, Makaleler – III, Baysan Yayınları, İstanbul – 1992, s. 353-354.
28- Friedrich Nietzsche, İnsanca Pek İnsanca, Alter Yayınları, Çev: İhsan Kasımlı, 2. Baskı: Ankara / 2010, s. 314
29- Durmuş Hocaoğlu, “Kötülük, Toplumsal Kötülük ve Hürriyet”, Köprü, Sayı: 75, 2001 s. 119.
30- Zirâ, ‘ruh’ [geist] kaynaklı bir ‘fikir’ yâhut ‘sâik’, kendisini ‘ifâde’de bulmadıysa, nitelik açısından bir ‘fikir’ yâhut’ ‘sâik’ mâhiyeti taşımayacaktır.
31- “Bu çemberlerden Üreme, soyun devâmını sağlayan Şehvet’in, Beslenme, hayâtiyeti sağlayan İktisâdiyât’ın (daha yaygın olan adı ile: Ticâret’in) ve nihâyet Korunma da insanlar arasındaki bilumum beşerî münâsebetleri tanzîm eden Siyâset’in kaynağı olmaktadır.” [Durmuş Hocaoğlu, ” Siyâset ve Kirlilik: I: Her Tür Siyâset Tabiatı Gereği Kir Taşır”, Gelecek, Yıl: 1, Sayı: 6, s. 10]
32- İnsanların dürüstlükten kaçınmalarını ve nefislerine yenik düşmelerini konu edinen ünlü “Rashômon” (1950) adlı sinema yapıtının yönetmeni Akira Kurosawa’nın bu husus ile ilgili sözlerinin tamamı şu şekildedir: “İnsanlar, nefisleri sözkonusu olduğunda dürüstlükten yana gönülsüzdürler; kendileri hakkında, yalanlara başvurmadan, allayıp pullamadan konuşmayı kolay kolay beceremezler. Bu film (Rashomon), işte böylesi insanları anlatıyor; gerçekte olduklarından daha albenili, daha iyi ve üstün oldukları duygusunu tadabilmek için yalan söylemeden yapamayan insanları; hatta bu günahkâr pohpohlanma ihtiyacından mezarda dahî kopamayan insanları. Öyle ki karakterlerden birinin, öldükten sonra da, bir medyum aracılığıyla konuşurken insanlara yalan söylemeyi sürdürdüğüne tanık oluruz. Benperestlik, dünyaya geldiği anda insanoğluna musallat olan bir günahtır; kefâreti ödenmesi en güç günah.”
33- Friedrich Nietzsche, İnsanca Pek İnsanca, Alter Yayınları, Çev: İhsan Kasımlı, 2. Baskı: Ankara / 2010, s. 284.
34- Durmuş Hocaoğlu, “Ey Türkler”, Yeniçağ, 29 Kasım 2005, s. 12.
35- Cemil Meriç, Mağaradakiler, İletişim Yayınları, İstanbul – 2010, s. 96.
36- Durmuş Hocaoğlu, “Entelektüel ve Entelektüel Haysiyeti”, Muhalif Dergisi, Yıl: 1, Sayı: 28, s. 11.
Türkyorum
http://www.turkyorum.com
FACEBOOK YORUMLAR