Bayramların İstanbul'u

Haldun Hürel'in tr dergisinde yayınlanan yazısı: "Bayramların İstanbul’u"

Bayramların İstanbul'u
16 Nisan 2022 - 10:15

Bayramların İstanbul’u
                                                                 Haldun Hürel


Eski İstanbul’da “bayram” coşku demekti. Hoşgörü, samimiyet, eşini dostunu arayıp hal hatır sormak; selamlaşmak; küçük bir hediye vererek çocukları sevindirmek demekti.

Eski İstanbul’da en heyecanlı, en coşkulu günler hiç kuşkusuz ki oruç aylarından sonra gelen Ramazan Bayramı’nda yaşanırdı. Bayramlara hazırlık aşamasında, en basit bir evden, şaşaalı konaklara kadar hemen her mekânda konuk ağırlama; birbirinden lezzetli yemekler yapma; gül, kayısı, kızılcık, ananas, üzüm, koruk, ayva reçelleri ve kavanoz kavanoz turşuları, helvaları, demirhindi, limon, menekşe gibi şerbetleri hazırlama konusunda inanılmaz bir koşuşturma olurdu. Alışverişler için evin çocukları mahalle bakkallarına gönderilir; kadınlar ise genellikle toplu halde çarşılara, aktarlara giderdi.

Erkeklerin hane selamlıklarında toplanıp gece yapılacak helva sohbetleri için “muhasebe meclisleri”ni nasıl çalıştırdıkları, alt katlarda ve bahçelerde kadınların nasıl heyecanla sofra kurma hazırlıklarına giriştikleri, İstanbul halkının uzun tarihî süreçlere yayılan geleneksel yaşam modellerine konu olmuşlardır. Bu tür bayram toplantıları “vükela” konaklarında çok daha görkemli bir görünüm arz ederdi.

Bayram sabahı erkenden cami ve mescitlere gidilip namaz kılınır; sonra evlerde toplanılarak çeşitli yemekler yenir; tantanalı sohbetler edilirdi. Bayram gecelerinde ise ev sahiplerinin akrabaları, dostları bir araya gelirler; şaz şairleri, muganniler, nükteperdazlar, menkıbegular, sazendeler, selamlıklarda “arz-ı endam” edip “zevk-u sefa” içinde sabahın erken saatlerine kadar yer, içer, eğlenirlerdi. Arife gününde, hatta daha da önceden ev kadınlarının hazırladığı nefis börekler, gözleme ve revaniler, samsalar, içi kaymak ve bademle dolu kayısılar, sütlü irmik helvaları, pekmezli bozalar, sarığıburmalar, hindi dolmaları, tepsi tepsi baklavalar dolu gelir, boş giderdi.

Büyük odanın ortasına pırıl pırıl parlatılmış kalaylı dev bir sini konulur; herkes bunun etrafında bağdaş kurup oturur ve yemekler yenilirken, nüktelerin, kahkahaların ardı arkası kesilmezdi. Sonra kahveler gelir; sohbetler daha da koyulaşır; oyunlar oynanır; çeşitli menkıbeler, tekerlemeler söylenirdi.
İstanbul’un bazı kadim semtleri, bayramların daha coşkulu yaşandığı muhitlerdi. Özellikle Laleli – Koska, Aksaray Valide Camisi çevresi, Beyazıt – Çarşıkapı bölgeleri bu semtlerin başlarında yer alırdı. Gedikpaşa’da kurulmuş olan Bosco sirkinde yapılan at cambazları gösterilerinde adeta yer yerinden oynardı. Şehirdeki çok meşhur bayram yerleri bu günlerde insanlarla dolar; ailelerinin yanlarında getirdikleri çocukları bu bayram yerlerinde ve kurulan çadırlardaki gösterilerde heyecandan ter içinde kalırlardı. Burada hokkabazlar, deniz kızları, atlı karıncalar, çek-çek arabaları, çocukların yeni elbiseleriyle bindirilip etrafta gezdirildiği allı pullu küçük Midilli atları sadece çocukları değil, yetişkinleri de aynı ölçüde sevindirir, heyecanlandırırdı.

Edirnekapısı, Sultan Selim, Aksaray, Yedikule, Kadırga – Cinci meydanı, Üsküdar tarafındaki Duvardibi ve Doğancılar, Kadıköyü’ndeki Kuşdili ve Haydarpaşa çayırlıkları, Altıyol çevresindeki Mısırlıoğlu bahçeleri, Tophane, Firuzağa, Kasımpaşa – Çürüklük mevkii, Vefa meydanı, Ihlamur ve Maçka bahçeleri bayram yerlerinin faaliyet gösterdikleri önemli bölgelerdi. Bunları söylerken, ben de zihnimin kuytularında kalakalmış o güzel ve içtenlik dolu bayram günlerine dönmeden edemedim. Yeni alınmış tertemiz giysilerimizle sokaklara çıktığımızda, bayram yerlerine gittiğimizde, başka bir dünyaya seyahat ediyormuş gibi olur, gururlanır; çocuk ruhumuzla, yüreklerimiz aşırı bir sevinçle dolardı. Babamız, bana ve diğer kardeşlerime “gıcır gıcır” elbise almaya Sirkeci – Sultanhamamı’ndaki bir mağazaya götürürdü bizi. Takım elbiseye çok özenirdik, giydiğimizde “büyük adamlar” gibi olurduk sanki. Ayağımızda da deri kokusu hâlâ burnumda tüten “son moda” pabuçlarımızla eve neşeyle dönerdik.

Fatih’te, büyük külliyenin çevresinde o zamanlarda hemen her mahallede, eski yangın yerlerinden, yıkılmış evlerden geriye kalan arsalar olurdu. Basit ve ucuz, derme çatma oyun ve eğlence araçları “seyyar bayram yerleri” diye bu arsalarda kurulur, bayram bitince de apar topar kaldırılırdı. Buralarda en çok “kayık biçimli” salıncakları yeğlerdik. Kim daha yükseklere çıkacak diye birbirimize “hava atarak” salıncaklara asılır da asılırdık. Dönme dolaplar, kaydıraklar, tahterevalliler bu küçük arsalarda gözlerimize devasa lunaparklar gibi görünürdü.

Fatih Camisi’nin dış avlusunda, kovboya benzer şapkasıyla, uzun boyu ve asık suratıyla bir bisiklet kiralayıcısı durur, 25 kuruşa koca avluda üç tekerlekli küçük bisikletlerle bizlere tur attırırdı. Hiç inmek istemezdik bisikletlerden. Son model bir araba gibiydi gözlerimizde bunlar. Hele hele, bir bayram hediyesi olarak orta boyda, markalı iki tekerlekli bisiklete sahip olmak, bizim için hayaller ötesi bir şeydi. Bayramlar, insanları daha çok bir arada olmaya, gelip geçici dünyada zorlukların ancak bu şekilde yenilebileceğini anlatmaya, huzurlu, şefkat dolu, yardımsever, sevgi aşılayan bir ruhun her şeyin üzerinde bulunduğunu göstermeye hizmet eden günlerdir. Her gününüzün, işte böyle bayramlar gibi olması dileği ile…
Kaynak:https://trdergisi.com/bayramlarin-istanbulu/


FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum