AŞK VE AYAK PARMAKLARI – ÖMER SEYFETTİN

AŞK VE AYAK PARMAKLARI – ÖMER SEYFETTİN
28 Aralık 2020 - 12:43 - Güncelleme: 08 Şubat 2021 - 19:09

AŞK VE AYAK PARMAKLARI 

-1-

Âsıme Hanımefendi’den Hasan’a mektup;

Evvela beni sen sevdin, yalvardın, yakardın, benim aşkım âdeta senin galeyanına sönük bir cevaptı. Sonunda beni aldın. Ben zengindim. Atım, arabam vardı. Bütün bugünün gençleri beni istiyorlardı. Herkesin isteğine sen kavuştun. Mutluydun. Ben sana sadıktım. Sonra nasıl oldu, birdenbire döndün. Benden soğudun. Beni görmekten kaçtın, yine sonunda beni boşadın…
Bu mektubumu alınca sanma ki, sana yalvarıyorum. Fakat merak ediyorum! Niçin beni istemeyesin? Benim nem var? Yahut nem eksik? Daha bu sene Kadıköy kadınları arasındaki güzellik müsabakasında birinci geldim. Tahsilim birinci derecede… Zenginim de. O hâlde niçin beni istemeyesin? Benden güzelini bulsan bile, eminim ki benden zenginini bulamayacaksın. O hâlde niçin, niçin beni istemeyesin?”

-2-

Hasan’dan Âsıme Hanımefendi’ye mektup:

“Evet güzel kadın, ben sevmiştim. Fakat sevmek nedir?Bunu biliyor musun?.. Sevmek herkes için başka bir şeydir. Tabiî mizaçların, öğrenme merakının başka başka olması gibi… Kimi kaşa göze, kimi cilde, kimi ellere ayaklara, kimi şişmanlığa, kimi boya, kimi kalçaya bakar. Hâlbuki ben… Görünüşe bakarım. Daha okuldan beri alışkanlığımdır, birisiyle konuşurken onda ne görünüşü olduğunu ararım.

Mesela küçük görünüşü bir adamla konuşurken onun laflarını havlamaya benzetirim. Dünyada ne kadar adam varsa, hepsinde bir hayvan görünüşü vardır.

Köprü’den geçerken, önü kalabalık bir gazinoda otururken, herkesin yüzüne dikkat ederim. Daha bir görünüşü olmayana rast gelmedim. Hep insan kıyafetine girmiş, insan maskesi takmış hayvanlar… Bir sürü köpek, öküz, keçi, leylek, at, eşek, baykuş, kartal, tavuk, papağan, arı, güvercin, karga, balık, ayı, kaz, kaplan, ilâh…

Küçükken saf, masum bir merak ile okuduğum fizyonomi öğretileri, benim hayalime o kadar etki etmiştir ki, kendimi La Fontein’in masallarını gösteren canlı bir albüm içinde sanırım.
Mesela karşıdan bir dostum geliyor, bir kere bakarım, yüksek kırmızı fesi, alacalı kostümü, parlak boyunbağı… Burnunun ucu sivri… Kolları kalkık ve kabarık… İddiacı, cesur… Yandan bakınca ne olduğunu görür, içimden “Ah, işte bir horoz…” derim.
Gelir elimi tutar, kırmızı yüzüne, tıpkı bir gül ibiğe benzeyen fesine bakarım. Sesi keskin ve notaları uzundur. Sanki bu mütemadiyen öter. Ondan ayrılır, diğerine rasgelirim. Çenesi, ağzı yayıktır. Bacakları paytaktır. Yavaş yavaş söyler ve yanaklarını gererek güler. “Ördek, ördek…” derim.

O vakvakladıkça, ben keşfimden memnun, tahat bir şekilde onun kanatlarını, kuyruğunu arar, hatta onları da üstünde bulurum. Meşhur adamların, büyük yazarların, bakanların, vekillerin, büyük memurların görünüşleri ezberimdedir. Görünüşlerini bildiğim için, yeni nazırların iktidar mevkiinde ne yapacaklarını ayniyle herkese söylerim. Hatta arkadaşlarım bana “Sen eskiden geleydin, Peygamber olurdun” derler.

Zannederler ki, benim kerametim var. Hayır, ben yalnız görünüşleri tanırım…

Eşek görünüşlü bir adam mutlaka eşekçe, Arslan görünüşlü bir adam mutlaka Arslan’ca hareket eder.

Bir adamda, hangi hayvanın görünüşü varsa, mutlaka o hayvanın ahlakı da vardır.

Öküz görünüşlü bir adamda asla kurnazlık, hile, zekâ olamaz.

Eşek görünüşlü olan inatçı, yani kibar mânâsıyla sebatkârdır. Arı görünüşlü sokar, köpek görünüşlü gürültü eder, dişlerini gösterir.

Kaplan görünüşlü sezer ve merhamet bilmez, papağan görünüşlü durmaz taklit çıkarır, güvercin görünüşlü durmaz aşk ve şefkat komedyası oynar.

Tilki görünüşlü herkesi aldatır. Domuz görünüşlü yer, içer keyfine bakar.
Kadınların da hepsi erkekler gibi birer hayvandır. Onlarda da mutlaka bir hayvanın görünüşü vardır. Şişman, kocaman memeli, dalgın ve ağır kadın, tamamıyla bir inektir. Zayıf, huysuz, esmer, çirkin fakat yalnız gözleri güzel bir kadın keçidir. En güzelleri çalıkuşu, kanarya, nemse tavuğu görünüşünde olanlardır. Bu üç görünüşün hiçbirisi sende yoktur.
Geçen yazdı. İlk defa Fener’de birbirimize rast gelmiştik. Ben hemen senin görünüşünü aradım, fakat bulamamıştım. “Ah, acaba ne?” diyor, yüzüne bakıp bakıp bulamayınca seni sevmeye başlıyordum.

Mademki sende bir hayvan görünüşü yoktu. O halde insanların, kadınların… Sende hiçbir görünüş olmadığı için, hiçbir hayvan ahlakı, hiçbir hayvan tabiatı da yoktu. Bazı yine şüpheye düşüyor, “Aldanıyorum, onda da bir görünüş var, ama ben göremiyorum, ben farkına varamıyorum” diyordum.

Evlenmemizden önce, muhabbet günlerinde, senin yüzüne uzun uzun dalışlarımı, ihtimal aşk buhranları sanıyordun. Hayır.

Ben hep senin görünüşünü arıyor; seni hiçbir şeye benzetemiyordum. Görünüşünü bulamayınca seni sevdim. Galiba sen de beni… Altı ay ne kadar hoş bir hayat geçirdik. Tabiî hatırlarsın. Fakat bir sabah… Ah keşke senden önce kalkmasaydım… Erken kalkmış, pencerenin yanına oturmuştum. Sen hâlâ yatıyordun “Bu ne tembellik” dedim.

Doğruldun, giyindin, karyolanın içine oturdun. Hava biraz serindi. Yanan soba daha odayı ısıtmamıştı. Birden yüreğim çarpmaya başladı. Boğuluyor gibi oluyordum. Sen terliklerinin üzerine düşmüş olan mor çoraplarından birisini sağ ayağının parmaklarıyla tuttun. Yukarı kaldırdın, yatağın içinde, oturarak giydin. Çorabın öbür eşini yerden almak için, sol ayağını uzatıyordun. Görmemek için yüzümü çevirdim. Evet, güzel kadın, sen ayağının parmaklarını tıpkı bir el gibi kullanıyordun “Yirminci asrın orta yerinde” diyordum. Yaradılıştan yahut evrimden şu kadar yüz bin sene sonra…

…Titriyordum. Hastalandım.

Sen, beni yere seren darbenin ne olduğunu anlayamıyordun. Yattığımız zaman buruşan gömleğini ayağının parmaklarıyla tutup çekiyordun. Ben bunu duyunca dişlerimi sıkıyor, tekrar titremeye başlıyordum. Yine anlamıyor “Galiba hava soğuk, üşüyorsun işte” diyordun.
Yine bir sabah sobanın önündeki koltuğa oturmuştun. Ayaklarında çorap yoktu. Yine kalbim atmaya başladı. Ayağının parmakları ile sobanın henüz ısınmayan kapağını açıyor, kımıldamayarak bakıyor, tekrar kapıyordun. Sonra yine bir gün sevgili kedin ayaklarından oynuyordu. Daha çoraplarını giymemiştin. Yüreğim hopladı. Fakat dişimi sıktım. Baktım, senin ayaklarının parmakları uzundu. Hem biraz fazla uzundu. Bu uzun parmaklarınla kediyi kollarından tutuyor, küçük bir çocuk gibi havaya kaldırıyordun. Âdeta ayaklarını ellerin gibi, hatta ellerinden daha iyi kullanıyordun.

Gözlerimi yüzüne kaldırdım. O an, o kadar arayıp da bulamadığım görünüşünü gördüm.
Sen maymundun. Alnın dar, ağzın biraz ileriye çıkıktı. Güzel, parlak cildin bu maymun iskeletini tamamıyla örtemiyordu. Hele ayakların… Aman Yarabbi… Tıpkı bir maymunun üçüncü, dördüncü elleri idi. Sen biraz daha gayret etsen, yerden çoraplarını almak, sobanın kapağını açmak, yorganı, gömleğini düzeltmek, kediyi tutup havaya kaldırmak değil, hatta ayaklarının bu uzun evrimleşmiş parmaklarıyla yemek yiyebilecek, hatta piyano çalabilecektin. O vakit senden ürktüm.

Bir daha seninle bir yatağa girmedim. Kendimi balta girmemiş bir ormanda zannediyor, kendimi o tarih öncesi yaratılmışlardan bir nesne ile evlenmişim sanıyordum.

Yirminci asırda, vücudunda tarih öncesi adaleleri olan, tıpkı bugünün maymunları gibi ayaklarını el diye kullanan, evrimleşmemiş bir mahlûktan, yani senden kaçtım. Uzaklaştım.
El gibi kullandığın bu ayaklarından bir tanesini şimdi kalbinin üzerine koy, öyle hükmet. Artık seni sevmemekte haklı değil miyim?”

-3-

Âsıme Hanımefendi’den Hasan’a telgraf:

-Çok Acil-

“Mektubunu okumadan yırttım, senden nefret ederim. Sakın bir daha mektup göndermeye kalkma. Sonra fena olursun…”

Yayına Hazırlayan: Serdar Alp Öztürk
https://www.bilgipedia.org/category/oyku-ve-denemeler/
 


FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum