Atatürk'ün hatıra defteri

Nejat Göğünç tarafından yazılan bu makale, 1973 yılında Töre dergisinin 29-30. sayısında yayımlanmıştır.

Atatürk'ün hatıra defteri
18 Nisan 2022 - 09:52

Nejat Göğünç tarafından yazılan bu makale 1973

yılında Töre dergisinin 29-30. Sayılarında yayımlanmıştır.

 Atatürk’ün hatıra defteri

Gerçekten de Osman Gazi’nin 1299’da kurduğu beylik, zamanla büyümüş, büyük bir imparatorluk haline gelmiştir. Onun sınırları birçok ülkeleri çevreler, birçok milletler onun sinesinde barınır, dinî hürriyetlerine sahip olur, millî kültürlerini de geliştirirler. Yalnız Türk Tarihi’nin değil, Dünya Tarihi’nin de en büyük ve en uzun ömürlü imparatorluklarından birisi olan bu devlet, altı yüz yılı aşan bir süre sonunda, 1922 senesi sonbaharında tarihe mal olmuş, tıpkı birkaç asırlık dev bir çınar yıkılırken, yerine genç sürgünlerinden birisinin canlanması gibi, bugün 50. yılını tamamlamış bulunan Türkiye Cumhuriyeti, onun halefi olarak tarih sahnesine çıkmıştır. Bu genç devletin de kurucusu, her sahadaki mimarı, rehberi -bilindiği üzere- Atatürk’tür.

“Yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimize görecekleri tahsilin hudutları ne olursa olsun, en evvel ve her şeyden evvel Türkiye’nin istiklâline, kendi benliğine, an’anâtı milliyesine düşman olan bütün anasırla mü­cadele etmek lüzumu öğretilmelidir. Beynelmilel va­ziyeti cihana göre böyle bir cidalin istilzam eylediği anasırı ruhiye ile mücehhez olmayan fertlere ve bu mahiyette fertlerden mürekkep cemiyetlere hayat ve istiklâl yoktur.”

Kemal Atatürk

 

Daha 1929 yılı Ağustos’unda “Beni görmek demek, behemehal (mutlaka) yüzümü görmek değildir. Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız, bu kâfidir.” diyen Atatürk’ü, acaba, ölümünün 35. ve kurduğu cumhuriyetin 50. yılında herkes gereğince doğru anlıyor, tanıyor mu? Onun çeşitli kimseler tarafından derlenen fikirleri, onun söylev ve demeçleri iyi okunmuş, benimsenmiş midir? Atatürk daha 1922 Mart’ındaki bir hitabesinde “yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimize, görecekleri tahsilin (öğrenimin) hududu ne olursa olsun, en evvel ve her şeyden evvel Türkiye’nin istiklâline, kendi benliğine, an’anât-ı milliyesine (millî geleneklerine) düşman olan bütün anâsırla (unsurlarla) mücadele etmek lüzumu öğretilmelidir.”, yine bir sene sonraki bir başka konuşmasında “sınıf-ı münevverin (aydın sınıfının) halka telkin edeceği mefkûreler (ülküler), halkın ruh ve vicdanından alınmış olmalıdır.” der. Bu hususlar gerçekleştirilebilmiş midir? Herkes, hatta senelerce Türk İnkılabı Tarihi dersleri bütün, üniversite ve yüksek okulları bitirenlere mecburî ders olarak okutulmasına rağmen, bütün yüksek öğrenimini bitirenler Atatürk’ün Millî Mücadele’deki rolünü yeterince bilmekte ve anlayabilmekte midirler? Bütün bu soruların hepsine birden, hemen ve kesin olarak, “evet” diye cevap verebilmek müşküldür. Bütün bunlara rağmen, yine de, her büyük adam gibi, onun fikirleri ve hareketleri çeşitli şekillerde yorumlanmakta, zaman zaman herkes kendi düşünüşünü Atatürk’ünkilere bağlayarak, onlara, aksi kanaatte olanlarınkine karşı, bir üstünlük kazandırabilmek istemektedir.

“Tarih, vukuat, hadiseler ve müşahedeler, insanlar ve milletler arasında hep milliyetin hâkim olduğunu gös­termiştir. Milliyet prensibi aleyhindeki büyük mikyas­ta fiilî tecrübelere rağmen gene milliyet hissinin öldürülemediği ve onun yaşadığı görülmüştür.”

Kemal Atatürk

 

Türk Tarih Kurumu tarafından geçen yıl sonlarına doğru yayımlanan Atatürk’ün Hatıra Defteri, aziz Ata’yı tanımak ve anlayabilmek bakımından ayrı bir önem taşır. Çanakkale muharebeleri sırasında gösterdiği üstün kumandanlık vasıfları ile sivrilen ve haklı olarak “Anafartalar Kahramanı” unvanını da alan miralay (albay) Mustafa Kemal Bey, düşmanın bütün ümitlerini yitirerek Gelibolu Yarımadasını tahliye etmesi ve bu sebeple Anafartalar Gurubu’nun da 27 Kasım 1915’de lağvedilmesi üzerine, Edirne’deki 16. Kolordu kumandanlığına tayin edilir.

Buradan da, 17 Şubat 1916’da Bitlis’in Ruslar tarafından işgali üzerine, Başkumandan Vekili ve Harbiye Nazırı Enver Paşa tarafından Doğu cephesine tayin edilir. 16. Kolordu karargâhı ve ağırlıkları ile Edirne’den İstanbul’a, oradan da 2 Mart 1916’da trenle hareket ederek, 5 Mart 1916’da Pozantı’ya gelirler. Mustafa Kemal Bey, yanında kurmay başkanı yarbay İzzettin Bey (merhum Orgeneral İzzettin Çalışlar), yaveri Cevat Abbas (Gürer) Bey ve bir kurmay subayı ile otomobil ile 14 Mart 1916’da Diyarbakır’a ulaşır. Kolordu karargâhının geri kalan mensupları ve ağırlıklar da kâh yürüyerek, kâh trenle Yenice-Bahçe-İslâhiye-Resülayn-Mardin üzerinden 22 Mart’ta Diyarbakır’a varırlar. Mustafa Kemal Bey, bu yolculuk esnasında 13/19 gecesi Mardin’de iken mirliva (tuğgeneral) rütbesine yükseltilir.

Mustafa Kemal Paşa’nın Doğu cephesindeki 16. Kolordu Kumandanlığı devresi, hayatının başarılarla dolu yeni bir dönemidir. Bitlis ve Muş düşman işgalinden kurtarılmış (6/7 Ağustos 1916), Tatvan’ın geri alınması ile, Türk ordusu Van Gölü kıyılarına ulaşmıştır. 1916 senesi sonlarında bir süre bu bölgede II. Ordu Kumandan Vekili olarak da bulunan Mustafa Kemal Paşa 1917 Şubat’ında da Hicaz Seferî Kuvvetleri Kumandanlığına tayin olununca, kısa bir süre için bu bölgeden ayrılmış, çok geçmeden merkezi Diyarbakır’da bulunan II. Ordu Kumandanlığına tayini üzerine de, Şam’dan geriye dönerek, 11 Mart 1917’de tekrar bu şehre vasıl olmuştur.

Atatürk’ün Doğu cephesindeki hemen hemen on bir aylık bu ilk vazife süresi sırasında, 7 Kasım- 25 Aralık 1916 tarihleri arasında bir hatıra defteri tuttuğu görülmektedir. Bu defteri Çanakkale muharebelerine yedek subay olarak iştirak eden, sonradan bu cephede muharebenin bitmesi üzerine, Edirne’de görevlendirilen, bu sırada 16. Kolordu kumandanı olarak kendisini bir defa teftiş ettiği, Doğu cephesine tayin edildiğinde de, bir dostunun da tavsiyesi ile yanına emir subayı olarak aldığı, bir kaç sene yaverliğini de yapan Şükrü Beye (Tezer) vermiştir. Şükrü Bey de bu defteri uzun müddet her türlü tehlikelere karşı korumuş, gerek Birinci Dünya Harbi sırasında Mustafa Kemal Paşa’nın yanında ve hizmetinde geçirdiği iki senelik (1915-18) devreye ait hatıralarını yazarak, gerekse Mustafa Kemal Paşa’nınkilere açıklayıcı notlar ilâve ederek onları tamamlamağa çalışmıştır. Lâkin, Şükrü Tezer, bu eserini bastıramadan vefat edince, yazdıkları Atatürk’ün defteri ile birlikte, oğlu Cahit Tezer’e intikal etmiş, o da yayınlanması dileği ile, Prof. Dr. Afet İnan vasıtası ile, Türk Tarih Kurumu’na vermiştir.

Atatürk’ün Hatıra Defteri, hem Ata’nın kendi el yazısı ile kaleme alınan hatıraları olması, hem de iki uzun harp yılında, onun en yakınında bulunan ve birçok olaylara ve Ata’nın davranışlarına tanıklık eden birisi (Şükrü Tezer) tarafından yazılmış hatıraları da ihtiva etmesi bakımından olduğu kadar, Atatürk’ün yüksek meziyetlerini, onun bu vatanın fedakâr Mehmetçiklerini ne derece iyi tanıdığını, onun çevresindekilere ne derecede müşfik davrandığını, vazifesindeki titizliğini göstermesi yönünden de son derecede önemlidir. Ayrıca, onun harp esnasında bile, cephedeki karargâhında geceleri okuduğunu, zaman zaman yanındakilerle, sonraları Cumhuriyet Devrinde gerçekleştirdiği, bir kısım inkılâp konularını tartıştığını göstermektedir.

Atatürk, yoldan geçen kumandanın maiyyetindeki askeri yalnız baş ile selamlamasının onu tanımasına yetmeyeceği kanaatindedir. Kumandanlar, kıtalarının, iç durumunu ve erlerinin ruhî vaziyetlerini bizzat içlerine girmek sureti ile öğrenmelidirler. Yüksek rütbedekiler, kendilerinden daha küçük rütbelerdekilerle konuşmalı, onları üstlerine karşı rahat konuşmağa alıştırmalıdırlar. Astların muhakeme tarzlarını ve ifade yollarını bilmek gereklidir. Atatürk’ün, 21 Kasım 1916’da Bitlis’te defterine not ettiği bu düşünceleri, onun sonraki devlet adamlığı ve cumhurbaşkanlığı döneminde de dikkatle takip ettiği hususlardan birisi olmamış mıdır?

Mustafa Kemal Paşa, Bitlis’teki karargâhında, vaktinin bir kısmını kitap okuyarak değerlendirmektedir. Bunlar arasında, Alphonse Daudet’nin Sapho – Moeurs Parisiennes gibi Fransızca bir eser olduğu gibi, Namık Kemal’in Makalât-ı Siyasiyye ve Edebiyye, Tarih-i Osmanî adlı kitapları, Mehmet Emin Yurdakul’un Türkçe Şiirler’i ve Tevfik Fikret’in Rübâb-ı Şikeste’si de vardır.

Zaman zaman, beraberindekilere ufak tabya meseleleri de vererek, onların askerî sahadaki gelişmelerini temin ettiği gibi, bir kısım yurt sim yurt meselelerinin de tartışma konusu teşkil ettiği de görülmektedir. 22 Kasım 1916 gecesi Kurmay başkanı Yarbay İzzettin (Çalışlar) Bey’le kadın hakları ve sosyal hayatımızın ıslahı mevzularını konuşmaktadır. Kadınlara serbestlik verilmeli, güçlü, hayatı anlayan ana yetiştirmeli, iş hayatında kadınlarla birlikte çalışılmalıdır. Bunun erkeklerin ahlâkı, düşünceleri, hissiyatı üzerinde olumlu tesirleri olacağına inanmaktadır, Atatürk.

Bitlis’in 1916 Şubat’ında Rus işgaline uğraması üzerine, şehri terk ederek, düşman eline düşmeyen, bölgelere göçen bir kısım halk, aynı sene sonbaharında tekrar eski yurtlarına dönmektedirler, İşgal sırasında, Bitlis’te katliam da yapılmıştır. Kadınlar bile, bu feci ölüm dalgasından kurtulamamışlardır. Mustafa Kemal Paşa, aç ve perişan yurtlarına dönen bu bahtsız kafilelere karşı ilgisiz kalamaz. Onlara yiyecek yardımı yapılmasını emrettiği gibi, öksüz iki yavruyu da himayesine alır: İhsan ve Ömer. Bu örnekler, onun asker-halk, ordu-millet işbirliğine ne kadar önem verdiğinin delilleridir.

Şükrü Tezer, Atatürk’ünkilerine eklediği, bizzat görgü şahidi olduğu bir kısım hatıraları ile, bu eşsiz kumandanının maiyetindeki tek ere bile ne kadar önem verdiğinin bir misalini vermektedir: 1916 senesi Haziranı başlarında, Rus kuvvetlerinin, baskın şeklindeki ani taarruzları üzerine, Mustafa Kemal Paşa’nın emrindeki bir kısım kuvvetlerin Kulp Geçidi’nin gerisine, daha elverişli mevzilere çekilmesine karar verilir. Bu geri çekilme hareketini, bizzat Mustafa Kemal Paşa idare etmektedir. Hâkim bir tepeden durumu, dimdik ayakta durarak, gözetlemektedir. Yanında yaveri Cevat Abbas (Gürer) ve emir subayı Şükrü (Tezer) Beyler vardır. Görünüşte, bütün kuvvetler çekilmiş, düşman yaklaşmakta, fakat Mustafa Kemal Paşa istifini hiç bozmamakta, bulunduğu yerde kıpırdamamaktadır. Cevat Abbas Bey kumandanına “Atları emreder misiniz, Paşam?” diye sorduğunda aldığı cevap şudur: “Acele etmeğe lüzum yok, hareket zamanını ben bilirim!”

Biraz sonra, tekrar sabırsızlanan yaveri, önceki sorusunu tazeler “Paşam, kimse kalmadı, atları emreder misiniz?” Paşa, kendisini iyice bir haşladıktan sonra “Karşıdan gelmekte olduğunu gördüğüm asker önümden geçip emniyete girmedikçe, buradan ayrılmayı hiç bir zaman düşünemem!..” Gerçekten de kumandanın eli ile gösterdiği yerde, birliğinde ayrı kalmış, hasta, silâhı, cephanesi ve sırtındaki çantası ile güçlükle yürüyebilen bir Mehmetçik, ağır-aksak kendilerine yaklaşmaktadır. Mustafa Kemal Paşa, bu erini de emniyete aldıktan sonra, yanındakilerle bulunduğu yerden ayrılır. Gönlü bu topraklardan ayrılmanın üzüntüsü ile dolu, tesellisi çok kısa bir gelecekte, yeniden buralara, daha da ilerilere gelmektir. (Şükrü Tezer, Atatürk’ün, Hatıra Defteri, Ankara 1972, s. 44).

Atatürk’ü tanımak, elbette yüzünü görmek değil, onun fikirlerini, duygularını, düşüncelerini anlayabilmek sureti ile mümkündür. Onun hayatının muhtelif safhalarını, onun kumandan olarak, devlet adamı olarak çeşitli davranışlarını iyi bilmekle, ona ait yazılan hatıraları dikkatle okumak ve yorumlamakla mümkündür. Yukarıdaki son misalde olduğu gibi, bazen ufak, ehemmiyetsiz gibi görülebilecek hatıralar, Atatürk’ün millet sevgisini en iyi şekilde belirtmeğe vesile olacağı gibi, onun ilerideki başarılarının da temel taşı olan eşsiz insan sevgisi, fedakârlık, yanındakilere sonsuz değer verme meziyetlerinin de en iyi birer belgesini verebilirler. Türk Milleti’nin, Türk köylüsünün, Türk erinin O’na sağlığında gösterdiği emsalsiz sevginin ve bugün de yaşayan muhabbetin kaynağı, Ata’sının kendisine karşı duyduğu sonsuz güven ve ilgidir. Türk Milleti, Atatürk’ün şahsında, kendisini tanıyan, en iyi şekilde değerlendiren, kendi kişiliğine inanan devlet adamının ve önderin ta kendisini bulmuştur.
Kaynak:https://millidusunce.com/misak/ataturkun-hatira-defteri/

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum