BAHÇE / Prof. Dr. Öcal Oğuz

BAHÇE / Prof. Dr. Öcal Oğuz
04 Mayıs 2020 - 17:23 - Güncelleme: 04 Mayıs 2020 - 17:31

BAHÇE

Sözlükler, sebze, meyve ve ağaç yetiştirilen yer, evlerin etrafındaki yeşil alan diye tanımlıyor.

Kutadgu Bilig’de “üzüm yetiştirilen yer” olarak geçen Farsça kökenli “bağ” ile “-çe” küçültme ekinden “bağçe” türemiş; o da Türkçede bahçe olmuştur.

Bahçeye, tarla, bağ ve bostanla birlikte köyde de rastlansa da; Dolmabahçe, Bahçelievler, Bahçeşehir, Saklıbahçe, Gizlibahçe, Millet Bahçesi gibi adlandırmalara bakılırsa daha çok şehirli bir havası vardır.

Hoş, eskiden bağın da şehirle teması yok değildi. “Erzincan’a girdim ne güzel bağlar” türküsünde, Karabağlar veya Papazın Bağı gibi semt adlarında olduğu gibi eski kentlerin, kasabaların yanlarında yörelerinde bağlar yok değildi. Geçmişte bağ bozumu tören ve heyecanı, köy veya kent dinlemezdi.

Ancak Cahit Külebi’nin “benim doğduğum köylerde/buğday tarlaları yoktu” mısralarında olduğu gibi geniş tarım alanı olan tarla ile çeşitli sebze ve daha çok kavun karpuz ekilen yer olan bostan, daha çok köy ile özdeşleşmiştir. Nitekim Anadolu ve Balkan köylüleri belki de bu nedenle bugün de karpuza bostan derler.

Türkülerin dediği gibi köyde "bağ ayrı bostan ayrı" olurdu ve bağ da, bostan da, bahçe de bakılır, dikilir; güz gelince ayrı ayrı bozulurdu. Bağ bozumu, şölenlere, şenliklere yansısa da, sessiz sedasız bostan veya bahçe bozumu da yapılır, kilerler kışa hazırlanırdı. Kim bilir belki de “bahçalarda barım var/bir heyva bir narım var/galem gaş gara gözlü/hoş bahışlı yarim var” diyen Iğdır türküsü, bereketli geçen hasadın neşesiyle bir bahçe bozumunda söylenmiştir.

Tarlanın, bostanın, bağın, bahçenin her birinin ayrı bir uzmanlık ve ustalık gerektiren kuşaktan kuşağa aktarılan geleneksel bilgi birikimi vardı. “Bağa bak üzüm olsun, yemeye yüzün olsun”, “bakarsan bağ olur, bakmazsan dağ olur”, “Mart Dokuzunda çıra yak bağ buda”, “bağ bayırda tarla çayırda”, “bağı ağlayanın yüzü güler” veya “bağ babadan zeytin dededen kalmalı” atasözleri, yüzyıllara dayanan deneyimlerin imbikten süzülüp günümüze gelenleridir.

Hakeza “bostan göğ iken pazarlık yapılmaz”, “bostana dadanan eşeğin kuyruğu kulağı olmaz”, “telaşsız baş bostan korkuluğunda olur” veya “dört dönüm bostan yan gel yat Osman” atasözleri de bostan üzerine kazanılmış deneyimlerin, yaşantıların ifadesidir.

Sanayileşme sürecinde tarımsal üretim, fukara köylü mecburiyeti gibi algılanmaya başlanınca kentlerdeki bağ ve bahçelerin, tek veya iki katlı, bahçeli, avlulu evlerin yerini apartmanlar ve rezidanslar aldı. Böylece genç kuşaklar, normal kent hayatı böyle olur sandı. İç avlu, arka bahçe gibi mekânları ise varsılların villalarında veya yoksulların gecekondularına uzaktan gördü.

Oysa bağ ve bahçe, Turfan’dan Balkanlara kadar eski kentlerin hem süsü hem gıda depolarıydı. Diyarbakır’ın kale surlarına bitişik Hevsel Bahçeleri böyleydi. Haşim’in “bir acem bahçesi, bir seccade/dolduran havzı ateşten bade" mısraları Sadi’ye Bostan ve Gülistan ilhamı veren bahçelere telmihte bulunuyordu.

Sonra da torun severken söylenen “oğlanınki oğul balı, kızınki bahçe gülü” benzetmesine yansıyan bahçe kültürünün hazzına ve keyfine varamadığı, çiçeğini koklayamadığı, "yerdeki göğertiden gökteki kuşun payı var" atasözünü bilmediği ve kuş cıvıltılarını dinleyemediği veya bunun estetiğini kazanamadığı için villaları ve gecekonduları, rezidans ve AVM arazisi gibi gördü.

Öyle ki, “bahçeniz ve villanız otuz üçüncü katta” diyen reklamlar bile yapıldı; bahçe katı daireler öldüm fiyatına müşteri bulamazken, üst katlar yok sattı. Yeni kentli insan da toprağa basmamak, börtü böcekten uzak durmak veya yüksekten bakmak istiyordu.

Bu heyecan ve yüksekte oturma arzusu bir müddet sürdü. İlk sarsıntı AVM’lerin, dev marketlerin dağıtım ağındaki GDO’lu gıdalar konusunda yaşandı. Önce köy ve köy ürünleri romantizmi başladı; sonra balkonlara, teraslara yerleştirilen saksılarla eski şehirlerin iç avluları veya arka bahçeleri hatırlandı.

"Köylü" denilerek küçümsenen köylüler, köy yumurtası, köy yoğurdu, köy ekmeği gibi ürünleriyle kıymete bindi. Bahçe domatesinin, bahçe salatalığının, bahçe biberinin lezzeti konu komşu sohbetlerinde anlatılmaya başlandı. Arzular ve ihtiyaçlar giderek büyüdü; bu konuda da şehrin yakınlarında hobi bahçelerine dönüştürülen tarlalar imdada yetişti. Bahçecilik merakı giderek arttı ve kentlerin çevresinde bir bahçelik yer arayanlar çoğaldı.

Kendi bahçesinde tarımsal üretim yapma arzusu, kentli varsıl sınıflarda çiftlik; orta sınıflarda bahçeli ev veya hobi bahçesi olarak arzudan gerçeğe dönüştü. Bahçeli evleri yıkıp apartman dikenler ise, teras ve balkonlarındaki saksılara diktiği fidelerle avunmaya başladı.

İşte korana günleri, yeni kentli insanı böyle bir ortamda karşıladı. Dev rezidansların yüksek katları, asansörleri, ortak alanları korku mekânlarına dönüştü. Bütün dünyada korona daha çok iç içe dip dibe yaşayan bu tip yapıların olduğu kentlerde yayıldı. Hele sokağa çıkma yasağı, iki odalı apartman dairelerinde yaşayanlara İbrahim Tennuri’nin “ger bağ ü ger bostan ola/ger bend ü ger zindan ola” mısralarındaki bağ bostan ile zindan karşılaştırması gibi kâbus olup çöktü.

Şimdi daha iyi anladık ki yeni kent de eski kent gibi yatay ve bahçeli olmalı. İçinde, dışında, yanında yöresinde orman gibi büyük bahçeler olmalı. Meğer biz Batıdan park kelimesini, eski bağları ve bahçeleri küçültmek, bir kaydırak ve iki salıncaklı çocuk parklarına dönüştürmek için almışız.

İrem'den İsfahan’a, Turfan'dan Diyarbakır’a, Meram’dan, Gesi’ye, Dolmabahçe’den Gülhane’ye uzanan bağ ve bahçe kültürümüzü, park kelimesiyle yapaylaştırmış, sokak arasına hapsetmişiz. Özellikle şu korana günlerinde insan, madem kendi bağ bahçe kültürümüzü unutmuşuz, keşke New York’un, Londra’nın gökdelenleri kadar parklarını da taklit etseydik diye hayıflanmadan edemiyor.

Prof. Dr. Öcal Oğuz

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum